• Sonuç bulunamadı

Türk Kamu Yönetiminde Modernizasyon Sürecine Yönelik Eleştiriler

3.2. Türkiye’de Kamu Yönetimi Disiplininin Modernizasyon Süreci

3.2.3. Türk Kamu Yönetiminde Modernizasyon Sürecine Yönelik Eleştiriler

Dünya üzerindeki tüm yaşam alanlarını kapsayan bir değişimin ilk sembolleri hiç şüphesiz ki sanayi devrimi, Aydınlanma ve modernleşmedir (İçli, 2003: 101). Söz konusu gelişmeler Batılı ülkelerin günümüzde sağladıkları avantajlı konumu elde etmelerinde ve sürdürmelerinde oldukça önemli bir konuma sahiptir. Öyle ki tarihsel bağlamda Batılı ülkelerin yakalamış oldukları bu gelişim trendine ayak uyduramayan ülkeler, gelişim çizgisinde hala mücadele vermektedir. Söz konusu ülkelerin gelişme sorunu ise toplumsal, kültürel ve siyasal yapı farklılıklarıyla birlikte değerlendirilmektedir.

Batılı anlamda bu dönüşüm sürecinin dünya genelinde yaygınlık kazanışı ise modernleşme kavramıyla ifade bulmuştur. Bu kavram, Batı’nın elde ettiği üstünlüğün ideolojik perspektifte yayılışını da simgelemektedir. Dünyadaki egemenliğini diğer toplumları ötekileştirerek pekiştirmeye çalışan Batı, aynı zamanda bu toplumları Bacon’ın bilgiyi ‘güç’ olarak tasvir eden düşünce yapısıyla sömürgeleştirmeye yönelmiştir. Bu sömürüsünü haklılaştırmak için ise

modern/geleneksel ayrımını kullanarak pozitivist bir mantık içinde bir bilgi sistemi

oluşturmuştur (Çetin ve Yücedağ, 2010: 90).

Böylece sistematik bir düşünce yapısı haline gelen modernleşme, dünyanın artık Batı açısından değerlendirilmesine imkân sağlamış, toplumlar modern-gelişmiş

ve geleneksel-gelişmemiş toplumlar olarak genel bir sınıflandırmaya tabi

çözümün Batı olduğu algısı, hâkim ideolojik yapının temelini oluşturmuştur. İnsanlık bu şekilde doğrusal bir ilerleme çizgisinde evirilmeye mecbur tutulmuştur (Coşkun,

1989: 291-293). Batı dışı dünyanın bu evirilmede kendi iç dinamiklerinin etkisinin

zayıf olması ve hatta çoğunlukla hiç olmaması ise söz konusu müdahaleyi meşru kılmıştır. Sonuçta buradaki amaç, Batılı olmayan toplumların modernleşmesine yardımcı olmaktır. Dolayısıyla ortaya atılmış kuramlar açıkça, batılı olmayan toplumların batılı olanlardan ayrılmasına yönelik olarak geliştirilmiştir. Çünkü ortada dönüştürülmeye mahkûm olan bir farklılık bulunmaktadır. Bu nedenle modernleşme kuramları ile oluşturulacak ilerleme şeması da geleneksellikten modernliğe geçmek için çaba gösteren ya da göstermesi gereken öteki ülkeler için gerekli olduğu algısı yaratılmıştır (Köker, 1990: 27).

Doğası gereği Batı dışı toplumların durumuna işaret eden modernleşme süreci, bu nedenle gelişme için de tek bir evrensel doğru olduğu iddiasındadır. Buna göre söz konusu toplumların Batı tarafından çağdaş olarak nitelendirilen yaşam, liberal yönetim, ekonomik yapı, kültür ve inanç biçimlerine yönelmeleri gerekmektedir (Tekinalp, 2005: 75). Bu bağlamda sanayileşme, sekülerizm, akılcılık ve ulus devlet gibi kavramlar çerçevesinde örgütlenen modernlik, ulusların daha üstün bir konuma yükselebilmesi için tek yol olarak kabul edilmektedir. Modernleşme kuramları ise evrensel olduğu varsayılan bu doğruları, az gelişmiş

ülkelerin yapısal sorunlarına çözüm olarak sunmaktadır.

Dünyayı hiyerarşik bir düzen içinde kurgulayan modernleşme sürecinin temeli bu nedenle evrimci bir anlayışa dayanmaktadır. Dolayısıyla modernleşme öteki toplumlar için özgür bir gelişmeyi değil, birbiriyle bağlantılı dönüşüm

süreçlerini ifade etmektedir (Der Loo ve Reijen, 2003: 114). Bu bağlamda söz

konusu sürecin yeni bir sömürgecilik dönemini başlattığı kabul edilmektedir. Bilindiği gibi sömürgecilik, tarihin belki de en eski sorunlarından bir tanesidir. Her

ne kadar II. Dünya Savaşı’ndan sonra sömürgeciliğe yönelik politikalar miadını

doldurmuş gibi görünse de, sanayi devriminden sonra başlayan bu sürecin bugün hala farklı şekillerde sürekliliğini koruduğu iddia edilmektedir. Günümüzde ülkeler arasındaki ilişkilerin temeli de işte bu unsur etrafında şekillenmektedir.

Modernleşmenin teorik bir çerçevede incelenmesi özellikle Ferdinand Tönnies ve Emile Durkheim’in katkısıyla gerçekleşmiştir. Toplumları modern ve geleneksel olarak iki genel kategoriye ayıran bu düşünürler, aynı zamanda toplumlar arasında var olan hiyerarşik ilişki yapısının da temellerini atmışlardır. Batı Avrupa'da yaşanan toplumsal oluşumları tanımaya ve anlamlandırmaya çalışan bu düşünürlerin ürettikleri yaklaşımlar ve çözümleme teknikleri, genelleştirilmiş bir sömürgeci oryantalistik çerçevede harmanlanarak yeni düşünce modelleri ve toplum projeleri haline dönüştürülmüştür (Solmaz, 2011: 42-43). Böylece tüm dünyaya dikte edilen modernleşme tarzı, tek tip bir toplumsal yapı -yani tek tip kültür, değer, davranış ve giyim tarzı gibi özellikler- inşa ederek, küresel ölçekte evrensel bir dünya düzeni içine girilmiştir. Söz konusu yaşam tarzı kapitalizmin gelişimi için de gerekli bir duruş yaratmıştır.

Tönnies, geleneksel toplumdan modern topluma geçiş sürecini ‘Gemeinschaft’tan Gesellschaft’a yani cemaatten cemiyete geçiş olarak nitelendirmiş ve tipolojisini ussallık temelinde oluşturmuştur. Cemaat, akrabalık ve dayanışma bağlarının çok güçlü olduğu, homojen nitelikli geleneksel toplum özellikleri göstermektedir. Cemiyet ise artan nüfus ve işbölümü ile birlikte kurum ve ilişkiler düzeyinde yapısal farklılaşmanın başladığı, yazılı kurallar ve bürokrasinin yerleştiği, bireyselleşmenin hızlandığı, sanayileşmiş modern toplum niteliklerini yansıtmaktadır. Bu doğrultuda geleneksel cemaat toplum yapısından modern cemiyet toplum yapısına geçiş de duygusal ve kendiliğinden ilişkilerin yerini yapaylık ve akılcılığa bırakmasıyla gerçekleşmektedir (Kaya, 2012: 112-113).

Durkheim ise toplumsal işbölümünü esas alarak kavramsallaştırdığı ‘mekanik’ ve ‘organik’ dayanışma tipolojilerinden hareketle bu süreci açıklamıştır. Bu dayanışma tipolojileri hem geleneksel ve modern toplumların betimsel bir sınıflandırması hem de toplumsal yapının giderek farklılaşmasıyla ortaya çıkan değişimlerin teorik bir ifadesidir (Turner vd., 2010: 357). Çok az bir işbölümünün bulunduğu geleneksel toplumlarda birey ile toplum arasında dolaysız bir ilişki bulunmaktadır. Bu toplumlarda insanlar sadece aynı şeyleri hemen hemen aynı

biçimlerde yapmakla kalmayıp, aynı düşünce ve gelenekleri de paylaşmaktadırlar.

dayanışma’dan söz etmektedir. İşbölümünün giderek yaygınlaştığı modernleşmekte

olan toplumlarda ise, insanların birbirine olan bağımlılığı da giderek artmaktadır.

Çünkü insanlar gittikçe artan bir oranda birbirlerinin eylemlerinin sonuçlarına bağımlı hale gelmektedir. Böylece insanlar arasında ‘organik dayanışma’ ortaya çıkmakta ve modernleşme gerçekleşmektedir (Der Loo ve Reijen, 2003: 18-19). Bu sebeple Durkheim’e göre tarım toplumundan endüstri toplumuna geçiş yapmak; aynı işleri aynı tekniklerle yapmak yerine, endüstri toplumunun bir gereği olarak, teknoloji ve işbölümü ağırlıklı bir yapılanmaya gitmeyi ve yine endüstri toplumunun bir gereği olarak geniş aile biçiminden sanayide kullanılmaya çok daha elverişli çekirdek aileye geçmeyi gerektirmektedir. Yani topyekûn geleneksel cemaat dayanışmasından organik dayanışmaya geçiş yapmak gerekmektedir (Er, 2014: 430- 431).

Modernleşmenin kuramsal bir boyutta incelenmesi ise 1950’li yıllardan sonra, Batı’da oluşan yeni siyasi ve ekonomik gelişmelerin yarattığı ihtiyaçlara karşılık olarak gerçekleştirilmiştir. Kamu yönetimi disiplininin Batı dışı dünyaya aktarıldığı bu dönemde, modernleşmeye ait paradigma öteki ülkelere yönelik bir gelişim çizgisi de tayin etmiştir. Bu gelişim çizgisinde ise modernleşme genellikle ‘Batılılaşma’ ile özdeş tutulmuştur. Dolayısıyla modernleşme/batılılaşma süreci,

başka bir toplumsal gerçekliğe ait yerel değerlerin bilim aracılığıyla diğer

topluluklara dayatılması bağlamında sorunlu bir alan oluşturmuştur. Bu sorunlu alanın en büyük yansıması kamu yönetimi disiplininde kendini göstermiştir. Türkiye’de de aktarma bir disiplin olarak işlev gören kamu yönetiminin kendi içerisinde kuram ve kuramcı çıkaramamasının en temel nedeni ülkenin disiplini kendi toplumsal gerçekliğiyle ilişkilendirmemesi olarak kabul edilmektedir (Zengin, 2007: 40).

Bu nedenle Türk modernleşmesine yönelik yapılan çalışmalarda karşılaşılan

eleştiri konularından biri modernleşmenin teorik alt yapısının oldukça temelsiz şekilde ele alındığı yani felsefi/düşünsel yönünün eksik kaldığına yöneliktir.

Modernleşme sürecindeki amacın çağdaşlaşmaktan çok devletin devamlılığını

sağlamak olarak belirlenmesi bu durumun nedeni olarak görülmektedir. Ülkede Batılı kurum ve kavramlar alınırken, uzun soluklu felsefi tartışmaların yapılmadığı

ve düşünsel yapı üzerinde durulmadığı kaydedilmiştir (Özkan, 2014: 924). Osmanlı’nın son dönemlerinde devleti çöküşten kurtarmak isteyen aydınlar arasında özellikle toplum mühendisliği ağır pragmatist yaklaşımlar etkili olmuş ve pozitivizm ön plana çıkmıştır. Aklı ve bilimi temsil ettiğine inanılan pozitivizm ile toplumun bir düzen ve ilerlemeye kavuşturulabileceği düşünülmüştür. Fakat pozitivizmle ilk temas eden aydın kesimi de dâhil hiç kimse pozitivizmin ‘bilgi kuramı’ olma niteliğine yani bilimsellik anlayışına doğrudan ilgi duymamıştır. Bu nedenle pozitivizmin etki ettiği alanlarda da Batıyı taklit etmekten öteye gidilememiştir. Pozitivist paradigmanın bilim kuramına herhangi bir bakış açısı kazandırmak ya da özgün bir takım eklemeler yapmak yerine var olan düşüncenin doğrudan alınması söz konusu olmuştur. Doğal olarak da bilgiyi üreten olmaktan çok kullanan pozisyonda kalınmıştır (Özkan, 2014: 923-924). Böylece değişim çabalarında genel olarak şekli boyut ön plana çıkmış ve uzun yıllar düalist yapılanmanın hâkim olduğu eklektik bir görünüm sergilenmiştir. Bu bağlamda bir yandan Batı bürokrasisinin doğrudan transferiyle kurumsallaşma yaratılmaya çalışılırken, diğer yandan eski yönetimden devralınan geleneksel yapılar sürekliliğini korumaya devam etmiştir. Tarihsel olarak süregelen geleneksel ilişkiler ise yönetimi, hem yönetici sınıfın çıkarlarını daha çok desteklemeye yöneltmiş hem de söz konusu sınıfa yakın kişilere çifte standart uygulanmasına yatkın hale getirmiştir.

Modernleşme çerçevesinde Batı dışı toplumlara yönelik geliştirilen oryantalist çalışmalar, bu süreçte ortaya çıkan sorunların çözümünde sıkça başvurulan yaklaşımları içermektedir. Batı kapitalizminin temel karakteristikleri üzerine yapmış olduğu çözümlemelerin yanı sıra Doğu toplumlarını da bu perspektifte değerlendiren Weber’in geleneksel otorite tipleri (gerontokrasi, patriyarkalizm ve patrimonyalizm) bu yaklaşımlardan en önemlisini oluşturmaktadır. Türkiye özelinde değerlendirilirse Weber’in özellikle Doğu toplumlarının piyasa güçlerinin gelişimine izin vermeyen merkezi yapısını açıklamak üzere geliştirdiği patrimonyalizm (kişisel ilişkilere dayalı yönetim) üzerinde durulması gereken bir kavramdır. Bu kavramsallaştırma modernleşme sürecini üretemeyip bir anlamda bu sürece maruz kalan tüm toplumlar için önem taşısa da ataerkil zihniyetin hâkim olduğu bir imparatorluğun kalıntıları üzerine kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti için bu

önem bir kat daha artmaktadır. Ataerkil zihniyet geleneksel patrimonyalizmin sosyal, siyasal ve iktisadi yapılarını şekillendiren yegâne unsur olup, modernliği doğuran zihniyetle de tamamen karşıt kutuplarda konumlanmışlardır. Nitekim modernleşmenin önündeki en büyük engellerden birisi olarak görülen ataerkil zihniyetin, modernleşmenin tezahürleri olan kurum, yapı ve hatta anlayışların içine dahi nüfuz ederek (E. Nişancı, 2002: 123) onları işlevsizleştirdiği ifade edilmektedir.

Patrimonyalizmin etkinliğinde modernitenin en önemli unsuru olan feodal yapılar yerine mülk devleti anlayışının devlet geleneğine yansıması ve burjuva siyasetinin yer almamasının da rol oynadığı ifade edilmektedir. Öyle ki Batı modernliğinin temelini oluşturan burjuvazi-aristokrasi çatışması, kapitalizm ve modern burjuva toplumunun oluşumuna uygun bir zemin hazırlamışken, Doğu toplumsal çatışmaları tamamen elimine ederek yağmacı ve despotik bir egemenlik geleneği yaratmıştır (Weber, 1999: 19-21). Eisenstadt (1963) söz konusu niteliğinden dolayı Batı dışı toplumların modernleşme sürecinde moderniteyi doğurmak yerine onu deforme ettiklerini ifade etmiş, bu toplumlardaki yönetsel yapıyı tarif etmek için

ise ‘neo-patrimonyalizm’ kavramını kullanmıştır. Bu doğrultuda Türk kamu

yönetimine ilişkin Heper ise şu sonuçlara ulaşmıştır: “Uygulamada Türk kamu

bürokrasisi neo-patrimonyal bir örüntü gösteriyor. Türk kamu bürokrasisi, bir ölçüde

biçimsel de kalsa, hukukiliğin çok kuvvetle vurgulandığı patrimonyal bir kurumdur.

Weberci kavramlarla ifade etmek gerekirse, Türk kamu bürokrasisi, patrimonyal- yasal bir bürokrasidir. Bürokrasi son derece kapsamlı bir hukuk düzeninin üzerinde

oturmakta, ancak kurallar patrimonyal bir espri ile uygulanmaktadır.” (Heper, 1977:

74). Nitekim Türk kamu yönetiminde bürokratik yapılanmanın, olması gerektiğinden çok daha geniş bir yetki ve sorumluluk alanı dâhilinde faaliyet gösterdiği görülmektedir.

Bu şekilde Türk kamu yönetiminde modernleşme hedefi bir süreç içinde benimsenmiş olsa dahi hem içinden çıktığı kültürel özellikleri, hem de demokrasiye izin verici öğelerden yoksunluğu nedeniyle pratiğe aktarılamamıştır (Köker, 1990:

17-18). Bürokrasiler genellikle yönetici elitin çıkarlarını desteklemeye yönelmiş, bu

yüzden de modernleşmenin sosyal ve ekonomik amaçları sınırlı kalmış, kurulu düzenin devamlılığı için ancak asgari düzeyde desteklenmiştir. Bu bağlamda yapılan

düzenlemeler sadece bazı Batılı ülkelerden yapılan doğrudan aktarma usullerle sınırlı kalmıştır. Modernleşme yolundaki bu doğrudan aktarmacı anlayış, yeni bürokratik kurumların faaliyet alanlarını genişletmelerine neden olmuştur (Eisenstadt, 1965:

228-231). Dolayısıyla modernleşmeye yönelik çabalar, bürokrasinin etkinliğini değil

hacmini arttırmıştır. Devlet aracılığıyla modernleşme sürecini yaşayan ülkede siyasal elit, gerçekleştirmek istediği sınırlı değişimler ile korumak istediği konumunu askeri ve sivil bürokrasi aracılığıyla sağlamaya yönelmiştir. Bu durum ise yönetim ile siyasal sürecin beraber işlemesine neden olmuştur.

Türk kamu yönetiminde süregelen geleneksel ilişki ağları, modern kamu yönetimine hâkim yönetim-siyaset ayrılığı ile meritokrasinin temel ilkelerine dayalı bürokrasi anlayışının etkinleştirilememesinin nedeni olarak kabul edilmiştir. Modernliğin Türkiye gibi birçok çevre ülkede tam anlamıyla karşılık bulamaması ise onun büyük ölçüde tahrif edilerek aktarılmasına bağlanmıştır. Bu savunu evrensellik noktasında modernliğe yönelik yapılan eleştirileri bir nevi haksız kılmaya yönelik olarak da algılanabilir. Nitekim bu düşünceye göre “kurulan yeni devletlerin siyasal kültürü, demokratikleşme ve ulus inşa süreçlerinde yaşanılan sorunlar moderniteye değil, modernitenin yanlış okunmasına ve uygulanmasına” bağlanmaktadır (Roth,

1968: 197; aktaran Yıldırım, 2012: 6-8). Fakat dünya genelinde yaşanan

konjonktürel gelişmeler yine de klasik kamu yönetim anlayışının başarısızlığını gün yüzüne çıkarmakta ve modernleşme sürecinin gündeme getirdiği katı ve sert

örgütlenme yapılarıyla evrenselci tekniklerin sorgulanmasına neden olmaktadır.

Nitekim Türkiye örneğinde de görüldüğü gibi söz konusu teknikler uygulama aşamasında her koşulda başarı sağlayamamış ve birçok değişikliğe de uğramış bulunmaktadır. Bu durum klasik yaklaşımlara özgü tekniklerin evrensel ve nesnel olma niteliklerini önemli ölçüde sarsmış bulunmaktadır. Bu çalışmada da yönetim tekniklerinin doğduğu topraklara ve var oluş koşullarına (burjuva siyaseti, kültürel yapı ve rasyonalist kurumsallaşma gibi) büyük ölçüde bağlı durumda olduğu görülmüştür. Türkiye’de modernleşmeyle gündeme gelen kamu yönetimi anlayışı aktarmacılığa dayalı bir kurumsallaşma yaratmış ve gerekli kültürel koşullar bulunmaksızın yaratılan bu kurumsallaşma, idari açıdan bir kapasite boşluğuna düşülmesinde etkili olmuştur (Avaner, 2009: 247).

Pozitivist paradigmanın meşruluğunu yitirmesinde etkili olan bu eleştiriler bir süre sonra daha demokratik, insan hakları savunuculuğunu üstlenen, liberal, çoğulcu ve görünüşte tüm kültürlere saygılı olan yeni bir düşünce yapısı yaratmıştır. Batılı

ülkelerde neo-liberal politikalarla uygulanan yeni yaklaşımlara meşru bir zemin

sağlayan bu düşünce yapısı özünde ise öteki ülkeleri yeniden aynı çerçevede (evrensel nitelikli ilkeler seti aracılığıyla) gelişmeye mahkûm etmiştir (Tekinalp,

2005: 75-76). Bu süreçte Türkiye gibi pek çok ülkede çoğulcu ve demokratik

unsurlar etrafında devlete karşı piyasanın etkinliğini sağlamaya yönelik hedeflerle kamu yönetimi yeniden yapılandırılmıştır. Serbestleşme politikaları uygulanmış ve dış kaynaklı yeni koşullara tekrar uyum sağlanmaya çalışılmıştır. Söz konusu politikaların uygulanmasında her ne kadar etkinlik ve verimlilik ihtiyaçlarına dayalı iç taleplerden de beslenilmiş olsa, çoğunlukla IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası bağış/teşvik kuruluşlarının ve diğer uluslararası danışmanların politika önerilerinden yani dış baskılardan etkilenilmiştir. Bu kurumlar idari yapıların uluslararasılaşmasında ya da batı tipi idari yapıların Batı dışı ülkelerde yaygınlaşmasında oldukça etkili olmuştur.

3.3. Türk Kamu Yönetiminde Yeniden Yapılanma Arayışlarının