• Sonuç bulunamadı

1. BÖLÜM: FİNANSAL KRİZLER BANKA BAŞARISIZLIKLARI ve

1.2.6. Dünyada ve Türkiye’de Yaşanan Risk Yönetimi Başarısızlıkları

1.2.6.6. İmar Bankası A.Ş

İmar Bankası’nın çöküsü, sektörü yakından takip edenler için çok büyük bir sürpriz olmamasına karşın meydana geliş biçimi ve yarattığı büyük finansal zarar gözönüne alındığında gerçekten dikkat çekicidir.

Bankanın devir alınma işlemi büyük bir sürpriz degildi çünkü, İmar Bankası yaklaşık on yıldır BDDK kurulmadan önceki denetleyici otorite olan Hazine’nin gözetim listesinde idi, zira bankanın kredi portföyü esas olarak hakim ailenin grup şirketlerine doğrudan ve dolaylı olarak açılan kredilerden oluşan sıra dışı bağlantılı bir borç verme uygulaması ile karakterize edilmişti. BDDK kurulduktan sonra, yeni otorite İmar Bankası hissedarlarından bankanın sermayesini yeniden yapılandırmalarını ve grup bağlantılı kredi risklerini azaltmalarını talep etmiş, her iki konuda da hiçbir işlem yapılmadığının görülmesi üzerine, BDDK biri Temmuz diğeri ise, Aralık 2001’de olmak üzere veto yetkisine sahip iki yönetim kurulu üyesi tayin etmiştir. Mayıs 2002’de sermaye yenilenme programı sırasında, Banka grup şirketlerine olan riskini azaltmış, hissedarlar İmar Bankası’na sermaye aktarmış ve BDDK veto yetkisine sahip yönetim kurulu üyesini Ağustos 2002’de geri çekme kararı almıştır. BDDK temsilcisinin halen yönetimde olmasıyla, sorun çözülmüş görülerek devir işleminden vazgeçilmistir.

Haziran 2003’te söz konusu grup şirketlerine ciddi nakit akışı sağlayan iki bölgesel enerji şirketinin sahip olduğu imtiyazların Elektrik Denetim Kurulu tarafından iptal edilmesiyle banka tekrar darbe almış üstelik, 26 Haziran 2003 tarihinde yasal olarak bankanın BDDK’ya göndermesi gereken bilgi ve belgelerin gönderilmesi de kesilmiştir. Bu tarihte, Banka Yönetim Kurulu’nun BDDK tarafından atanan üyesi haricindeki üyelerinin tamamı kurul ile işbirliği yapmayı reddeterek istifa etmiştir. Durumun öğrenilmesiyle beraber mevduat sahipleri yoğun olarak bankadaki mevduatlarını çekmeye başlamışlardır. 3 Temmuz’da bankanın mevduat kabul etme lisansı iptal ederek kontrolu devlet tarafından Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na

(TMSF) verilmiş ve panik halinin diğer bankalara da sıçramaması için bu tarihte tasarruf mevduatlarına devlet garantisi sınırsız hale getirilmiştir.

Bankanın TMSF kontrolüne geçmesinden sonra bilgi işlem personeli ve yöneticilerinin çoğunun 3 Temmuz’dan önceki birkaç gün içinde istifa etmiş, bilgisayarların disklerinin sökülmüş ve yedekleme sistemlerinin götürülmüş olduğu görülmüştür. Bankanın bilgi işlem fonksiyonunun yürütüldüğü ve hakim aile tarafından yönetilen Merkez Yatırım Ticaret A.Ş., TMSF ve BDDK yöneticileriyle işbirliği yapmayı reddedince mudilerden mevduat konusunda bilgi toplama süreci başlamıştır. 4 Ağustos’tan 1 Eylül’e kadar süren bu dönemin sonunda banka tarafından toplanan mevduatın BDDK’ya bildirilen miktarın on katına yakın olduğu, aradaki miktarın ise, kayıp olduğu ortaya çıkmıştır. Bunun yanında banka işlemlerinin tümüne yakınının yasaları ve genel ahlak kurallarını çiğner nitelikte olduğu görülmüştür.

Sorunun gerçek ve şok edici ölçüsü, mevduat sahiplerine ödenmesi gereken tutarların sonuçlandırılması için BDDK tarafından yürütülen uzlasma çalısmaları esnasında ortaya çıkmıştır. İmar Bankasının Haziran 2003’te BDDK’ya verdigi en son raporlarda, toplam mevduat tutarı 750 trilyon TL (0.5 milyar dolar civarı) olarak gösterilmişti. Mevduat sahiplerinin belgelerinin incelenmesi üzerine bu rakamın aslında 8.1 katrilyon TL (5 milyar dolardan fazla) oldugu ortaya çıktı. Banka aynı zamanda bazı off-shore mevduatı çevirmisti ve kamuya satış lisansı olmamasına rağmen Hazine bonosu satmıştı. Banka, şube bazında doğru bilginin mevcut olduğu ancak, genel müdürlükte BDDK’ya çarpıtılarak rapor edilen, ikili muhasebe sistemi tutmustu (Steinherr, Tükel ve Üçer, 2006). Merkez Yatırım Ticaret A.Ş. tarafından yürütülen bilgi işlem sisteminde tutulan bu çifte kayıt sistemine göre, resmi makamlara gösterilen verilerle gerçek veriler arasında büyük farklar bulunmaktadır. Bu amaca yönelik olarak verilerin manipülasyonu için iki ana program kullanılmıştır. Bunlardan birisi mevduatı, ödenecek vergileri ve gider hesaplarını fiktif borç/alacak kayıtları vererek az göstermek diğeri ise, müşterilerle yapılan bono işlemlerini muavin kayıtlardan silmek amacıyla kullanılmaktaydı.

• Fiilî mevduat toplamı ile kamu otoritelerine bildirilen mevduat arasında farklılık (resmî makamlara bildirilen rakam olan 753 trilyon TL yerine kayıtlı mevduat rakamının döviz mevduatı da dahil olmak üzere 8465 trilyon olduğunun ortaya çıkması, bazı düzmece hesapların düşülmesinden sonra gerçek mevduatın 7,8 katrilyon olarak saptanması; bildirilen ve gerçek rakamlar arasındaki yaklaşık 7 katrilyon TL’nın kayıp olması; vadeli hesaplar gözönüne alındığında mevduat sahiplerine ödenmesi gereken paranın yaklaşık 8 katrilyon TL olacağının belirlenmesi),

• İmar Off-shore’dan yurt içine dönüştürülen mevduat (sadece 12.06.2003’den 03.07.2003’e kadar olan dönemde yaklaşık 700 trilyon TL yükümlülük),

• İzinsiz ve açığa DİBS satışı (olmayan devlet tahvilinin müşterilere satılıp toplanan 728 trilyonun buharlaştırılması),

• Mevduat faizinden yapılan kesintilerin (stopaj, fon payı, özel işlem vergisi gibi) düşük beyan edilmesi (bu yolla devlete ödenmesi gereken vergilerin ödenmemesi – sadece 2003 yılının ilk beş ayı için rakam 125 trilyon TL) ve

• Diğer yasa dışı uygulamalar olmak üzere beş ana grupta toplamıştır.

Gelinen bu noktada, İmar Bankası’nda yaşananlar operasyonel risk anlamında çok çarpıcı bir örnektir. Aslında, bu vaka uzmanlaşmış bir finansal soygunun özel bir durumu olarak görülebilir ancak, bundan daha da önemlisi İmar Bankası olayı, gelişmiş batı ülkelerinde de genel bir sorun olmasına karşın, ülkemizdeki bankacılık gözetim ve denetim işlevinin bir başarısızlığı olarak da görülmeli ve bu vasıtayla ulusal/uluslararası bankacılık faaliyetleri açısından, Basel Sermaye Uzlaşısı’nın ne derece önemli olduğu bir kez daha görülmelidir.

Sonuç olarak, meydana gelen finansal felaketlerin tümüne bakıldığında göze çarpan en temel düşünce, “risk yönetimi anlayışından yoksun bir yönetim stratejisi”nin, finansal ve finansal olmayan kurum ayrımı yapılmaksızın, tüm işletmeleri şüphesiz her an uçurumun kenarına getirebileceğidir. Öte yandan, türev ürünlerin yakın geçmişte yaşanan Barings, Orange County Investment Pool ve Procter & Gamble örneklerinde olduğu gibi korunma amaçlı olduğu kadar spekülatif amaçlı da kullanılabiliyor olmasının, bu pozisyonları alan işletmelere çok pahalıya mal olabileceği görülmüştür. Bu sebepten dolayı, türev piyasalarda işlem yapacak olan işletmelerin RmD temelli

etkin bir risk yönetiminin, sağlıklı bilgi ve veri akışının yanısıra etkin bir denetim ile olanaklı olduğu düşünüldüğünde, kendi iç kontrol mekanizmalarını kurmaları büyük önem taşımaktadır. Diğer taraftan, oluşan zararların boyutlarının piyasalardaki hareketlerle doğru orantılı olduğu başka bir deyişle, piyasalardaki oynaklık arttıkça kurumsal zararlarında büyüdüğü gözden kaçırılmamalıdır.

2. BÖLÜM: BASEL SERMAYE UZLAŞISI