• Sonuç bulunamadı

1.4. Pozitivist Paradigma ve Evrenselcilik Anlayışının Klasik Kamu Yönetim

2.1.2. Bilim Anlayışındaki Değişim ve Yorumlayıcı Paradigma

On dokuzuncu yüzyıldan sonra doğa bilimleri alanında elde edilen

kazanımlar, bilimin değer içerikli diğer alanlara olan üstünlüğünü tartışılmaz bir şekilde kabul ettirmiş ve hakikate normatif bir anlam içinde erişilebileceğine yönelik inancı kuvvetlendirmiştir. Buna göre hakikatin dil ve kültürden bağımsız gelişen bir olgu olduğu, öznenin ise “evrensel bir şekilde düşünen ve dünyanın nesnelliğinin kendisinden çıkartılacağı anlam oluşturucu, egemen cogito” olduğu varsayılmıştır (Turan, 2011: 33). Özneyi evrenin merkezine yerleştiren bu anlayış ona bir taraftan evreni dönüştürebilecek önemli bir rol atfederken, diğer taraftan da onu saat gibi işleyen mekanik bir evrenin düzenine uymak zorunda kalan bir nesne olarak kabul etmiştir.

Bu düşünce modern dönemde Batılı kapitalist toplumların, kendi toplumsal pratiklerinin doğal temellere dayandığını iddia etmek suretiyle oluşturdukları özgül politik bir düzeni ve bu düzen içindeki genel insani durumu ifade etmektedir. Söz

konusu düzen içinde kapitalizmin işleyişini sürdürmesi için gerekli olan

yalıtılmış/örgütsüz insan figürü, onun yüceltilmesi ve atomik bir yapıyla özdeşleştirilmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Buna göre insan, kendi çıkarları doğrultusunda hareket eden tipik bir müteşebbis olarak algılanmış ve kendi çıkarları peşinde koşan bir varlık olarak da insani dayanışma dışlanmıştır. Böylece onu doğadan yalıtılmış tek başına bir varlık olarak tanımlamıştır (Turan, 2011: viii).

Bununla birlikte yirminci yüzyılda faşist rejimlerin ortaya çıkması, dünya

savaşlarının patlak vermesi ve kapitalizmin genişleme eğilimi göstermesiyle birlikte

insanlık yeniden örgütlenmeye ve kendi sınıfsal yapılarını fark etmeye yönlenmiştir. Tek tipleştirilmiş ve kendi tarihselliklerinden soyutlanmış insanların bu farkındalığa

erişmeleri ise, daha önce kabul edilen bilimsel metodolojinin yeniden güncellenmesini gerektirmiştir. Bilginin mutlak ve evrensel olduğu görüşü, toplumsal yapılardaki parçalanmanın da etkisiyle, meşruluğunu yitirme noktasına gelmiştir. Daha önce zaman ve mekanın ötesinde ortaya atılmış hakikat unsuru, bilimsel bilgiye yönelik nedensellik, nesnellik ve determinizm gibi yaklaşımların sorgulanmasıyla yeniden tartışmaya açılmıştır.

Bu sorgulama epistemolojik bağlamda belirsizlik, görecelik ve rastlantısallık gibi temel ilkeleri gündeme getirmiştir. Söz konusu ilkelerin gündeme gelmesinde - tıpkı daha önce olduğu gibi- fizik alandaki gelişmelerin rolü oldukça önemlidir. Newton’un mutlak zaman ve mekân anlayışı yerine, Albert Einstein’in zaman ve mekânı göreceleştiren ‘rölativite kuramı’nın; yine Newton’un mekaniği yerine atom altı parçacıklara odaklanan Max Planck’ın ‘kuantum mekâniği’nin ve bunların ardından ise Karl. W. Heisenberg’in ‘belirsizlik ilkesi’nin gündeme gelişi bu süreçte etkili olan temel öğelerdir. Bu gelişmelerin öncelikle, modern bilim anlayışının bizlere sunmuş olduğu en önemli ilkelerden kesinlik ilkesini sarstığı ifade edilebilir. Klasik fizik bilindiği gibi, dünyayı parçalara ayıran ve bu parçaları nedensel yasalara

göre düzenleyen bir yöntemle kurulmuştur. Evrenin bir saat gibi çalışma şekli ile

deterministik tasviri birbirleriyle çok yakından bağlantılıdır. Bununla birlikte kuantum teorisi göstermiştir ki, dünya aslında nedensel yasalar ve birbirinden bağımsız olan unsurlardan oluşmamaktadır. Buna göre “…bilgi üretim sürecinde

suje-obje ayrımı yıkılmış ve parçacıkları arasındaki ilişkinin nedensellik değil,

rastlantısallık ilkesine göre yürüdüğü kabul edilmiştir. …Suje-obje ayrımının ortadan kalkması ile deney ya da gözlem yapan yani bilgi üreten kişinin de bilgi üretim sürecinin parçası olduğu görüşü yerleşmiştir.” Dolayısıyla değerden bağımsız bir bilim anlayışının mümkün olmadığı anlaşılmıştır. Çünkü bilim adamları kendi zihinsel kalıpları –kavram, düşünce ve değerleri- ile yakından ilişkilidir. Bu anlayış ise, bilimde belirsizliğin geçerli olduğu ve doğrunun bir olasılık şeklinde ifade edilebileceği düşüncesini kuvvetlendirmiştir. Yani gerçek parçalanmış bir yapıdadır

ve yoruma açık bir öznellik taşımaktadır (Şaylan, 2009: 61-62, 232-233).

Düşün dünyasındaki bu değişim, modern dönemin dünyayı algılayış biçimini büyük bir yapıbozuma uğratmıştır. Bu hususta Jacques Derrida modernliğin tek bir

hakikat anlayışına en büyük eleştiriyi yaparak, her şeyin dilsel olarak kurulduğunu

ifade etmiştir. Buna göre metnin dışında hiç bir şey yoktur yani dilin dışında

herhangi bir nesnel gerçeklik bulunmamaktadır. Yorumlanan her şey dil dolayımından geçmektedir. Dolayısıyla gösterenden bağımsız bir gösterilen bulunmamaktadır. Bu durum bilimsel önermelerin de göreli olduğu sonucuna bizi götürmektedir. Dildeki anlamlandırma özerkliği, dışsal gerçekliğin nesnel bir temsiliyetine olanak vermemektedir. Çünkü anlamlandırma yapılırken hangi şeyin daha ussal olduğu düşüncesi, zaman ve uzay boyutlarına göre değişkenlik gösterecektir (Şaylan, 2009: 260).

Derrida özellikle toplumsala yönelik konularla ilgili bilim alanında bir tür ‘hermeneutics’ (bilimin özgür insan yorumlamasına dayanması) kurgusu yapmıştır.

Bu durum nesnel bilim anlayışına karşılık, postmodernliğin çok sesliliğe dayanan

yapısına uygun olarak yorumlayıcı bir bilim anlayışını geliştirmiştir. İnsanlığın özgürleşimine de katkı sunacağı düşünülen bu anlayışın bir diğer sembollerinden Paul Feyerabend ‘Her Şey Gider’ teorisiyle nesnel ölçütler içeren çalışmaları reddetmiş ve bu düşüncesini şu sözlerle savunmuştur: “tarihin sağladığı zengin malzemeye bakan ve onu aşağılık içgüdülerini tatmin etmek ve şiddetli entelektüel güvenlik nöbetlerini açıklık, kesinlik, “nesnellik”, “gerçek” gibi terimler altında dindirmek için fakirleştirmeye yeminli olmayan herkes sonunda görecektir ki, tüm şartlar altında ve insani gelişmenin tüm evrelerinde savunulabilecek tek bir ilke vardır: ne olsa uyar.” (Feyerabend, 2017: 47). Feyerabend bilime yönelik bakış açısını, modern dönemin baskın olan bilim anlayışına eleştirisi üzerinden kurgulamıştır. Buna göre modernliğin ya da pozitivizmin tüm dünyada kurduğu hegemonya, Batının siyasal iktidar ve askeri üstünlüğüyle ilişkilidir. Aslında bilimsel yöntemin evrensellik niteliği, onun doğruluk derecesinden değil de dünya sistemiyle kurmuş olduğu ilişkiden kaynaklanmaktadır (Hira, 2000: 93). Bu açıdan Feyerabend bilimsel bilginin üstünlük ve evrenselliğini yıkarak, onun yerine yerelliği ön plana çıkarmaya çalışmıştır. Ona göre her ulusun kendi kültürel özelliklerini yansıtan ve kendi gereksinimlerini karşılayan bir bilime sahip olması mümkündür. Bunun gerçekleşmesi için ise, söylemlere yönelik çokluk ortamının korunabilmesi yani bilimin ideolojilerden arındırılması, özellikle de demokratik toplumların bilimden

korunması gerekmektedir. Çünkü ancak böyle bilimin diğer söylemlerle (bilgi türleriyle) kökensel eşdeğerliliği anlaşılacaktır. Bu da ancak ayırıcı (bilimi diğer söylemlerden ayıran) ve bütünleştirici (farklı alanları konu edinen etkinlikleri bir yöntem ölçütüne göre bilimsel kılan/bilimsellik çatısı altında birleştiren) bir yöntemin yokluğunda ya da yöntemler çoğulluğunda mümkün olacaktır. Bağımsız bir Üçüncü Dünya biliminin geliştirilmesi, böylesi bir ortamda gerçekleşecektir (Feyerabend, 1999: 9-12).

Modern dönem düşünce yapısına ilişkin yaptığı çözümlemelerle, Avrupa’nın dünyaya egemen olma sürecini araştıran düşünürlerden Bauman da postmodernliği kültürlerin, geleneklerin, ideolojilerin ya da yaşam tarzlarının sürekli ve ihmal edilemeyecek çoğulculuğunun farkında olunduğu bir dönem şeklinde tanımlamıştır. Bu dönemde çoğul olan şeyler, evrimsel bir çizgiye oturtulamayacakları ya da ortak problemlerin doğru veya yanlış çözümü olarak sınıflandırılamayacakları gibi, birbirlerinden değerli veya değersiz olarak da görülemeyeceklerdir. Bu anlayışa göre hiçbir bilgi, onu mümkün kılıp anlamlandıran kültürel ve geleneksel bağlamları dışında değerlendirilemeyecektir. Zira bu bağlamın dışında doğrulanabilecek hiçbir

‘geçerlilik ölçütü’ de söz konusu değildir (Adams, 1999: 257). Bauman (2003: 131),

postmodern dönemin ortaya çıkış nedenini, modern dönemden farklı olarak evrensel

ilkelere, totaliter rejimlere ve homojen toplumsal tasavvurlara karşı gelişen hoşnutsuzluğuna bağlamıştır. Bu dönemin düşünce yapısını oluşturan yorumsamanın

tikelliğe karşılık farklılıklara olan hoşgörülü tavrı onu daha da çekici hale getirmiş ve

böylece toplumda tüm yaşam biçimlerine yer verme idealini oluşturmuştur. Söz konusu düşünceye göre, hiçbir yaşam biçimi herhangi bir yaşam biçimini kısıtlayacak kadar tartışmasız değildir. Bu bağlamda Bauman’a göre eşitlik ve kardeşlik modern dönemin sloganları iken; farklılık ve hoşgörü ise postmodern

dönemin ateşkes formülü olmuştur.

Giddens da aynı doğrultuda toplumsal yaşam hakkında edinilen bilginin, dünyayla ilgili en güvenilir bilgiyi sağlasa dahi, kanıtlanamayacağını ileri sürmüştür. Çünkü söz konusu koşullarda artık hiçbir bilgi kesin değildir. Üstelik bu durum toplum bilimleri kadar doğa bilimleri için de eşit derecede geçerlidir (Giddens,

şeylerin (ilklerin) bulunduğu ve bu şeylerin dolaysız olarak, yani dilin ve kültürün dikkate alınmaksızın kavranabileceği ve nesnel bir doğruya (ya da gerçekliğe) ulaşılabileceği inancı artık büyük bir dönüşüme uğramış bulunmaktadır (Çağan, 2009: 76).

Bu yönleriyle yorumlayıcı paradigma temelciliğe, genelleştirmeye ve büyük anlatılara karşı çıkarak; meşrulaştırma çerçevelerini reddetmiş bulunmaktadır.

Pozitivizmin indirgemeciliğine ve tek yöntem fikrine karşı çıkan postmodernistler;

homojenleştirilmeye çalışılan dünyaya heterojenliği önermişlerdir. Çünkü farklı dünya görüşlerinin bulunduğu bir dünyada, homojen toplum projesi ancak baskı yoluyla kurulabilecektir (Hira, 2000: 94). Bu çerçevede postmodernistler gerçekliği tanımlarken odak kavramından kaçınmaya çalışmışlardır. Zira Batı düşüncesi ortaçağlarda Tanrı odaklıyken, Rönesans’tan sonra insan odaklılığa kaymış bulunmaktadır. Hâlbuki onlara göre kesin, evrensel ve bütünüyle tanımlanabilir bir gerçeklik bulunmamaktadır. Bu yüzden ya odaksızlık ya da çok-odaklılıktan söz etmek daha anlamlı olacaktır (Aydın, 2006: 34). Nietzsche’nin modern bilimdeki hakikat istencinin bir sonucu olarak gördüğü bilimsel bilgi üretiminin artık yaşam üstünde hiçbir egemenliğinin kalmadığı düşünülen bu koşullarda bilim tarihsel, kültürel ve toplumsal bir insan eylemi olarak görülmeye başlanmıştır (Robinson, 2000: 84-85).

Bu bağlamda yorumlayıcı paradigmanın epistemolojik bağlamda yarattığı en önemli dönüşümün ‘aklın ölümü’ olarak ifade edilen durum olduğu belirtilmelidir.

Postmodern döneme ilişkin olarak ilk defa Lyotard tarafından ifade edilen bu

kavramsal tanımlama, modern dönem özelliklerine karşıt olarak; anti-akılcılık,

nominalizm, öznellik, yorumsayıcılık, belirsizlik, seçmecilik ve iradecilik gibi

ilkelere yaslanmış bulunmaktadır. Modernliğin bilgiye özcü, indirgemeci ve temelci bir biçimde yaklaştığını savunan postmodernlik akıl değil, akılları ön plana çıkarmaktadır. Doğrular yalnızca teorilerin içinde vardır, teoriler arası ortak doğrular yoktur. Hiçbir kuram evrensel/bütünsel açıklamalarda bulunamayacaktır (Şaylan,

2009, 138-139). Dolayısıyla postmodern bilim anlayışı yani yorumsama klasik

hakikat, akıl, kimlik, nesnellik, evrensel ilerleme, büyük anlatılar ya da bilimsel açıklamanın başvurabileceği tekil çerçevelerden kuşku duyan bir düşünce yapısı

çerçevesinde şekillenmiştir. Aydınlanmanın argümanlarına karşılık dünyanın olumsal, temelsiz, çeşitli, istikrarsız, belirlenmemiş nitelikte dağınık kültürlerden ya da yorumlardan ibaret olduğunu iddia etmektedir (Eagleton, 1999: 9). Aşağıdaki tablo modern bilimin dayanaklarına karşı eleştirilerden beslenen postmodern bilim anlayışının hangi anti tezleri kullandığını görmemiz açısından önemlidir.

Tablo 2.3. Modern Bilimin Dayanakları ve Postmodern Eleştiriler

Modern Bilimin Dayanakları Postmodern Eleştiriler

Gerçeklik:

Bilimin araştırma konusu, insanın dışında, orada duran, keşfedilmeyi bekleyen nesnel gerçekliktir. Bilimin incelediği nesnel gerçeklik, öznel olan bireyin iç dünyasından bütünüyle ayrıdır. Dolayısıyla, dışsal-içsel, nesnel-öznel ayrım söz konusudur.

Bireyden, kültürden ve dilden bağımsız bir gerçeklikten söz edilemez. Gerçeklik, aynı sosyal ortam içinde bulunan bireylerin kendi dünya algılarını tanımlamak için oluşturduğu zihinsel anlamlardan ibarettir. Bu yüzden bireylerin zihinsel yapıları, toplumsal nitelikli kültür ve dilin dışında orada duran, keşfedilmeyi bekleyen nesnel bir gerçeklikten söz edilemez. Dışsal-içsel, nesnel-öznel gibi ayrımlar geçersizdir. Her şey özne, kültür ve dil temelinde yapılanır.

Bilgi:

Gerçekliğe ilişkin bilgi nesneldir. Öznel inançların, beklentilerin, yerel-kültürel değerlerin onda yeri yoktur. Çünkü bilgi ve değer farklı şeylerdir. Bu bilgi, nesnel gerçekliğin, duyusal yöntemlerle araştırılması ile elde edilir ve dış dünyanın bilişe yansımasının bir ürünüdür. Olağan dilin dışına çıkan; duyusal, sınanabilir, matematikselleştirilen bir dille ifade edilir.

Bilişin, dilin ve kültürün dışında var olan, bireyden ve toplumdan bağımsız bir bilgiden söz edilemez. Bilgi, duruma özgüdür, bağlamsaldır ve bireysel ve toplumsal anlamların bir tür dışavurumudur. Bireylerin, belli bir bilişsel yapı ve kültür içinde nesnelerle etkileşimleri sonucu oluşur. Bu yüzden onun oluşumunda, kullanılan dil, sosyal etkileşim ve bireysel anlamların yaşamsallığını değerlendirmede önemli bir görev üstlenir.

Doğruluk:

Deneysel süreçlerle elde edilir ve bireyden bağımsızdır; bu yüzden sınanabilirdir. Sınanabilir olana ilişkin olan nesnel doğruluk, doğal olarak tektir ve evrenseldir. Bu açıdan doğruluğun ölçütü, nesneye uygunluktur. Nesnesine uygun bilgi, doğru bilgidir.

Doğruluk özde, bireysel ve toplumsal bir temele dayanır. Bu açıdan onun özünü, bireyin kendi anlamlarıyla diğer bireylerin anlamlarının çelişmemesi, yani özneler-arasılık oluşturur. Doğruluğa yönelik uygunluk kuramı doğru değildir; çünkü bireyin zihni nesnel gerçekliği olduğu gibi yansıtan bir ayna değildir. İnsanla gerçeklik arasına, zihin, kültür ve dil gibi öğeler girdiği için doğruluk tek olamaz; ona çoklu bir bakış açısıyla yaklaşmak gerekir. Yaşamsallığa bağlı doğruluk, diğerlerinin anlamlarına karşı kendi anlamlarını sınamasını gerektirir.

Nesnellik:

yüzden onlar, doğa üzerinde doğrudan ya da dolaylı gözlem veya kontrol edilmiş deneylerle evrene özgü dışsal yasaları saptamaya çalışırlar.

kuramsız gözlem kördür. Çünkü tüm gözlemler kuram yüklüdür. Zira gözlemler, zihin, belli kişilerin ya da grupların eğilimleri, inançları aracılığıyla yorumlanır ve onların deneyimleri tarafından güdümlenir. Aynı zamanda, kültür ve dil tarafından biçimlendirilen zihinlerce tartışılır ve şeylerin gerçek doğası, anılan nedenlerden dolayı gözlemle fiilen bilinemez. Kısacası, yalın ve nesnel gözlem yoktur.

Bilimsel İlerleme:

Bilimin ereği, evrene ilişkin nesnel doğruları araştırmaktır. Bunu görmezden gelen, nesnel geçekliği ve doğruluğu yadsıyan kişi, kendi değer yargılarını, inançlarını ve beklentilerini ortaya koyuyor demektir. Bilim, nesnel verilerin birikimiyle ilerler.

Bilim aslında, nesnel doğruları elde edemez; sadece sosyal güçlere karşılık olarak içeriden ya da dışarıdan bilimsel topluluğun kendi doğrularına ulaşmalarına olanak sağlar. Bilim, başat ideolojilerin hizmetindedir. Bilimsel bilgide meydan gelen periyodik değişimler, bilim insanlarının bir kısmının etkisiyle irrasyonel bir şekilde, devrimlerle gerçekleşir, sistematik araştırmalarla değil.

Bilimsel Ussallık ve Yöntem:

Bilim, ussal bir etkinliktir. Bu, bilim insanlarının kullandığı tümevarımsal ve tümdengelimsel çıkarımda açıkça ortaya çıkar. Bilimsel bir araştırma yapılırken; - Problem ya da sorunun çerçevesi belirlenir, - Soruna yönelik hipotezler geliştirilir, - Hipotezlerin mantıksal sonuçları belirlenir, - Hipotezler sınanır.

- Hipotezlere ilişkin gözlemler ve deneyler yapılır ve yorumlanır,

- Yanlış olan hipotezler ayıklanır.

Bu şekilde işleyen, bilimsel yöntem bir ve tektir.

Bilimin ussal bir etkinlik olup olmadığı tartışmalıdır; çünkü ussal olma, nesneler dünyasının nesnel olarak algılanmasını ön koşul olarak varsayar. Oysa nesneler dünyası, zihin, dil ve kültür aracılığıyla kavranmaktadır. Bu yüzden kimi kültürlerde, Avrupalıların evren sözcüğünü kullandıkları anlamda nesnel şeyler ve nedenler söz konusu değildir. Farklı kültürlerde nesneler dünyasına uygulanan mantık, dilsel yapıların farklılaşması yüzünden değişmektedir. Anılan nedenlerden dolayı tek bir bilimsel yöntemden söz edilemez; yöntemsel çoğulculuk ve buna bağlı olarak bilimsel çoğulculuk egemendir.

Hipotezlerin Sınanması:

Hipotez, bir soruna yönelik olası bir açıklamadır. İleri sürülen bir hipotez, yanlış çıkmasını olası kılan koşullar altında test edilebilir. Ayrıca değerli olan hipotez deneyimlerin ötesine yönelik bir ön deyide bulunmalıdır.

Bilim insanları, hipotez oluştururken nesnelliğini kaybeder. Bu yüzden o, imgelem gücüne, beklentilerine, inançlarına dayanır. Bu yüzden kimi durumlarda bilim insanı, fiilen var olan anlayışla çelişen verileri görmeyi yadsır.

Verileri İşleme:

Bilim insanı, verileri kendi hipotezini doğrulayan olgu ve olaylardan seçerek, taraflı ve seçmeci davranamaz. Onlar, kendi hipotezlerinin gerçekten kabul edilen şeylerle örtüşüp örtüşmediğini keşfetmeye çalışmalıdırlar.

Hipotezler basit bir biçimde ham veriden doğmazlar. Aksine onlar, gözlemcinin zihninin ürünüdürler ve verileri düzenlerken onun tarafından ona yüklenirler. Bilim insanı, hangi bilginin yararlı hangisinin yararlı olmadığına aksi halde nasıl karar verir?

Temel Varsayımlar:

Bilimin temel varsayımları, yani hareket noktaları, bilimsel yöntemce kanıtlanabilir olmasalar da, mantıksal bir çıkış yolu olarak kabul edilmelidirler. Bilim insanı bunları yadsıyarak kendi öznel ön kabulleriyle hareket edemez.

Modern bilim açık bir biçimde, herkesçe doğru kabul edilemez; çünkü pek çok birey ve kültür onu yadsır. Modern bilimde temele alınan hareket noktalarının seçilmesi kendi başına özneldir ve Batılı perspektifi yansıtır. Bu yüzden farklı kültürler ve farklı bilim insanları, farklı hareket noktaları seçebilir. Bu yöntemsel çoğulculuğun olmazsa olmaz koşuludur.

Bilimin Sonuçları:

Bilim, insanın dış dünya üzerindeki egemenliğini artırmalı, doğayı denetim altına alarak insan yararına sunmalı ve dönüştürmelidir. O, bütün insanların yararına kullanılmalıdır.

Modern bilim, doğaya zarar vermiş, ekolojik dengeyi bozmuş, yarardan çok zarar getirmiş, silahlanma yarışında ve savaşlarda önemli bir rol üstlenmiştir. Öte yandan, kapitalizme hizmet etmiş, tüketim kültürünü tetiklemiştir.

Bilimin Sonuçları:

Bilim, insanın dış dünya üzerindeki egemenliğini artırmalı, doğayı denetim altına alarak insan yararına sunmalı ve dönüştürmelidir. O, bütün insanların yararına kullanılmalıdır.

Modern bilim, doğaya zarar vermiş, ekolojik dengeyi bozmuş, yarardan çok zarar getirmiş, silahlanma yarışında ve savaşlarda önemli bir rol üstlenmiştir. Öte yandan, kapitalizme hizmet etmiş, tüketim kültürünü tetiklemiştir.

Bilimin Seküler Temeli:

Bilim, seküler bir etkinliktir, maddeyi ve maddî süreçleri temel alır. Mistik ve metafizik unsurları işin içine karıştırmaz. Ancak sınanabilir olan önermeler ya da sınanabilir önermelerin türetilebildiği kuramsal yapılar bilimseldir.

Modern bilim, dini, nesneler dünyasının dışına itmiş, materyalizmin yaygınlaşmasına hizmet etmiştir. Ruhsal olayları bile maddî süreçlere indirgemiştir. Bugün yaşanan ahlaksal yozlaşmaların gerisinde, bilimin pompaladığı materyalist dünya görüşü yatmaktadır.

Kaynak: Aydın, t.y.: 8.

Modern bilime dair diğer eleştirel dayanak ise, bu bilimin elde ettiği sonuçların kapitalizmin hizmetinde uygulandığı düşüncesinden kaynaklanmıştır. Bu gruptaki eleştiriler ise daha çok, insani değerler üzerinden yükselen ve doğu kültürüne yönelen ‘anti-bilim’ hareketi şeklinde nitelendirilmektedir. Bu hareket, toplumları tek düze hale getiren evrensel ilkeler ile farklılıkları kendi potasında eritmeye çalışan modern yaşam tarzına karşı bir başkaldırı niteliği taşıyıp, bir takım marjinal gruplardan destek alarak gelişim göstermiştir. Bu marjinal gruplardan ilki ‘Eleştirel Teori’ olarak nitelendirilen ve neo-marksist bir tutum sergileyen ‘Frankfurt Okulu’ temsilcileridir. Anti-bilim hareketinin ikinci kaynağı ise ‘Doğu düşüncesi ve

Mistisizmi’dir. Bu ikinci kaynak 1950’li yıllara kadar Batı uygarlığı karşısında aciz kaldığı düşünülen ve gelişmemişliğin damgasını taşıyan Doğu’nun kendisine ait bir bilim anlayışına sahip olduğu düşüncesine dayanmaktadır (Yelken, t.y.).

Frankfurt Okulu’nun eleştirel teorisini bir ideoloji eleştirisi olarak tanımlamak mümkündür. Okul Marx’ın ekonomi-politik eleştirisini kendisine temel alarak, aslında ‘bilim’ maskesine bürünmüş bir ideolojinin eleştirisini gündeme getirmiştir. Doğa üzerinde tesis edilen bilimsel-teknik rasyonalitenin topluma uygulanması sonucunda bilim, Theodor W. Adorno ve Max Horkheimer gibi okul temsilcilerince bir ideoloji haline gelmiştir. Onlara göre ekonomi-politik alan, ekonomik kategorileri ve olguları nasıl doğal gerçeklikler olarak ele almışsa,