• Sonuç bulunamadı

Krizler kritik ve mücadele edilmesi gereken ve de örgütsel tavırların devreye girmesini gerektirecek durumlardır. Kriz durumları tüm şiddetiyle ortaya çıkmadan önce ilgili aktörlere bazı sinyaller göndermektedir. Bu durumda ilk yapılması gereken krizi önleme ya da krizin risklerini azaltma önlemleri almaktır. Önlemlerin başarısız oluşuyla yani krizin açıkça ortaya çıkması halinde ise krizin boyutlarının sınıflandırılması ve krizin çözümüne yönelik çalışmalar yürütülmesi gerekmektedir. Ayrıca kriz dönemlerinde örgütü etkileyen sorunların çözümü için alınan kararlarda çok sayıda baskı grubu devreye girmektedir.

Genel olarak krizleri, doğal afetlerin neden olduğu krizler, mekanik problemlerden kaynaklanan krizler, insan hatalarının neden olduğu krizler ve

yönetsel kararların veya kararsızlıkların neden olduğu krizler olmak üzere dört ana başlıkta sınıflandırmak mümkündür (Polat, 2012: 5-6).

Yavuz’a göre, sığınmacılara ve mültecilere yönelik yapılan yardım faaliyetleri afet yönetiminin uygulama alanına girmektedir. Bu nedenle Suriyeli sığınmacı krizinde olduğu gibi bir kurumun ya da bir ülkenin tek başına bütün faaliyetleri yönetebilmesi kolay bir durum değildir. Nitekim sahada da Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği başta olmak üzere diğer uluslararası kuruluşlar, üçüncü ülkeler ve sivil toplum kuruluşları sığınmacılar ile ilgili acil durum faaliyetlerinin diğer paydaşları olarak öne çıkmaktadır (Yavuz, 2015: 267).

Yerel düzeyde birçok ülkedeki çalışmalar aslında kriz meydana gelene kadar muhtemel krize karşın hazırlık yapılması konularında düşük düzeyde öncelik verildiğini ve oldukça az dikkatli olunduğunu göstermektedir. Gelecekte yaşanmaması için düşük olasılıklı olayları dahi olması kuvvetli olarak görmemek ve kamu harcamalarının diğer alanları ile karşılaştırıldığında daha az belirgin olmasının ihmal edilmesi kriz anında olası sonuçları doğurmaktadır (Enander, Hede ve Lajksjö, 2014: 2).

Literatürde daha çok afet yönetiminde, güvenlik politikalarında ve işletme yönetiminde kullanılan kriz kavramı, 21. yüzyılda küresel bir sorun olarak ortaya çıkan göç ve göçmenler meselesi ile kapsamının sınırlarını da genişletmiş olmaktadır. Bu noktada göç krizi olgusu önemli bir husus olarak ortaya çıkmaktadır. Bu açıdan bir örnek vermek gerekirse 2000’lerin başlarında belirginleşen Afrikalıların küçük botlarla ve pek çok kere ölümlü sonuçlanan Avrupa’ya ulaşma umutları esasında insani bir krizdir. Bu kriz, küresel ısınma gibi evrensel nitelikte değerlendirilmesi gereken ancak son on yıllardır yönetilemeyen bir sorundur. Üstelik hedef ülkelere ulaşan göçmenler Batı dünyasında güvenlik odaklı ele alınmakta ve göç politikaları da buna göre zikzaklar içermektedir (Çam, 2014: 40).

Göç krizi, genel olarak kriz kavramının içerdiği ortak vurguları da içerisinde taşıyan ve kapsayan bir olgudur. Böylece göçe dair sorunların derinleşmesi ya da bir kriz hüviyetine geçmesi, bir süreci kapsamakla beraber öngörülemeyen bir yapıya da sahiptir. Bunlarla beraber, ‘’göç krizi’’ kavramının yanı sıra ulusal ve uluslararası

literatürde ‘’göçmen(ler) krizi’’, ‘’göç dalgası krizi’’, ‘’yasadışı göç krizi’’ gibi ifadelerin kullanımına da sıkça rastlamak mümkündür.

Göç krizi yönetimi kavramı literatürde yaygın olarak kullanılmamakla birlikte böyle bir krizin sevk ve idaresinin günümüzde yönetim kavramına yüklenen çoklu yapısı açısından yönetişim süreciyle yakınlaştırılması ve ilişkilendirilmesi mümkün olabilmektedir. Buna karşın göç krizi yönetimi yerine göçmen krizi yönetimi kavramı da literatürde yer almaktadır.

Son yıllarda, güvenliğin sağlanması, acil durum hazırlıkları ve kriz yönetimi ile toplumsal risk değerlendirmelerine ilişkin konularda yerel topluluklara giderek artan düzeyde bir rol verilmektedir. Örneğin İsveç'te belediyeler düzeyinde temel sorumluluğu üzerinde bulunduran bir yerelleşme süreci açıkça görülmektedir. Belediye yöneticileri ve yetkilileri sahalarında bir dizi risk yönetimi ve güvenlik sorunlarıyla birlikte toplumsal gelişmelerin planlanmasından sorumludurlar. Yine belediyelerin üzerinde kilit görevler arasında kriz yönetimi komitesi çerçevesinde eğitim ve tatbikatlar, kriz planlarının geliştirilmesi, risk ve güvenlik açığına dair analizler yer almaktadır (Enander, Hede ve Lajksjö, 2014: 1).

21. y.y. da giderek farklı boyutları da ortaya çıkan zorunlu göç olgusu, mülteci rejiminde yeni tanımlamaları ve bakış açılarını mevcut kurum ve kuralları ile tekrar irdelenmeyi gerektirmekte ve uluslararası göç konularında küresel bir yönetişimin (Ihlamur-Öner, 2012: 579), ele alınmasına dair çalışmalara kuşkusuz ihtiyaç duymaktadır. Nitekim kriz yönetiminin çeşitli aşamaları aynı zamanda hükümetler, gönüllü örgütler ve diğer yerel birimler tarafından yapılan çalışmaların esnekliğini de içermektedir (Ünlü, Kapucu ve Şahin, 2010: 157).

Öte taraftan, Türkiye’de kamu yönetiminin de en önemli problemleri arasında yer alan proaktif önlem yoksunluğu önem arz etmektedir. Yani yangın çıkmadan evvel yangının çıkmasını engelleyecek tedbirlerin önceden alınması gerekmektedir. Bu durum göç sahasında da karşımıza çıkmakta ve hatta ‘’proaktif göç’’ kavramının literatürde kullanımı ile karşılaşılmaktadır (Sert, 2012: 29).

Mevzuat açısından bakıldığında Türkiye’de kriz ve afet yönetimi ile ilgili mevzuatın oldukça dağınık olduğu, her afet sonrasında çıkarılan kanun, tüzük,

yönetmelik vb. gibi yasal düzenlemelerle afet durumlarının düzenlendiğini görülmektedir. Örneğin 17 Ağustos 1999 depreminden sonra yaklaşık bir yıllık süreç içerisinde 38 kanun ve kanun hükmünde kararname, 28 kararname, 6 yönetmelik, 17 tebliğ ve 9 genelge yürürlüğe konulmuştur. Mevzuat dağınıklığı özellikle uygulamacılar bakımından sıkıntılara neden olmaktadır. Kriz yönetimi ve özellikle de afet yönetiminden sorumlu birden fazla kurum bulunmakta, bu kurumların farklı bakanlıklar içinde ya da daha üst düzeyde bulunması nedeniyle bir yetki ve sorumluluk karmaşası ile karşı karşıya kalınmaktadır (Demir, 2011: 81). Nitekim öngörülemeyen ve beklenmeyen sayılarda bir Suriyeli sığınmacı krizi karşında hazırlıksız yakalanan Türkiye, Mart 2011’den bu yana zorlu bir sürecin üstesinden gelebilmeye çalışmaktadır. Kayıt-dışılık sorunu ise başlarda önemli bir sorun olarak görülürken kayıt altına alınmanın 2015 ortaları itibariyle % 90’lar seviyesine BMMYK’nin teknik desteğiyle de birlikte ulaştığı ifade edilmektedir (Erdoğan, 2015: 321).