• Sonuç bulunamadı

2.3. Yeni Kamu Yönetimi Yaklaşımlarının Egemen Paradigmalar Çerçevesinde

3.1.2. Ekonomik Yapı

Bilindiği gibi günümüz dünyasında ekonomik sistem ve toplumsal yapılar, sermaye sisteminin sürekli geliştirilmesi amacı doğrultusunda kapitalizm aracılığıyla biçimlendirilmeye maruz kalmaktadır. Bu kapsamda egemen paradigmalar çerçevesinde açıklanmaya çalışılan yönetim yaklaşımlarına özgü alt yapı ise kapitalist sistemin yarattığı fordist ve posfordist üretim şekillerinin belirleyiciliği altında anlamlandırılmaktadır. Bir az gelişmiş ülke açısından bakıldığında, Batı kaynaklı bu kavramların mevcut yapı üzerindeki etkilerini ifade etmek ise hayli sorunlu bir alanı teşkil etmektedir. En nihayetinde belli bir toplumsal yapıya özgü kavramlarla başka bir toplumsal yapının dönüşümünü anlamak bir takım açmazları

beraberinde getirmektedir. Ayrıca egemen olan düşünce kalıpları evrensel nitelik arz

etseler de içinden çıktığı toplumsal yapının çıkarlarını korumaya hizmet etmektedir (Er, 2014: 414). Bu kapsamda öncelikle Batıda kapitalist sistemi tamamlayan ekonomik unsurlar karşısında Türkiye’de modernleşme sürecine hâkim ekonomik alt yapıyı incelemek çalışma açısından yol gösterici olacaktır.

Batı modernliğini doğuran kurucu unsurlardan en önemlisi hiç şüphesiz burjuva sınıfıdır. Sermaye aracılığıyla güçlenen ve kapitalizmin yerleşmesiyle sınıfsal bir nitelik kazanan burjuvazi, Batıda ekonomik alan başta olmak üzere diğer tüm alanları (devlet, yönetim, hukuk, kültür, eğitim, din vb.) kendi çıkarlarına göre dizayn etmiştir. Sermayenin sınırsız birikimine dayalı kapitalizm uzun vadede

kendisine ait büyük bir hegemonik sistem kurmuştur. Sistemin devamlılığını

sağlamak için ise kazanmaya, kar ve çıkar peşinde koşmaya, her zaman için daha fazlasını elde etmeye odaklı bir insan figürü yaratmıştır (Durdu, 2018: 129). Zamanla

tüm toplum bu hedeflere ulaşma yönünden sınıflaşmış ve Batılı toplumların dönüşümünü açıklayan unsurları oluşturmuştur.

Türkiye’de ise yapısal açıdan toplum böylesi bir dönüşüme tanıklık edecek tarihsel birikime sahip değildir. Osmanlı’dan devralınan ekonomik yapı, burjuva sınıfının oluşumuna ve sermayenin devlet dışı güçlerde birikmesine engel olmuştur. Ev ve iş mekânlarının birbirlerinden henüz ayrılmadığı, kar odaklı ticari faaliyetlerin ise inanç sistemi dâhilinde uygun görülmediği yapısıyla doğal olarak sermaye

birikimi de sağlanmamış, Batıda olduğu gibi toplumsal sınıflar oluşmamıştır (Durdu,

2018: 129-130). Bu nedenle ekonomik yapı, devletin kural koyan ve yöneten misyonu altında şekillenmiştir.

Osmanlı’da ekonominin temel dayanağı tarımdır ve tarımda kullanılan toprakların geneli ise devlet mülkiyeti altındadır. Devlet mülkiyeti dışında kalanlar ise vakıf ve mülk arazilerinden oluşmaktadır. Üretici kesim bu toprakların tasarrufçusu konumundadır. Fakat bu tasarruf hakkı tüm tarımsal arazilerde belirli şartlar altında kullanılabilmektedir. Örneğin; köyden ayrılmak isteyen köylünün mutlaka has, tımar, vakıf ve mülk arazi sahibinden izin alması gerekmektedir. Ayrıca izin almış olsa dahi üretimi aksatmanın bedeli olarak ‘Çiftbozan’ vergisini ödeme zorunluluğu bulunmaktadır. Reayanın elindeki toprakların büyüklüğü ise genel olarak standardize edilmiştir. Yani herkes gelir durumu açısından az çok eşitlenmiştir. Toprak büyüklüğünü arttırıp daha fazla kazanç sağlanmasına yönelik bir uygulama söz konusu değildir. Köylünün ne miktarda ekim yapacağından ne ekeceğine kadar tüm üretim sistemi devlet kontrolü altındadır (Faroqhi, 2011: 159). Dolayısıyla ekonomik yapıda özel mülkiyete dayalı ilişkiler gelişmemiştir.

Bununla birlikte toplumsal düzeyde özel mülkiyetin gelişmesini sağlayacak maddeye bağımlı bir insan tipi de bulunmamaktadır. İnsan iradesi karşısında yer alan ilahi takdire boyun eğme düşüncesi, üretimde aşırı kaderci bir yapının oluşmasına zemin hazırlamış ve geleceğe yönelik birikim yapmaktan çok günlük ihtiyaçları karşılayacak düzeyde üretime katılmayı meşru kılmıştır. Dolayısıyla toplumsal yapının kurucu öğelerinden dini inançlar ekonomiyi de etkilemiş, insan nefsi karşısında daha çok kanaatkâr olma güdüsü ön plana çıkmıştır. Dünya hayatının gelip geçiciliği, zengin olunsa dahi kar peşinde koşma hevesini baskılamıştır.

Reayanın toplumsal konum açısından, Ortaçağ Avrupa’sındaki köle sınıfından daha iyi düzeyde olması da kar ve çıkar odaklı bir düşünce yapısının ortaya çıkmasını engellemiştir. Devletin reaya üzerinde bir sömürüsü olsa dahi bu rahatsız edecek boyutta değildir. Üstelik reayanın da çeşitli hakları bulunmaktadır ki bu haklarının korunmasına yönelik kadılara dahi başvurabilmektedir. Reaya sadece toprağa bağlıdır. Fakat bu durum merkezi devletin gelirini karşılaması ve iktidarın sürekliliğinin sağlanması için bir zorunluluktur (Kongar, 1985: 59). Nitekim üretimden elde ettiği artı gelir ile devlete bağlı bazı kurumları (asker ve memurları) beslemek zorundadır. Bu durum özel mülkiyeti elinde bulunduran devletin bu düzeni devam ettirecek önlemleri arasında gelmektedir (Berkes, 1969: 49).

Bu bağlamda Osmanlı’nın feodal bir yapı içinde açıklanamayacağı söylenebilir. Merkezi devlet sisteminin varlığı, aristokrat bir sınıf hiyerarşisinin olmaması, özel mülkiyetin ve sermaye birikiminin gelişmemesi çoğu kaynakta Osmanlı’nın feodal olarak nitelendirilemeyeceği düşüncesini desteklemektedir. Fakat konuya yönelik makro çalışmalardan yola çıkarak, Kongar (1985: 323-324) yine de bu hususta şekillenen iki temel görüşün detaylarını aktarmıştır. Bunlardan ilki Osmanlı’da toplum yapısının Batıdakinden farklı bir gelişim çizgisi doğrultusunda ilerlemediğine yöneliktir. Bu görüşün başlıca temsilcileri İsmil Hüsrev Tökin, Behice Boran ve Mübeccel Belik Kıray’dır. Bir diğer görüş ise Osmanlı’nın Batı Avrupa’dan farklı ve kendine özgü bir gelişim çizgisi doğrultusunda ilerlediğine yöneliktir. Bu görüşü savunanlar daha yoğunlukta olup başlıca temsilcileri Sencer Divitçioğlu, Doğan Özlem, Şerif Mardin, Halil Cin, Mehmet A. Kılıçbay, Ömer. L.

Barkan, Halil İnalcık, Metin Heper ve İdris Küçükömer’dir.

Osmanlı’yı feodal olarak nitelendiren görüşlerin kalkış noktaları tımar sistemi

ile bu sistem içinde yer alan sipahi-reaya ilişkisinin senyör-serf ilişkisine benzediği

düşüncesidir. Fakat Timur (1994: 36), Batıdaki feodal sistemin Osmanlı’da neden bulunmadığına yönelik karşılaştırmalı analizlerinde bu durumu şöyle açıklamıştır: “Osmanlı İmparatorluğunda Tımar sisteminin uygulanması birçok gözlemcinin Batı feodalitesiyle Osmanlı devleti arasında bir benzerlik aramalarına yol açmıştır. Aslında bu benzerlik hadiselerin biraz zorlanmasına dayanmaktadır. Avrupa feodalitesi, 10.yüzyıldan itibaren çok farklı şekiller almış ve devamlı olarak da evrim

içinde olmuştur. Bununla beraber, ‘feodal toplum’ deyince üzerinde hemen anlaşılabilen bazı kriterler vardır. Bunlar a) insan münasebetinin yerini soyut bir

senyör-serf münasebetinin alışı, b) aristokratik bir hiyerarşinin bulunuşu ve c)

monarşik iktidarın ancak sembolik bir anlam taşımasıdır. Oysa Osmanlı tımar

sisteminde bu unsurların hiç birisi mevcut değildir. Avrupa feodalitesinde devlet

otoritesi … parantez içine konmuş iken, Osmanlı devletinde tımar sistemi bizzat padişahın otoritesini sağlayan bir vasıta olmuştur. Senyörün mutlak iktidarına karşılık, Tımarlı sipahi padişahın bir ajanıdır.” İşte bu ayrım Osmanlı-Türk devlet sisteminin tarihsel açıdan biricikliğine yapılan vurgunun temelini oluşturmuştur. Barkan ve İnalcık gibi yazarlar tımar sisteminin eşitlikçi, adil ve diğer yandan durağan bir toplum yapısı ortaya çıkardığını ve bunun da güçlü merkez anlayışına zemin teşkil ettiğini ifade etmişlerdir. Öyle ki, adalet ilkesine tam anlamıyla uyan bu yapı toprak sisteminde devlet mülkiyeti ve korporatist toplumu inşa ederken, köylü sınıfın ezilmesi ve sömürülmesine de engel olmuştur. Dolayısıyla Osmanlı-Türk sistemi feodalizmden ayrılmış ve kendine özgü bir yapı sergilemiştir (Yılmaz, 2012: 120-121).

Özellikle 1960’lı yıllarda sıklıkla tartışılan bu konu Osmanlı-Türk toplum yapısını şekillendiren üretim tarzının çözümlenmesine yönelik farklı kuramsal açıklamaları gündeme getirmiştir. Bunlardan en önemlisi Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT)’dır. ATÜT Çin, Hindistan, Osmanlı ve Latin Amerika gibi ülkelerin toplumsal değişimini açıklamak üzere geliştirilmiş Marxist bir yaklaşımdır. Genel

olarak ilkel-feodal-kapitalist-sosyalist toplum düzeneğine uymayan toplumların

gelişim aşamaları için bu çerçeve çizilmiştir. Böylece Batının toplumsal değişimine benzemeyen diğer toplumların incelenmesi hedeflenmiş ve bu doğrultuda yine Doğu ile Batının toplumsal yapılarının kaçınılmaz zıtlığı üzerine oturan oryantalist yaklaşımlardan beslenilmiştir (Boztemur, 1999: 80). ATÜT kısaca toprak mülkiyetinin devlet veya despotik bir gücün elinde bulunduğu durumu açıklamaktadır. Devlet tüm üretim faaliyetlerini halk eliyle gerçekleştirmektedir. Halk ise tamamen toprağa bağlı durumdadır. Üretim neticesinde elde edilen artık ürün halktan vergi ve haraç gibi çeşitli araçlarla tahsis edilmektedir. Osmanlı’da da tımar sistemi bu durumla uyumlu şekilde toprak mülkiyetsizliği ve artık ürün

paylaşımına dayalı bir düzen üzerine kurulmuştur (Şaffak, 2015: 214). Bu düzen özel mülkiyetin ve yeterli birikimin gerçekleşmemesine, dolayısıyla da kapitalist sistemin gelişmemesine nedendir.

Osmanlı-Türk sisteminin ekonomik yapı ve değişimi üzerine yapılan incelemelerden diğer dikkat çekeni Wallerstein tarafından geliştirilen ‘Dünya Ekonomik Sistemi Analizi’dir. Wallerstein'a göre kapitalist dünya ekonomisi, on beşinci ve on altıncı yüzyıllarda Avrupa' da ortaya çıkan ekonomik ilişkileri ifade etmektedir. Söz konusu ekonomik ilişkiler günümüze kadar kapitalist olmayan bölgeleri de kapsayarak kendi işleyiş düzeni içine almış ve yayılmıştır. Osmanlı'da özellikle on dokuzuncu yüzyılda ticari tarımın gelişmesi, imparatorluğun kapitalist sisteme dâhil olması ve bu sistem içinde bir çevre ekonomisi haline gelmesine yol açmıştır. Böylece toplumsal ilişkiler dış etkenlere ve özellikle Avrupa pazarlarının istemlerine göre değişmeye başlamıştır. Wal1erstein, modern dünya-sistemini üç yapısal temel üzerine kurmuştur: Bunlardan ilki dünya-ekonomisinde daha ileri ve gelişmiş bir ‘merkez’ile daha azgelişmiş ve dengesiz şekilde büyüyen ‘çevre’ekonomileri arasındaki doğrusal işbölümüdür. Bu iki bölge arasında ise merkezle ilişkileri bakımından çevre olan çevre ile ilişkileri açısından da merkez

durumunda olan ‘yarı-çevre’ekonomiler bulunmaktadır. Bu kapsamda merkez-çevre

ilişkileri ‘ulusal’ ekonomi ile sömürge ekonomileri biçiminde kurulmuştur. İkincisi ekonomik açıdan ve hukuksal açıdan kurumsallaşan ülkeler uluslararası dünya sisteminin temel unsurlarını oluşturmaktadırlar. Üçüncü ise sermaye birikiminin temelini oluşturan sermaye ile işgücü arasındaki ilişkiler kapitalist ekonominin kendini yeniden üretmesini ve yayılmasını sağlamaktadır. Bu kapsamda Wallerstein kapitalist sistemin yaygınlaşmasının kapitalist olmayan ekonomilerin yeniden yapılanmasına yol açtığını vurgulamıştır. Böylece geleneksel ekonomilerde yeni üretim döngülerinin yaratılması, artı değerin yeniden dağıtımının düzenlenmesi ve kapitalist sistemin yayılması sağlanmış olmaktadır (Wallerstein ve Hopkins, 1982: 11-12; aktaran Boztemur, 1999: 102-103). 11-12

Kapitalist sistemin kapitalizmin dışında yer alan üretim biçimlerini nasıl yeniden yapılandırdığına yönelik öne çıkan yaklaşımlardan eklemlenme teorisine de burada değinmek gerekmektedir. Teorinin referans isimlerinden P.P. Rey (1973;

aktaran Ercan, 2012: 156) iki üretim tarzının eklemlenme sürecini şu şekilde ele almıştır:

1) Kapitalist üretim biçimiyle girilen ilişki neticesinde kapitalizm öncesi tarzın güçlendiği ilk aşama;

2) Kapitalist üretim biçiminin derinleşmeye başlaması neticesinde kapitalizm öncesi tarzın hem kapitalizmin boyunduruğu altına girdiği hem de sürekliliğini koruduğu aşama;

3) Kapitalizm öncesi tarzın tarım da dâhil tüm alanlardan ortadan kalktığı

fakat Üçüncü Dünya’nın henüz ulaşamadığı aşamadır.

Bu durumda Rey, Üçüncü Dünya’nın halen bir geçiş formasyonu yaşadığını

vurgulamaktadır. Aynı doğrultuda J. G. Taylor da kapitalist ya da emperyalist sızmanın bir neticesi olarak kapitalist üretim tarzının önceleri başat olan üretim tarzını kendisine tabi kıldığını ancak daha sonraki süreçte iki toplumsal formasyondan ilkinin ikincisi üzerinden başat konuma yükseldiğini ifade etmiştir. Bu noktada geçiş halindeki toplumsal formasyonların kapitalist üretim biçiminin baskın şekilde var oluşuna rağmen iki farklı üretim biçiminin bir birleşimine işaret ettiğini belirtir. Dolayısıyla geçiş aşamasında kapitalizm sadece biçimsel olarak koşullanmaktadır. Yani kimi sektörlerde kapitalist biçim korunmaya devam ederken kimi sektörlerde dönüşüm ya tamamen ya da kısmi bir şekilde yaşanmaktadır. Söz konusu koşullar ise geçiş halindeki toplumsal formasyonların ekonomik alt yapısını oluşturmaktadır (Ercan, 2012: 156-160).

Aşağıdaki Tablo 3.1. incelendiğinde merkezde uygulanan fordist sistem ile çevre ülkelerde uygulanan sistemin oldukça büyük bir ayrım içinde olduğu görülmektedir. Tablodan da anlaşılacağı üzere sistem merkez ülkelerde bir sermaye birikimi aracılığıyla ortaya çıkarken, çevre ülkelerde bağımlılık koşulları çerçevesinde ortaya çıkmıştır. Bu durumun genel bir neticesi olarak ise çevre

ülkelerde sosyo-ekonomik, siyasal ve kültürel yapılarda varılmak istenen standart

sosyal refahın ancak minimal düzeyde gerçekleşebildiği görülmektedir (Sönmez, 2016: 55).

Tablo 3.1. Merkez ve Çevre Ülkelerde Ekonomik Alt Yapı Bileşenleri

Kaynak: Sönmez, 2016: 47.

Ekonomik yapının ‘kapitalist olan’ ve ‘kapitalist olmayan’ arasındaki bağ üzerinden değerlendirilmesinde kaçınılmaz olarak başvurulan ve konuya Batılı bir bakış açısı sunan diğer bir kaynak Weber’e aittir. Rasyonalitenin olmadığı, keyfi,

geleneksel otoriteye dayalı ve idarecilerin aile reisi modeline uygun olarak

davrandığı yönetim biçimini Doğu toplumlarına atfeden Weber, bu kıstasları ‘Doğu Despotizmi’nin bileşenleri olarak kabul etmiş ve Batı modernleşmesinin tam zıttı olarak açıklamıştır. Doğu despotizmi esasında toprak mülkiyetini elinde bulunduran idareci kesime gönderme yapmaktadır. Buna göre gelenek ve kişisellik üzerine kodlanan doğulu devletlerde piyasaya hâkimiyet kapitalizmin gelişmesi önünde bir engeldir. Weber, Doğu despotizmi düşüncesinin iktidar aygıtını ise geleneksel otorite tipi olan patrimonyalizm ile açıklamıştır (Çakır ve Şahin, 2015: 20-24). Ona göre

Merkez Çevre/Yarı Çevre

Fordist sermaye birikimi rejimi (yoğun sermaye birikimi ve tekelci regülasyon) ve uluslararası işbölümü

Uluslararası işbölümü/IMF-Dünya Bankası/Ekonomik bağımlılık

Refah Devleti Uydu sanayiler

Genişleyen kamu ekonomisi Yabancı sermayeye bağımlı ithal ikameci sanayileşme/planlama/minimalist sosyal devlet (yaygın değil)

Örtüşen Keynesçilik, Fordizm ve refah devleti/Tekelci-devlet-kapitalizm(i) (karma ekonomi)

İvme kazanan-devrimci nitelik taşımayan- ulusalcı hareket

Soğuk Savaş Faşist/Otoriter rejimler (yarı sömürge Faşizmi Yerel savaşlar: Kore, Vietnam (Fransız ve ABD

işgali), Cezayir, vd.

Yabancı sermayeye bağımlı ithal ikamesinden ihracata yöneliş:

Birinci sanayileşme dalgası: “Zalim/Gaddar Taylorizm” (1960’lı yıllar)

İkinci sanayileşme dalgası: “Çevre Fordizmi” (1970’li yıllar)

Emperyalizm, yeni sömürgecilik ve ABD

hegemonyası Gelir yoksulluk bölüşümünde aşırı eşitsizlik ve Yükselen sınıf mücadelesi ve başkaldırı

Propaganda/Parola (ABD yönetimince kullanılan): Kalkınma ve “Hür Dünya’nın korunması”

Aşırı dış borçlanma

Sonuç: Ekonomik kriz ve post-fordist birikim

rejimine geçiş: Neo-liberal saldırı

Sonuç: Dış borç krizi ve IMF

politikaları/yapısal uyarlama: Neo-liberal saldırı

Doğu despotizmi ve onun iktidar aygıtı olan patrimonyalizm kapitalist ekonominin gerektirdiği para ekonomisi, burjuva sınıfı, özgürce işleyen emek pazarı, özerk şehirler, rasyonel hukuk ve doğal olarak modernlik düşüncesinin neden Doğu toplumlarında henüz oluşmadığına yönelik en önemli açıklamayı sunmaktadır.