• Sonuç bulunamadı

Türkiye’de Cumhuriyet’ten Günümüze Göç Hareketleri

20. y.y. boyunca dünyanın farklı diyarlarında ulus devlet bağlamında modernizasyonu hedefleyen pek çok proje, Türkiye’de de göçe dair politikaları da etkilemesi açısından tartışma konusu olsa da, Türkiye’de ulus devletin uluslararası göç ile ilişkisini inceleyen çalışmalar oldukça sınırlı kalmıştır (İçduygu, 2010: 17).

14.06.1934 tarihli ve 2510 Sayılı İskan Kanununda, bir zorunluluk nedeniyle geçici olarak Türkiye’de oturmak için sığınan yabancılardan Türk soylu olanların Türkiye’ye göçmen olarak kabul edilmelerinin usul ve şartları belirlenmiştir (Sağıroğlu, 2015: 24-25). Söz konusu Kanunun 4. maddesi çerçevesinde Türkiye’ye gelen yabancıların göçmen olarak kabul edilebilmeleri için Türkiye’de yerleşmek niyetlerinin bulunması koşulu yanında, Türk kültürüne bağlı olma koşulu da aranmıştır (Mannaert, 2003: 6).

Cumhuriyetin erken dönemleri ve izleyen yıllar içerisinde Türkiye çevresinde örnekleri görülen farklı uluslararası nitelikteki göç hareketleri, iktisadi, siyasi ve sosyal alanlardaki birtakım değişim ve dönüşümlerin de yansıması niteliğinde olmuştur (İçduygu, 2010: 18). Nitekim Türkiye, Cumhuriyet döneminden günümüze değin hem göç alan hem de göç veren bir ülke konumunu muhafaza etmiştir (Kirişçi ve İçduygu, 2009).

1924’te Türkiye ile Yunanistan arasındaki zorunlu mübadele antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşmanın akabinde İmar ve İskan Bakanlığı kurulmuş olsa da, mübadeleye kimlerin konu olacağına dair belirsizlikler yer almaktaydı. Örneğin Yunanistan ile hiçbir bağı olmayan ve Antakya patrikhanesine bağlı Ortodoks Hıristiyan Araplar ile Rumca bilmeyen Türkçe konuşan Karamanlı Ortodokslar da sınır dışı edilmişlerdir (Kasaba, 2012: 165-166; Tekin, 2014: 141-142).

Türkiye’de özellikle Cumhuriyet dönemindeki mübadelelerden günümüze değin göç sorunları hem iç göçlerden hem dış göçlerden kaynaklı olmuştur. Nitekim iki önemli örnek olması açısından Mübadele yoluyla ve Kuzey Irak’tan gelen sığınmacılar dışarıdan gelen göçler olup Türkiye’ye geldikleri dönemlerde, zamanla

bu durum giderilmiş olsa da iktisadi ve siyasi anlamda bazı sorunsalları da beraberinde getirmişlerdir.

Türkiye’de gerçek anlamda bir iç göç sorunu ise, II. Dünya Savaşı’ndan sonraki tarımın makineleşmesi ve şehirlere doğru akımla başlamıştır. 1950 yılında 20 milyon olan nüfusun % 80’i kırsal alanlarda yaşarken; tarımın makineleşmesiyle birlikte geçimini burada karşılayamayan bireyler büyük kent merkezlerine doğru göç etmeye başlamışlardır. Ancak zamanla göç hareketi, kentleşme hızının ve kentin sunabildiği imkânların üzerine çıkarak çarpık kentleşmeye yol açmıştır (Dural ve Yaş, 2006: 23).

Modern Türkiye’de, ilk olarak 1915’deki Ermeni Tehciri ile ardından da 1923’teki Lozan Antlaşması ile yapılan nüfus mübadelesi ile günümüz Türkiye toprakları içerisinde Müslüman olmayan tebaa 1914’ten 1927’ye, kısa bir dönem zarfında ve %19’tan %3’e doğru büyük bir oransal ve sayısal açıdan azalma göstermiştir. 1923’lerden itibaren bir taraftan Müslüman olmayan nüfus yurtdışına göçlerini sürdürürken 1950’lere kadar 850 bin kadar Türk ve Müslüman göçü Balkan devletlerinden Türkiye’ye doğru gerçekleşmiştir. Böylece bir politika olarak da benimsenen yeni kurulan ulus devletin nüfusu da olabildiğince homojen bir yapı almaya başlamıştır (Tekin, 2014: 146).

1950’lerden itibaren ise Türkiye’de hem kırdan kente doğru bir iç göç dalgası yaşanırken hem de ilk defa Türkiye’den başta Avrupa ülkelerine olmak üzere bir işgücü göçü meydana gelmiştir. Bunlarla beraber 6-7 Eylül 1955’teki Müslüman olmayanlara karşı şiddet olayları, 1964 ve 1974’teki Rum göçleri ve İsrail Devletinin kuruluşu ile Türkiye’deki Yahudilerin çoğunluğunun İsrail’e olan göçleri Müslüman olmayan nüfusu oldukça küçük bir dilimde bırakmıştır. Örneğin 1948-1957 yılları arasında Türkiye’den ayrılıp İsrail’e yerleşenlerin sayısı 40 bine yakındır (Geray, 1970: 10). 1980’lerden itibaren ise Türkiye’nin küresel göç rejimleri içerisindeki konumu değişerek homojen nüfustan farklı göç hareketlenmelerine ev sahipliği yapmaya başlamıştır (İçduygu, 2010: 25-29).

Türkiye ‘’kalkınmacı göç yaklaşımı’’ içerisinde yurtdışına işçi göçünü teşvik ve organize etmiştir. Nitekim 30 Ekim 1961’de Türkiye-Almanya İşgücü Anlaşması

imzalanmıştır. Yine aynı amaçla 1964’te Avusturya, Belçika ve Hollanda ile, 1965’te Fransa ile ve 1967’de ise Avustralya ve İsveç ile işgücü anlaşmaları imzalanmıştır (Erdoğan, Karapınar ve Aydınlı, 2013: 453-454).

Türkiye, Avrupa-kökenli olmayan göç dalgalarının en büyüğünü ilk olarak 1979’daki İran Devrim’inden sonra yaşamış ve İran-Irak savaşı sırasında Türkiye, Humeyni rejiminden kaçanlara izin veren bir politika izleyerek ülkeye vizesiz girmelerine müsaade etmiş ve geçici olarak ülkede kalmışlardır. Bu yolla 1,5 milyon civarında İran vatandaşı 1980 ve 1991 yıllarında geçici olarak Türkiye’ye sığınmış ve bunların birçoğu Türkiye’yi Avrupa ve ABD’ye transit olarak kullanmıştır. Ayrıca birçoğu Türkiye tarafından üçüncü bir ülkeye yerleşme konusunda teşvik edilmiştir (Mannaert, 2003: 2).

İranlıların ardından Iraklılar bu dönemde Türkiye kaçan ikinci büyük Avrupalı olmayan grubu oluşturmaktadır. 1988 ve 1991 arasında, pek çoğu Kürt olmak üzere 600,000 kadar insanın korunma amacıyla Türkiye topraklarına geldiği belirilmekte ve Türkiye’yi geçiş güzergahı olarak kullanan sığınmacılar ile yasadışı göçmenlerin birçoğunun Almanya, İngiltere, Hollanda ve diğer Batı Avrupa ülkelerine ulaşmaya çalıştıkları vurgulanmaktadır (Mannaert, 2003: 3-4). Ayrıca Türkiye’de sayıları ortalama 40 bin ile 70 bin arasında ifade edilen Ermenistanlı göçmenlerin büyük kısmı İstanbul’da hizmet sektöründe çalışmaktadır (Rutishauser, 2010: 185-186).

1980’lerin başından beri, uluslararası göçmen hareketleri bağlamında Türkiye’nin statüsünde radikal bir değişim meydana gelmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Türkiye göçmen gönderen ve bu göçün öncelikle ekonomik nedenler dolayısıyla meydana geldiği bir ülke konumundaydı. Geçen zaman içerisinde, 1951 Cenevre Konvensiyonunu imzalayan ülkelerden biri olarak Türkiye Soğuk Savaş yıllarında Avrupa’daki komünizm tehlikesi nedeniyle sadece sığınma arayanlara yönelik bir zorunluluk hissederek Konvansiyonu coğrafi sınırlamalarla kabul etmiştir. Bu Konvansiyon ise yalnızca Avrupa’daki olaylar nedeniyle sığınma aramak zorunda kalanlara uygulamayı kapsamıştır (İçduygu ve Keyman, 2000: 384).

1990’lardan itibaren ve daha belirgin olarak Türkiye’nin uluslar arası nüfus hareketlenmeleri içerisindeki konumu radikal bir şekilde değişmeye başlamıştır. İlk olarak, SSCB ve eski sosyalist blok ülkelerin sınırlarını açması, Türkiye ile olan ilişkilerinin tekrar olağan hale dönmesi ve Türkiye’nin bu bölgelerden gelenlere yönelik özellikle turizm sahasında teşvik edici politikalara giriştiği görülmüştür. İkinci olarak ise, Avrupa ülkelerinin Schengen sınır rejimi ile sıkı bir sınır kontrol mekanizmasına gitmesi, binlerce göçmen açısından transit ülke olan Türkiye’yi ‘’bekleme odası’’ haline getirmiştir (Erder, 2010: 43).

Türkiye’de, 1984 yılında başlayan ve giderek artan terör olayları ise, özellikle 1992 sonrasında zorunlu köy boşaltmalarına sebebiyet vermiş ve 1997’ye gelindiğinde boşaltılan toplam yerleşim birimi sayısı (köy ve mezra) 3428’e, göç eden kişi sayısı da 378 bin civarına ulaşmıştır. Yine aynı dönemde, örneğin terörden dolayı 11 bin nüfuslu Diyarbakır’ın Lice ilçesinin 10 bin kadarı göç etmiş; bölgede yaklaşık 2 milyon insan yer değiştirmiş; göçmenler ilk önce kırsal alanlardan bölgedeki merkez kentlere, ardından da Batı’daki metropollere göç etmişlerdir (Taşçı, 2009: 188).

1990’lı yıllar boyunca Türkiye Güneydoğu Avrupa’da yaşanan olaylar neticesinde kaçan sığınmacıların ve mültecilerin akınlarına tanıklık etmiştir. Örneğin 1989’dan sonra, Bulgaristan’daki baskıcı rejimden dolayı Türk kökenli birçok Bulgar vatandaşı Türkiye’ye sığınmak durumunda kalmıştır. 1992 ve 1994 yılları arasında 25,000 civarında Müslüman Boşnak Türkiye’ye sığınmış, onları 1999’da Kosovalı Arnavutlar takip etmiştir. Bir kısmı geri dönmüş olsalar da önemli bir kısmı Türkiye’de kalmayı tercih etmişlerdir (Mannaert, 2003: 2).

Özellikle Ortadoğu’dan olmak üzere beklenmeyen kitlesel insan akınları için ise hazırlıksız olan Türkiye, ‘’Kitlesel Akınlarla ve Üçüncü Bir Ülkeden Türkiye’ye Gelip Sığınma Almak Amacıyla Oturum İzni Alanlar İlgili Prosedürler ve Kurallar Hakkında Düzenleme’’nin uygulamasını Kasım 1994’te başlatmıştır. Bu düzenlemenin uygulanması Türkiye’nin transit bir ülke olduğunu kabul etmesi Avrupalı olmayan sığınmacılarla baş edebilmek için Cenevre Konvansiyonu’nun dışına çıkması gerektiği anlamına gelmektedir. Fakat böyle bir farkındalık ağırlıkla güvenlik tehditleriyle çevrelenmiştir. Bu nedenle 1994 düzenlemesini tanımlayan

devlet-merkezli mantık göç krizini çözmek yerine daha da derinleştirmiştir (İçduygu ve Keyman, 2000: 385). Bunlarla birlikte Avrupalı olmayan mültecilerin Türkiye’deki kayıt ve başvuru süreleri gibi resmi prosedür işlemleri de farklılıklar görülmektedir. Örneğin İranlı Bahailer için hızlandırılmış bir Mülteci Statüsü Belirleme prosedürü vardır (İçduygu ve Biehl, 2012: 32). Bu husus ise özel ve zorunlu şartlara bağlı olan Suriyeli sığınmacılar gibi göçmenlere yönelik politikalarda da üzerinde durulması gereken ve mukayese imkanı sunan konular arasında değerlendirilebilir.

Her yıl Türkiye’yi transit güzergah olarak kullanan illegal göçmenlerin sayısı belirlemek ise oldukça zordur. Buna karşılık örneğin Ankara Emniyet Müdürlüğü verilerine göre 1995 ve 2002 arasında 346,940 illegal göçmen güvenlik güçleri tarafından yakalanmış ya da gözaltına alınmıştır. Yakalananların büyük bir kısmı İran, Irak, Afganistan, Pakistan ve Bangladeş vatandaşlarından oluşmaktadır (Mannaert, 2003: 4).

2000’li yıllardan itibaren düzensiz göçmen sayısında ciddi artışlar kaydedilmiştir. Örneğin Türkiye sınırları içerisinde, sadece 2005-2010 dönemi içerisinde transit olarak Avrupa’ya geçmek isteyen 800 bin civarında göçmen yakalanmıştır (Arpaçayır, 2012: 568). Bununla birlikte 2000’li yıllarda İranlı ve Iraklılar tarafından sığınma taleplerinin öne çıktığı görülmektedir (Yükseker ve Brewer, 2010: 300). Yine özellikle 1990’lardan itibaren Libya, Tunus, Fas ve Cezayir gibi Kuzey Afrika ülkelerinden Türkiye’ye on binlerce resmi girişler de gerçekleşmiştir (Pèrause, 2010: 322). Afrikalı pek çok göçmen ise hedef istikamet olarak belirledikleri Avrupa’dan vazgeçip transit geçiş güzergahı olarak kullanmak istedikleri Türkiye’de kalmayı tercih etmek durumunda kalmışlardır (Karaca ve Dinçer, 2013).

2010’lara doğru Türkiye, anlamını ilerleyen yıllarda daha açık bir biçimde hissedeceği yeni ve beklenmedik bir yabancı sayısı artışı ile karşı karşıya kalmıştır. Halbuki Türkiye’nin 2010’lara kadar sistematik ve kapsamlı göç ve sığınmacı politikası olmadığı gibi, mevcut düzenlemeler turistik vb. alanlar üzerinde yoğunlaşmakta ya da uzun vadeli kalış ve kaçak çalışmayı önlemeye yönelik adımlar olarak öne çıkmaktaydı (Erder, 2010: 43-44). Dolayısıyla yeni ve farklı göç

hareketleri kanunlardaki eksiklikleri gün yüzüne çıkartmış, yabancıların sorunlarının giderilmesinde sıkıntıları artırmış ve o dönem zarfındaki kurum ve kuralların yurtdışına çalışmaya gidenler üzerine yoğunlaşması da yeni düzenlemelerin yapılmasını zaruri hale getirmiştir.

Türkiye’ye çok farklı coğrafyalardan gelen göçmenler heterojen bir yapı ortaya çıkarmış, düzensiz göçmenler, işçiler, öğrenciler, emekliler, sığınmacılar gibi farklı nitelikteki gruplara ev sahipliği yapmaya başlamıştır. Bu nedenle Türkiye, yabancılara ‘’eğitim’’ ve ‘’çalışma’’ başlıklarının yanı sıra aile birleşimi ve sığınmayı içeren diğer sebeplerle de ikamet izni tanımıştır. Nitekim İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğü Yabancılar, Hudut, İltica Daire Başkanlığı verilerine göre Türkiye’de 2000-2011 arasında 1.739.612 ikamet izni verilmiştir (Erdoğan, Karapınar ve Aydınlı, 2013: 444).

Türkiye’nin göçe dair konularda küresel çapta tartışmalarda giderek daha fazla zikredilmesine koşut olarak uluslararası arenada önemi giderek artmıştır. Örneğin Türkiye 2006’da hükümetler arası işbirliği forumu olan ve düzensiz göçle mücadeleyi hedefleyen Budapeşte Süreci’ne aktif olarak katılmış ve 2010’da İpek Yolu Bölgesi Çalışma Grubu’na öncülük etmiştir. Yine, Küresel Göç ve Kalkınma Forumu’nun etkin üyeleri arasında yer alan Türkiye, göç yönetiminde kapsamlı, işbirliğine dayalı ve eşgüdümlü bir yaklaşım geliştirmesine yönelik faaliyetlerini sürdürmüş, 2015’te de Forum’un dönem başkanlığını üstlenmiştir (Erdoğan, Karapınar ve Aydınlı, 2013: 425-426). Bu örnekler ise Türkiye’nin küresel göçe dair konularda küresel işbirliği mekanizmalarına etkin bir biçimde katılım göstermesi açısından önem arz etmektedir.

2011’de patlak veren Suriye’deki iç savaş da dahil olmak üzere, Türkiye 1980’lerden bu yana farklı coğrafyalarda görülen siyasal kargaşalar ve iktisadi gelişmeler sebebiyle farklı nitelikteki göç hareketlerine ev sahipliği yapmaya başlamıştır. Nitekim 1980’lerden itibaren Cumhuriyet tarihinde ilk defa kökenleri itibariyle Türk ve Müslüman olmayanların da Türkiye’ye göçlerine şahitlik edilmeye başlanmıştır. Böylece Türkiye bir taraftan geçiş ülkesi iken bir taraftan da hedef ülke olmaya başlamıştır (İçduygu, 2010: 30). Suriyeli sığınmacılar dalgası da Türkiye’nin

büyük ölçüde hedef ülke ve sonraları kısmen transit bir ülke konumu özelliğini ortaya koymuştur.