• Sonuç bulunamadı

Genel olarak bölgesel kalkınma kavramı, bölge refahının yükseltilmesini amaçlayan, bölge vizyonunu dikkate alan, katılımcılık ve sürdürülebilirliği temel ilke edinen, ülke bütününde yer alan bölgelerin, çevre bölgeler ve dünya ile karşılıklı etkileşimi ile oluşan ve insan kaynaklarının geliştirilmesi, iktisadi ve sosyal, yeterliliklerin harekete geçirilmesi yoluyla yapılan çalışmaların bütününü ifade etmektedir (Ildırar, 2004: 16). Bölgesel kalkınma, geçmişte olduğu gibi, yerel, bölgesel, ulusal ve hatta uluslararası aktörlerin katılımıyla gerçekleşebilecek merkezi yönetimle hükümetin müdahalesine dayanan tavandan-tabana bir süreç olarak da nitelendirilmektedir (Tutar ve Demiral, 2007: 65). Bölgesel kalkınma sürecinde bölgesel dengesizlikleri azaltmanın ya da ortadan kaldırmanın, iktisadi, sosyal ve siyasal güçlükleri bulunmaktadır. Geri kalmış bölgeleri kalkındırmak, bölgeler arasında net bir denge sağlamak, maliyeti yüksek olan bazı politikaların uygulanmasını gerektirmektedir (MGK, 1993: 35). Bölge, belirli bir coğrafyanın kalkınması için “yeni” boyutlarla iktisadi, yönetsel ve kültürel ağırlığını arttırması gerekmektedir (Çukurçayır vd., 2010: 622). Artık ekonomik kalkınma konusundaki yaklaşımlarda bölge kavramının ön plana çıktığı görülmekte ve bölgesel ekonomik kalkınmanın önemi vurgulanmaktadır (Garafoli, 2002: 235).

İnovasyon birçok alanda dönüşümü ifade etmektedir. Ülkelerin ve bölgelerin girişimcilik, yönetimsel, bilimsel, mühendislik, teknik ve emek kalitesi açısından

farklılıkları, günümüzde kalkınmışlık ayrımı kavramının kullanılmasına neden olmaktadır Kalkınmışlık özellikle bölgesel anlamda ülkelerin Ar-Ge ve inovasyona verdikleri değerle anlam kazanmaktadır. 20. yüzyıl’da inovasyon ve inovasyon yapma kapasitesinin bölgelerin kalkınmasında önemli bir unsur olarak görülmesi; bölgesel kalkınma politikalarının son yıllarda yaşadığı değişimin nedenini açıklamaktadır (Tiftikçigil, 2010: 39). Bölgesel ekonomiye olan ilginin 1930’larda yoğunlaşmasına karşın, bölgesel kalkınmaya yönelik çalışmaların 1950’lerin sonlarına doğru ortaya çıktığı görülmektedir. Bölgesel kalkınmanın temel argümanlarını belirlemeye yönelik teorik çalışmalar 1980’li yılların sonlarına kadar “büyüme” ve “kalkınma” konseptleri olarak “Bölgesel büyüme modelleri” ve “Kutuplaşmış kalkınma teorileri” şeklinde iki temel grupta toplanmaktadır (Erkan,1987; Aktaran: Ildırar ve Ağdemir, 2005: 252). Bu bağlamda dünyada 1980 sonrası dönemde modern ekonominin temelinde öğrenme ve bilgi birikiminin olduğu anlaşılmakta, bölgesel ekonomik kalkınma için; araştırma, teknoloji geliştirme ve inovasyonun öneminin farkına varılarak inovasyon politikaları bölgesel kalkınma politikalarının önemli bir unsuru olmaya başlamaktadır(Işık ve Kılınç, 2011: 11).

Bölgesel kalkınma politika uygulamaları dünya ekonomisinde meydana gelen oluşumlarla birlikte genel olarak, 1945-1970 dönemi, 1970-1990 dönemi ve 1990 sonrası dönem olarak ele alınmaktadır:

a) Bölgesel Kalkınmaya Yönelik Keynesçi Politikalar ve 1945-1970 Dönemi: II. Dünya Savaşı’ndan sonra dünya ekonomisinde yeni bir döneme doğru gidilmiştir. Dünyada 1960’lardan itibaren esnek üretim sistemleri, ekonominin ulus üstüleşmesi ve yerelleşmesi, yatırım, üretim ve işgücünün coğrafi hareketliliği, kurumların yeniden yapılanması ile gündeme gelmiştir. Post-fordizm tartışmaları bölge, bölgesel/yerel ekonomik kalkınma gibi kavramların yeniden tanımlanması gereğini ortaya çıkarmış, bölgesel kalkınmaya yönelik Keynesçi politikalar geliştirilmeye başlanmıştır Kalkınma teori ve uygulamalarının 1929 dünya ekonomik bunalımı ve daha sonra 1950’lerde yoğun bir şekilde ele alınmaya başlanması ile birlikte bölgesel kalkınma konusuna verilen önem artmıştır. II. Dünya Savaşı’dan sonra devlet müdahalesini ön plana çıkaran Keynesyen politikalarla birlikte kalkınma ve buna bağlı olarak bölgesel kalkınma en popüler çalışma

alanlarından biri olmuştur. Keynesci politikalar bölge dışından imalat sanayi yatırımıyla yabancı sermaye yatırımı çekmek ve altyapı yatırımları ile bölgeyi geliştirmek istemişlerdir. Bu amaçla da yatırımcılara büyük hibeler verilmiş, vergi istisnaları sağlanmış, üretim maliyetleri düşürülerek teşvikler uygulanmıştır. Keynesyen bölgesel kalkınma politikaları, özellikle 1970 sonrasında yaşanan krizlerle zayıflayan bütçe yapılarıyla süreklilik sağlayamamıştır. Böylece, 1960’da başlayan 20 yıllık dönemde, bölgesel ekonomik farklılıkları çözümleyemeyen aksine sürekli kamusal desteğe ihtiyaç duyan yerel ekonomilerin oluşmasına sebep olan bir bölgesel kalkınma politikası güdülmüştür (Atak, 2011: 9; Ecaral, 2005: 90-91; Dökmen, 2009: 11).

b) Neoliberalizme Geçiş ve 1970-1990 Dönemi: İktisadi kalkınma politikaları az gelişmiş ülkelerin beklentilerine cevap verememiş, az gelişmiş ülkelerle gelişmiş ülkeler arasındaki farkın giderek artmasına neden olmuştur. 1970’lerin ortalarında çıkan krizin Keynesyen politikalarla çözülemeyeceğinin anlaşılması, devlet müdahalesini içeren politikaların sonuç vermemesi, Doğu bloğunun dağılması kalkınma politikalarına olan güveni sarsmış, neo-liberal politikalar hakimiyetini göstermiştir (Soyak, 2003: 171). 1980’li yıllarla birlikte neoliberal görüşler piyasalarda değer görmeye başladıkça bölgesel kalkınma politikaları da bu durumdan etkilenmiştir. Bu bağlamda, özelleştirmelere hız verilmiş, vergilerde büyük oranlarda indirim yapılmış, işsizliği arttırmaya sebep olsa bile enflasyonu denetim altında tutmak için parasalcı önlemlerin uygulanmasına olanak sağlanmış ve kamu harcamalarının azaltılmasına gidilerek devlet küçültülmüştür (Steger, 2004: 65; Aktaran: Uçkaç, 2010: 423). IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlar gelişmekte olan ülkelere uyum politikaları sürecinde, kalkınmacı planlardan farklı olarak küresel bütünleşmeye imkân sağlayan politikalar önermişlerdir (Tiftikçigil, 2007: 327). Bu politikaların bütçenin sermaye dışı kesimden uzaklaştığı, eğitim ve sağlık hizmetlerinin küçültülmesiyle yatırım harcamalarının azaltılmasıyla ilintilendiği tespit edilmiştir. Tarihsel süreç içinde gelişmiş ülkelerde sosyal devlet anlayışı kamusal harcamalarda artışı gerekli kılmasına karşın, Türkiye ve diğer az gelişmiş ülkelerde kamu harcamalarının azaltılması gerekliliği vurgulanmıştır (Steger, 2004: 65; Aktaran: Uçkaç, 2010: 423).

Keynesyen bakış, bölgesel kalkınmaya bağımlılık kavramını kazandırırken, neoliberal bakış sürece gerileme getirmiştir (Amin,1999: 365). Bu dönemde küreselleşme kavramı da ön plana çıkmaya başlamıştır. Dünyanın tek bir pazar olduğu yönünde oluşan ağırlıklı düşünce, ulusal ve bölgesel politikalardan uzaklaşılmasına neden olmuştur. Küreselleşme kendiliğinden işleyen bir süreç olmamakla birlikte, her toplumun yararına işleyen bir süreç olduğu da her geçen gün daha fazla tartışma konusu olmaya başlamıştır. Küreselleşme kavramıyla, ”Bilgi çağı” , “Sanayi ötesi toplum”, “Enformasyon toplumu”, “Kapitalist ötesi toplum” gibi tanımlamalar toplumdaki yerini almıştır (Stiglitz, 2002: 36-40; Aktaran: Özalp: 2009:147).

c) 1990 Sonrası Dönem: Küreselleşme, ekonomik kalkınma politikalarının yönünü ve içeriğini, mal, hizmet, para ve sermaye piyasalarını değiştirmiştir. 21. yüzyıldaki gelişmelere ayak uyduracak yeni teorilerin ve buna bağlı olarak yeni politikaların oluşturulmasının gerekliliğini ortaya çıkarmıştır. Sorensen (1997) geçerli uygulama ve teorilerin neden yeterli olmadığını üç madde halinde açıklamıştır. (1) Liderlik, teşvik, yenilik, girişimcilik ve sosyal değerler gibi faktörler, kalkınmanın önemli değişkenlerindendir. Bu faktörlere önem verilmemektedir. (2) Birçok ekonomik model yeni dünya koşullarını yansıtmakta geri kalmaktadır. (3) Politik ve bürokratik işlemlerin anlaşılmasında ve aşılmasında çeşitli zorluklar vardır. Bu zorluklar bölgesel sorunların aşılması konusunda bilimsel bir zeminin oluşturulmasını yavaşlatmaktadır (Bailly ve Gibson, 2004: 132-133). 20. yüzyıldaki kalkınma modellerinin dinamikleri inovasyon sistemleri, yazılı olmayan bilgi, öğrenme organizasyonu, kültürel teori ve yönetişimden meydana gelmektedir. İnovasyon modelleri, ulusal yenilik sistemlerinin oluşturulmasına, uygulamasına büyük önem vermekte olup, yenilik sürecinde tek bir aktörden farklı olarak birçok aktörün karşılıklı ilişkisinin önemine vurgu yapmaktadır (Tiftikçigil, 2007: 328).