• Sonuç bulunamadı

1. BÖLÜM: FİNANSAL KRİZLER BANKA BAŞARISIZLIKLARI ve

1.2.5. Türkiye’de Yaşanan Finansal Krizler ve Banka Başarısızlıkları

Türkiye’de, 24 Ocak kararlarıyla başlayan, 1980 sonrası yapısal değişim ve finansal liberalleşme politikaları ilk sonuçlarını, enflâsyonun %107’lerden %25’lere gerilemesi, bütçe dengesi ve mali disiplinin sağlanması, ihracat artışı, döviz girişi ve

ülkenin kredibilitesinin tesis edilmesi biçiminde ortaya çıkmıştır Ancak bu yeni sistemin söz konusu yapısal değişime hemen uyum sağlayamaması 1981 yılının ortasından itibaren bir finansal krizin başlamasına neden olmuştur (Uzunoğlu, 2003). Erdoğan’a göre (2002) Türk Bankacılık Sektörü, Cumhuriyet tarihinde ilk defa, 24 Ocak 1980 Kararları ile rekabet kavramıyla tanışmış, finansal sistemdeki liberalleşme ve ekonomik büyümenin hızlanmasıyla sistemin genişlediği, aracı kurumların faaliyetlerinin arttığı ve en önemlisi küreselleşmenin etkisiyle bankacılık sisteminde kriz olgusunun finansal sistemi tehdit eden bir unsur olarak ortaya çıktığı gözlenmiştir. Şahözkan (2003) bu süreçte, bankacılık sisteminde uygulanan değişim politikalarının ana hatlarını şu şekilde özetlemektedir:

• Faiz oranlarının serbest bırakılması, güdümlü faizden serbest faize geçiş, • Faiz oranlarının reel olarak pozitif düzeye erişmesinin yolunun açılması, • Sisteme yeni banka girişlerinin kolaylaştırılması,

• Sektörün uluslararası piyasalara açılması, özellikle dış piyasalardan kaynak sağlanmasının serbest bırakılması,

• Sistem içindeki bankaların YP cinsinden işlem yapmasının serbest bırakılması,

• Bankaların uluslararası standartlara uygun yapılanma içersine girmesine yönelik düzenlemelerin yapılması (Basel Komitesinin önerdiği sermaye yeterliliği oranı gibi).

Bankacılık sektörü, kendini bu düzenlemelerden ilki olan faiz oranlarının 1 Temmuz 1980 ‘den itibaren serbest bırakılmasına hızla adapte ettiysede bu adaptasyon sağlıklı olmamıştır. Çünkü, sektör pozitif faiz ile yüksek faiz kavramlarını karıştırmış, serbest faiz uygulaması bankaları “yastık altındaki” tasarrufları hesapsız yüksek faiz oranları ile kendilerine çekme politikalarına dönüşmüştür. Diğer taraftan, bazı bankaların, hamiline yazılı mevduat sertifikaları kullanarak açığa satış yapması sektörün yaptığı ciddi bir hata olmuştur. Bu süreçte yasal düzenlemelere sahip olmayan bankerlik kuruluşlarının da hızla türemesi ve sektörün fon kaynaklarına göz dikmesi, faiz yarışının daha da körüklenmesine neden olmuştur.

Bu yarışın bir süre sonra bankerlik kuruluşları arasında ponzi finansmanı biçimine kayması kaçınılmaz olmuştur17. Özellikle küçük bankaların sistemden pay kapmak amacıyla uyguladıkları agresif faiz politikaları bir süre sonra kaynak edinim ve kullanım maliyetlerini arttırmış bu ise, tahsili gecikmiş alacak sorunlarına neden olmuştur. Ortaya çıkan bu durum bankaların finansal yapısını olumsuz etkilemiş ve 1982-1984 yılları arasında Hisarbank, İstanbul Bankası ve Ortadoğu Bankası’nın yönetimine el konulmuş, daha sonra Ziraat Bankası’na devredilmişlerdir. Yine bu dönemde, İşçi Kredi Bankası, Bağbank ve İstanbul Emniyet Sandığı tasfiye edilirken, 1987’de TÖBANK önce kamulaştırılıp daha sonra Halk Bankası’na devredilmiştir (Çolak, 2001).

1982 yılında yaşanan finansal kriz sonrası faiz oranlarının tekrar TCMB tarafından belirlenmesine başlanmış, bu uygulama 1988 yılına kadar sürmüştür. 22 Temmuz 1983 tarihinde Bankalar Hakkında 70 Sayılı Kanun Hükmündeki kararname ile TCMB temsil ve yönetiminde Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) kurulmuştur18. Yaşanan kriz sonucu sistemde gözetim ve denetimle ilgili yeni düzenlemelerin gerekli olduğu ortaya çıkmış 1985 yılında çıkarılan 3182 sayılı Bankalar Kanunu ile sermaye yeterlilik oranı kabul edilmiş, tek düzen hesap plânı uygulaması getirilmiş, tahsili gecikmiş alacaklar için yeterli karşılık ayrılması ile ilgili düzenlemeler yapılmış ve bankaların bağımsız denetim kuruluşlarınca denetlenmeleri zorunluluğu getirilmiştir (Uyar, 2003). 1989 yılında yürürlüğe giren kararlar ile Türk Lirası’na (TL) konvertibilite yolu açılarak, özellikle sektörün uluslararası piyasalardan kaynak edinmesinin liberalleşmesi gündeme gelmiş para ve döviz piyasaları kurulmuştur. 11 Ağustos 1989 tarihinde kambiyo rejimini tamamen serbest hale getiren 32 sayılı karar çıkmış bunun neticesinde yatırımcılar TL’den çıkıp dövize yönelmeye başlamıştır. Ancak, Hazine ve TCMB bu yeni oluşumu tamamlayacak düzenlemelerde yetersiz kalmış, hazırlıksız yakalanan bankacılık sektörüde düzenlemeye uygun etkin bir Aktif-Pasif Yönetimi (APY) gösterememiş, bankalar likidite yönetiminin temel ilkelerini gözardı ederek YP cinsinden kaynaklara yönelmişlerdir (Erdoğan, 2002).

17 Ponzi finansmanı başta ödünç alınan paraların faizinin ödenmesi için sonradan daha yüksek bir faiz oranı ile borçlanılmak zorunda kalınmasıdır. Bu piramidin, bankadan farklı olarak, net kârı her zaman için negatiftir ve işletmenin devamlılığını sağlamak için sürekli faiz arttırmak elzemdir. Doğal olarak böyle bir sistemin kısa bir süre içinde çökmesi kaçınılmazdır. Nitekim, 1982 yılında “Bankerler Krizi” yaşanmıştır.

1990’lı yıllara gelindiğinde bankacılık sektörünün artık daha fazla risk unsuruyla karşı karşıya kaldığı görülmektedir. Türk ekonomisinin karşılaştığı dış etkenlerden kaynaklanan ilk kriz 2 Ağustos 1990 tarihli Körfez Krizi dir. Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesiyle başlayan kriz petrol fiyatlarını arttırmış, enflâsyon yükselmeye başlamıştır. Başta Turizm sektörü olmak üzere para piyasalarındaki faizlerin ve Hazine’nin borçlanma faizlerinin artması sonucu finansal sektör de bu krizden olumsuz etkilenmiştir. Birleşmiş Milletler (BM) ’in Irak’a müdahalesi ülkedeki krizi doruğa çıkartarak finansal sektörü likidite krizine sokmuştur. Krizin başından Mart ayına kadar olan zaman zarfı içinde bankalardan 2,5 milyar USD döviz ve bir o kadar da TL karşılığı mevduat çekilmiştir. TCMB halkın döviz talebini karşılamak amacıyla, ülkeye büyük miktarda döviz getirmek zorunda kalmıştır. Bu dönemde banka tahaccümü sonucu sistemde likidite sıkışıklığı yaşanmışsa da, tüm bankacılık sektörünü ve ekonominin bütününü derinden etkileyen bir bankacılık krizi yaşandığını söylemek mümkün değildir (Uyar, 2003; Erdoğan 2002).

Niteliği ve boyutları itibariyle Türkiye’nin yaşadığı ilk büyük bankacılık krizi 1994 krizidir. Afşar (2004) 1993 yılının son çeyreğinde, TL’nin aşırı değer kazanmasının cari açığı büyük bir boyuta ulaştırdığını (1990-93 arasında GSMH’nın %6’sı), bu durumun ise, Ocak 1994’te durumu sürdürülemez gören kısa vadeli portföy yatırımlarının tetiklediği bir ekonomik durgunluğa ve üretim kapasitesinin düşmesine neden olduğunu belirtmektedir. Develüasyon beklentisiyle piyasadaki likidite fazlasının dövize yönelmesi kurlarda hızlı bir artışı beraberinde getirmiştir. Nitekim, TL’nin yabancı paralar karşısında değer kaybı Nisan ayına kadar sürmüş, bu zaman zarfında TL’nin USD karşısındaki değer kaybı nominal olarak %172’ye kadar yükselmiştir. Diğer taraftan ulusal paranın değer kaybının hızlanması sonucu kur-faiz makası daralmış, açık pozisyonlarını kapatma telaşına düşen bankaların da dövize hücum etmesiyle TCMB rezervleri de hızlı bir biçimde erimiştir. Bu dönemde açık pozisyon oranı yüksek olan ve aktiflerinin vadesiyle yükümlülüklerinin vadesini iyi ayarlayamayan Marmara Bank, TYT Bank ve Impex Bank’ın faaliyetlerine son verilmiştir.

Nisan 1994’de, alınan bazı tedbirlerle, sorunların ve risklerin bir kısmının azaltılmaya çalışıldığı görülmektedir (Parasız, 2005). Söz konusu tedbirlerden bazıları;

• Bankaların TL ve özellikle açık pozisyondan kaynaklanan kur riskinin azaltılması,

• Döviz yükümlülüklerinin kanuni karşılığa tabi tutulması, • Repo ve ters repoyla ilgili düzenlemelere gidilmesi,

• Bankaların kuruluş, faaliyet, özkaynak ve denetimlerine ilişkin yeni esaslar belirlenmesi ve

• Kısa vadeli avans kullanımının belirli kriterlere bağlanması şeklinde sıralanabilir.

Yine aynı dönemde kriz yaşayan diğer ülkelerde de uygulandığı gibi 5 Mayıs 1994’de tasarruf mevduatına %100 garanti ugulamasıyla bankacılık sistemine ve tasarruf sahiplerine güven verilmeye çalışılarak krizin büyümesi önlenmiştir. Ne var ki, ortaya çıkan krizin maliyeti büyük olmuştur. Aynı yıl GSYİH %5,5 düşmüş, enflâsyon %106’ya çıkmış, imalat sanayinde reel ücretler %36 gerilemiştir. Krizin ardından devalüasyon ve ücretlerin gerilemesiyle tekrar kazanılan maliyet avantajı yeniden ihrcatı arttırmaya başlamış, göstergelerin olumluya dönmesiyle kısa vadeli portföy yatırımları geri gelmiş ve cari açık finanse edilmiştir (Afşar, 2004).

1994 krizi, Asya ve Meksika krizleriyle karşılaştırıldığında aşırı değerlenmiş döviz kurunun, kısa vadeli sermaye girişlerinin ve yurtiçi faiz oranlarıyla yurtdışı faiz oranları arasındaki farklılıkların ortaya çıkardığı olanakların bu ülkeler arasındaki ortak noktaları meydana getirdiği görülmektedir.

2000 yılına gelindiğinde, ticarî bankaların yüzünü değiştiren en önemli olgunun müşterilerine farklı kollardan ürün ve hizmet sunumunu sağlayan telefon bankacılığı, ATM ve internet bankacılığı gibi teknolojik yenilikler gibi alternatif dağıtım kanallarının maliyet ve kârlılıkta sağladığı avantajlar, yine para ve sermaye piyasalarında teknoloji odaklı gelişmelerin işlemleri kolaylaştırması ve tüm bu etkileşim sonucu, yabancı bankalardan örnek alınarak yeni finansal enstrümanların geliştirilmesi olmuştur (Şahözkan, 2003). Ancak, Çolak’a gore (2001) gerek 1986 yılından itibaren sektöre giren az şubeli toptancı bankacılık yapan banka sayılarındaki artış, gerekse 1994 krizi sonrasında TMSF’nin işleyiş biçimi ve banka kurulmasının nisbi olarak kolaylaştırılması, finansal sistemdeki kırlganlığın daha da hızlanmasına ve 1998-1999

yılında yaşanılan finansal dalgalanma sürecine de bir anlamda kaynaklık ederek, dalgalanmanın kriz boyutuna taşınmasına neden olmuştur. Öte yandan Erdoğan (2002) zaten zayıf sermayeye sahip bankaların, Grafik 1.4’de da görüldüğü gibi, kendilerini kısa vadeli döviz kredileriyle fonladıklarına bu sebeple, 1990’ların sonunda bilânçolarında yoğun kur ve faiz riski biriktirmiş olduklarına dikkati çekmektedir. Ayrıca, özellikle 1997-1998 Asya ve Rusya krizlerinin ardından yüksek faizlere ve ekonomik daralmaya bağlı olarak sorunlu kredilerin arttığı, bunun sonucunda aktif kalitesinde bozulma, birim paranın geri dönme hızında yavaşlama, kârlılık ve likidite de bozulma meydana gelmiştir. Holding bankacılığının gelişmesi ve iştiraklere aktarılan kaynaklar da bankaların hem temel işlevlerini yerine getirememelerine hem de, likit varlıklarını azaltarak krize duyarlı hale gelmelerine yol açmıştır.

Grafik 1.4.. Kısa Vadeli Dış Borç Kompozisyonu

1990-2001 (milyon USD)

Kaynak: Özkan (2005) “Currency and Financial Crises in Turkey, 2000-2001: Bad

Fundamentals or Bad Luck?”, The World Economy, ss. 553.

Doğal olarak, bankacılık risklerinin göreceli olarak arttığı bu dönemde, 2000 yılı Kasım ayında ortaya çıkan ve tamamen likidite krizi şeklinde yansıyan kriz, aslında kamu ve TMSF bankalarının aktiflerini likidite edememesi, fon fazlası olan bankaların bu bankalara olan depolarını kapaması ve bazı bankaların bilânçolarında taşıdığı risklerin realize olmasından kaynaklanmıştır (Parasız, 2005).

Meksika (1995) ve Asya (1997) krizlerinde olduğu gibi ülkemizde de kriz öncesi, uluslararası finans kuruluşlarının, bütün gelişmekte olan piyasalardan fonlarını çekmeleriyle, krizin küreselleşmesine neden olan, kısa vadeli portföy yatırımlarının ağırlıkta olduğu yabancı sermaye hareketlerinde büyük artışlar gözlenmiştir (Grafik 1.5).

Grafik 1.5. Türkiye’ye Kayan Kısa Vadeli Net Sermaye Akımlarının Düzensiz (Erratic) Yapısı

1975-2004 (milyar USD)

Kaynak: Kibritçioğlu (2004) “An Analysis of Early Warning Signals of Currency

Crises in Turkey, 1986-2004”. Oesterreichische Nationalbank and Wiener Institut für Internationale Wirtschaftsvergleiche, November 8, Vienna.

TCMB, 2000 Kasım ayında dövizi hedef alan yoğun spekülatif saldırıyı çok yüksek faiz ve önemli döviz rezervleri kayıplarıyla ve belki de daha önemlisi 7,5 milyar USD’lık kısa vadeli ve yüksek maliyetli ek IMF kredisiyle çevirmeye çalışmış ancak, muhtemel krizlere karşı savunma gücünü de büyük ölçüde azaltmıştır (Karabıyık, 2004). 1998-2000 yılları arasında Türkbank, Interbank, Bank Ekspres, Egebank, Yurtbank, Sümerbank, Yaşarbank, Esbank, Bank Kapital, Etibank ve Demirbank’da TMSF’ye devredilmiştir.

Söz konusu dönemin hemen ardından sağlanan IMF desteği ve alınan diğer önlemler finansal piyasalardaki sorunların aşılmasında kısmen yardımcı olmuş ve piyasa faiz oranları düşerek geçici bir rahatlama sağlanabilmiştir. Ancak, 2001 yılı Şubat ayına gelindiğinde, ayın ikinci yarısındaki büyük tutarlı itfa öncesi siyasi

-12 -10 -8 -6 -4 -2 0 2 4 6 1975 1976 1977 1978 1979 1980 1981 1982 1983 1984 1985 1986 1987 1988 1989 1990 1991 1992 1993 1994 1995 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 S Seerrmmaayyee H Heessaabbıınnıınn L Liibbeerraalllleeşşmmeessii 9 944KKrriizzii 2 2000000--0011 K Krriizzlleerrii

gerginliğinde etkisiyle Kasım krizinde yaşananlar benzer şekilde tekrar etmiş ve yukarıda belirtilen finans piyasalarındaki hassas denge, 19 Şubat 2001 tarihinde bozularak sistemik riske dönüşmüş, bunun sonucunda 22 Şubat 2001 tarihinde TL dalgalanmaya bırakılmış ve bankacılık krizinin para kriziyle birlikte yaşandığı bir “ikiz kriz” sürecine girilmiştir. Burada özellikle üzerinde durulması gereken konu, 2000 Kasım krizinden farklı olarak Şubat 2001 krizinin sistemik bir hal almasıdır. Çünkü, TCMB yüksek seviyedeki bu döviz talebine karşı likiditeyi kontrol etmeye gayret etmiş, ancak ortaya çıkan likidite sıkışıklığı, özelikle kamu bankalarının aşırı düzeyde günlük likidite ihtiyaçları nedeniyle ödemeler sisteminin kilitlenmesine neden olmuştur (Parasız, 2005).

Nitekim, Ozkan (2005) Türkiye’de yaşanan 2000-2001 krizlerini incelediği çalışmasında, Türk ekonomisini korunmasız bırakarak finansal krizleri tetikleyen üç unsuru; i) rekabet yeteneğinin kaybolmasıyla birleşen, aşırı borç yükünden kaynaklanan zayıf dış konum (weak external position), ii) rekor seviyedeki iç borç ödemelerinden kaynaklanan zayıf finansal pozisyon (weak fiscal position) ve en önemlisi, iii) finans ve bankacılık sektörünün zayıflığı olarak bulgulamıştır. Buna paralel olarak, Parasız (2005), ülkenin yaşadığı bankacılık krizleri vesilesiyle aşağıdaki sonuçlara ulaşmıştır:

• Bankacılık sisteminde özkaynak yetersizliği ortaya çıkmıştır, • Kısa vadeli kaynak apısı sebebiyle likidite ve faiz riski artmıştır,

• Likidite ve faiz riskine bağlı olarak banka bilânçolarındaki vade uyumsuzlukları daha da artmıştır,

• Yüksek faiz bankalardaki kaynak maliyetini arttırdığı gibi, bankaların menkul kıymetlerinin değerinde, faiz yükselmesine bağlı olarak, önemli kayıplara neden olmuş,

• Yüksek faiz ortamı, Kamu ve TMSF bankalarının mevcut kısa vadeli kaynak ihtiyaçlarını daha maliyetli bir noktaya getirmiş,

• Bunlara ilâveten Şubat 2001’de gerçekleştirilen kur politikası değişikliği ile dalgalanmaya bırakılan döviz kurlarının TL değerinde yarattığı erezyon, özellikle özel sermayeli bankalar olmak üzere, bankacılık sisteminin kur riski sebebiyle zarar etmesine neden olmuş,

• Kredi portföylerinde karşılık ayrılmayan sorunlu kredilerde önemli artış meydana gelmiş,

• Etkinliği azaltan küçük ölçekli ve parçalı bankacılık yapısına bağlı olarak kârlılık performansıda düşüş yaşanmış ve nihayetinde

• İç denetim ve risk yönetim sistemlerinin yetersizliği ortaya çıkmıştır.

Sonuç olarak, Kasım 2000 ve Şubat 2001 dönemlerindeki krizler, finansal sistemin kırılganlığının daha da artması ve buna bağlı olarak banka bilânçolarındaki sorunların su yüzüne çıkmasına neden olarak, bankacılık sisteminin yeniden yapılandırılması (reconstruction) gerekliliğini açıkca ortaya koymuştur.