• Sonuç bulunamadı

3.2. Türkiye’de Kamu Yönetimi Disiplininin Modernizasyon Süreci

3.2.1. Türkiye’de Modern Devletin İnşası

Batı Avrupa’da modern devletler, feodalitenin yıkılışı ile başlayan ekonomik ve siyasal dönüşümlerin bir uzantısı olarak kurulmuştur. Feodal sistemin çöküşü ile burjuvazinin yükselip siyasal iktidarda yükselişini kapsayan söz konusu dönüşümler,

devlet biçiminin de dönüşümüne sebep olmuştur. Avrupa’da modern devletlerin

meşruiyet zeminini ise ulus kavramı oluşturmuştur. Önce patrimonyal ve mutlakıyetçi devlet alanında gelişen ulus kavramı, kralın ilahi bedeni yerine ulusun tinsel kimliğinin konulması neticesinde anlam kazanmıştır. Bu bağlamda fiziksel toprak parçası ve nüfus, yeni kimlik kazanan ulusun aşkın bir uzantısı olarak düşünülmüştür. Dolayısıyla, ulus kavramı monarşik devlet yapısının patrimonyal bedenini miras almış ve ardından onu başka bir şekilde yeniden icat etmiştir. Bu yeni iktidar yapısı bir yandan mutlakıyetçi yönetim mekanizmaları diğer yandan ise kapitalist üretim süreçleri aracılığıyla kurulmuştur. Sorunlu bir yapısal ilişkiye dayan bu örüntü, “…kan ilişkilerinin biyolojik bir sürekliliği, toprağın uzamsal bir

sürekliliği ve dilsel ortaklık” temelinde oluşturulan kültürel ve birleştirici bir ulus kimlik yaratmıştır (Hard ve Negri, 2001: 116).

Türdeşliğin nesnel bir zorunluluk haline geldiği bu yapıda, ulusal kimlik

kültürel bir içerik sunarak aidiyet bilinci kazandıran bir araç olarak sunulmuştur

(Gellner, 1992: 89). Modern düşünceyle kurumsal bir nitelik kazanan bu süreç, Batılı uygarlıkların tarihsel gerçeklikleri doğrultusunda şekillenmiştir. Bir takım sınıflar, gruplar, haneler ve en nihayetinde ise devlet birbirlerini tamamlayan zincirin halkalarını oluşturmuşlardır. Dolayısıyla modern devlet evrimsel bir ilerlemeyle meydana gelen yerel nitelikleri bünyesinde barındırmaktadır (Olugbade, 1989: 72).

Bu bağlamda modern devlet kademeli bir kurumsallaşmayı içeren kendine özgü bir yapıya işaret etmektedir. Batıda gittikçe genişleyen ekonomik bir sistemin merkezinde yer alan ve kendine özgü sosyal oluşumlar içinde kurulan bu yapı, diğer birçok ülkede ise bağımlılık koşulları çerçevesinde gelişen sosyal oluşumlar içinde oluşmuştur. Dolayısıyla Batıda devleti belirleyen niteliklerden farklı olarak Batı dışı toplumlarda modern devletlerin nasıl ortaya çıktıkları değil, nasıl inşa edildikleri söz konusu olmuştur (Erkış, 2013: 67). Bu noktada modern devletin düzen kavramıyla birlikte açıklanması konuyu daha aydınlatıcı kılacaktır. Kısaca kapitalist üretim ilişkilerine bağlı yeni düzen ya da akılsallıkla tanımlanabilecek modern devletin batı dışı toplumlarda var olabilme koşulu söz konusu düzenin yapay şekilde inşa edilmesiyle gerçekleşir. Bu durumda söz konusu toplumlarda modernleşmenin de Batıdaki gibi kendiliğinden oluşan bir ‘süreç’ olarak değil, bir ‘model’ olarak görülmesi ve tanımlanması gerekmektedir (Toker, 2006). Pozitivist perspektifteki bu

bakış açısı, toplumu belli bir toplumsal düzenin taklit edilmesi sonucuna götürür.

Bu noktada özellikle modernlikle devlet inşası arasında bağıntı kuran

Fukuyama devlet inşasının aynı zamanda güçlü kurumlar ile ilişkili olduğunun altını çizerek, iyi işleyen kurumların ise belli bir düşünce yapısının varlığını gerektirdiğini vurgulamıştır. Nitekim modern devletlerin elinde bulundurduğu bir takım mekanizmaların işleyişi için bu düşünce yapısına gereklilik vardır. Çünkü devlet, elinde bulundurduğu yasal güç kullanma tekeli ile varlık kazanmaktadır. Bununla birlikte söz konusu güç, bir yandan Hobbes’un ifade ettiği “herkesin herkesle savaşı” olduğu durumu ortadan kaldırırken, diğer yandan bir takım çatışmalara sebebiyet

verebilmektedir. İşte bu noktada modern unsurlar güç kullanımını yasal bir çerçeveye uydurmanın, devleti ehlileştirmenin ve ona itaat eden insanlarca meşru kabul edilmenin bir yöntemini sunmaktadır. Fukuyama bu bağlamda modern devletin evrensel olmadığını vurgulamaktadır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan devlet inşası furyasının da bu nedenle Asya, Afrika ve Ortadoğu’nun birçok ülkesinde rafta

kaldığını ileri sürerek bu durumun ise başarısız devletleri ortaya çıkardığını ifade

etmektedir (Fukuyama, 2012: 17, 23-24). Bu nedenle Fukuyama başarılı devlet

yapısına sahip ülkelerin diğer ülkelere öncü olmaları ve devlet inşasında rol model olarak kabul edilmeleri gerektiğine işaret etmektedir.

Diğer yandan Batı dışı toplumlarda modern devletler genel olarak orijinal modelin tesisinden farklı şekilde beliren güç, yapı ve süreçler üzerine inşa olmuşlardır. Bu kapsamda söz konusu toplumlarda devleti değerlendirmeye yönelik kullanılan ölçütlerin de Batıdakinden farklı olması gerekmektedir (Olugbade, 1989:

64). Öncelikle devlet oluşumu, içsel ve dışsal dinamiklerle birlikte

değerlendirilmelidir. Çünkübu toplumlarda devlet çoğunlukla kendi doğal yapısını

borçlu olduğu türdeşleştirici akımlardan yoksun bir ortamda oluşmuştur. Örneğin

Batıda modern devletlerin oluşumunda etkin rol oynayan toplumsal sınıflar ve iyi işleyen sivil toplum yapısı, söz konusu toplumlarda ancak modern devletten sonra varlık gösterebilmiştir. Hatta çoğunlukla toplumun modernleştirilmesi misyonunu üstlenen devlet, Batıdaki modern devletin oluşumuna zemin hazırlayan sivil toplumu da kendisi yaratmıştır (Erkış, 2013: 67).

Batıda modern devlet, vatandaşların kendi aralarında kurdukları diyalog neticesinde güçlerini devrettikleri süreci temel alan somut bir gerçekliğin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Bu gerçekliği Türkiye özelinde değerlendirecek olursak ise modern devletin kendi anlayışını vatandaşlarına tanıtan bir üst egemenliğin ürünü

olarak ortaya çıktığını söylemek mümkündür (Attar, 2004: 646). Modernleşme

sürecinin hissedilmeye başlandığı on dokuzuncu yüzyılda dahi modern devleti oluşturacak milli hareketlenme toplumsal düzeyde henüz başlamamıştır. Cumhuriyet döneminde doğu-batı eklektizmini ele alan düşünürlerinden Ahmet Ağaoğlu, geç başlayan milli hareketlenme sürecini üç temel nedene bağlamıştır. Bunlardan ilki toplumun daha çok mezhep çatışmalarına olanak veren devlet örgütlenmesine sahip

olmasıdır. İkincisi tarih yazımının neredeyse tamamen İslamiyet üzerinden kurulmasıdır. Son olarak ise toplumsal düzeyde büyük bir milli bilinç yokluğunun bulunmasıdır (Gümüşoğlu, 2003: 269–274). Osmanlı Devleti yayılmacı siyasetinin temeline her daim İslam kimliğini yerleştirmiş ve bir ulus kimliğin en temel bileşenlerinden olan dil konusunda Türkçeyi yaymayı hiç düşünmemiştir. Türklük üzerinden yükselen uluslaşma dalgası ancak yirminci yüzyılın başlarında toprakların yavaş yavaş kaybedilmesi ile Osmanlı aydınlarının bu duruma ürettikleri çözümün

bir parçası olarak ortaya çıkmaya başlamıştır (Ergüneş, 2017: 3-4). Böylece evrensel

olduğu kabul edilen düşünce biçimleriyle şekillenen modern devlet inşası, Türkiye’de çoğu az gelişmiş ülkede olduğu gibi ekonomik, sosyal ve politik yapıların taklit edilmesiyle yapay bir model etrafında gelişmiştir. Bununla birlikte süreci yöneten yerel seçkinlerin, her ne kadar batılı politik fikirlere sahip olsalar da, batı modelini sadece soyut haliyle nakledebildiklerinin de altı çizilmesi gerekmektedir (Olugbade, 1989: 72-78).

Söz konusu koşullar Türkiye’de uzun yıllar boyunca neden modernleşme sürecinin bürokrasi aracılığıyla toplum düzeyine aktarılmaya çalışıldığını açıklamaktadır. Batıda kendiliğinde gelişen süreçlerin Türkiye’de devlet tarafından yürütülmesi aynı zamanda varlığını tümüyle devlette bulan bir toplumsallığın içinde devletçi olma zorunluluğunu da ortaya çıkarmıştır. Devlet, modern devlet modeline uygun şekilde kendisini inşa ederken, aslında sadece kurmuş olduğu bu düzen içinde anlam kazanan toplumsallık da yaratmış olmaktadır. Bu durumda toplumsallık sadece yapıcısında tanımlanabildiği için devlet aşkın bir nitelik kazanmış ve her türlü

anlam, bilgi ve değeri devlet içinde kurumsallaştırmıştır (Toker, 2006).

3.2.2. Türk Kamu Yönetimine Klasik Kamu Yönetimi Anlayışının