• Sonuç bulunamadı

4. AVRUPA BİRLİĞİ VE DİN

4.2. Avrupa Birliği’nde Din ve Dinî Yapı

4.2.4. Türkiye’nin Avrupa Birliği Algısı

Türkiye’nin  Avrupa  Birliği’ne  üye  olması  ile  ilgili  Türk  toplumunun  yaklaşımları kimi zaman hamasi, duygusal refleksleri kimi zaman da rasyonel ama  yüzeysel  değerlendirmeleri  barındırmaktadır.  Olası  bir  üyelikle  birlikte  kimlik  erozyonuna  uğrayacağımızı,  bölüneceğimizi,  kimi  kazanımlarımızı  kaybedeceğimizi düşünenler olduğu gibi, Türkiye’nin bu üyelikle birlikte ekonomik  ve  sosyal  bir  refaha  ulaşacağını  iddia  edenlerde  az  değildir  (Akdoğan,  2004:  46).  Aslında  Türklerin  Avrupa  ve  dolayısıyla  AB  algısının  zihinsel  arka  planında  olumsuz  bir  yargı  bulunmaktadır. Türkiye’de  “Avrupa”  homojen  bir  bütün  olarak  ele alınmakta ve “olumsuz karşı taraf” olarak kullanılmaktadır. Gerek “Avrupa” ve  gerekse  “Türkiye”  kelimeleri  bu  ülkelerin  toplumları  için  kendi  “kolektif  kimliklerini”  tanımlayabilmek  için  ihtiyaç  duydukları  “olumsuz  öteki”nin  yerini  dolduran en iyi ifade olarak karşımıza çıkmaktadır (Akçam, 1999: 38). 

Elbette  Türk  toplumunun  bu  süreçte  yaşantısında  ve  bu  yaşantıyı  düzenleyen kurallarda bazı değişimler olacağını ve bu değişimlerin bazı kesimlerce  kabullenmek  istenmediğini  de  söylememiz  mümkündür.  Bu  duruma  müzakere  tarihi  alınmasıyla  birlikte  dikkat  çeken  Mümtaz’er  Türköne  “Türkiye  17  Aralık’ta  önemli bir engeli geride bıraktı. AB, bütün hatları ile zorlandı, herkes eteğindeki taşı döktü  ve  Türkiye  müzakere  tarihi  alarak  uzun  yolculuğuna  başladı.  Belirsizliklerin  azaldığı  bu  güzergahta, artık soğukkanlı bir şekilde üzerinde kafa yoracağımız gerçek sorunlarımız var.  Uzun  bir  tarihe  damgasını  vuran  ve  ulaşılmaz  gibi  görünen  bir  emele  ellerimizle  dokunabildiğimize göre, artık somut bir çerçevenin içini doldurmak için mesai harcayacağız.  AB  yolculuğu  bizi,  kurumlarımızı,  kurumlarımızın  kendi  aralarında  ve  bizimle  olan  ilişkilerini,  temel  değerlerimizi,  rejimimizin  esaslarını  değiştirecek.  Bazıları  mecburen  değişecek, bazılarını da bazıları değiştirmek isterken, “AB böyle istiyor” diyecek.” (Türköne,  2004)  derken  yaklaşan  bu  sürecin  iyi  değerlendirilmesi  yönünde  tavsiyelerde  bulunmaktadır.  

Sürecin  zararlarına  vurgu  yapan  bakış  açısı  Türkiye‐  Avrupa  Birliği  ilişkilerinde  sağlanacak  toplumsal  mutabakatta  en  önemli  sorunlardan  biri  olarak 

karşımıza  çıkmaktadır.  Buna  karşın  Türk  kamuoyunda  zaman  zaman  bu  olumsuz  yargıyı yıkmaya yönelik çalışmalar yapılmaktadır. Örneğin Zaman Gazetesi yazarı  Şahin  Alpay  17  Aralık’ta  Türkiye  için  verilen  müzakere  tarihi  sonrasında  “AB  Konseyi’nin  17  Aralık  günü  aldığı,  3  Ekim  2005’te  Türkiye  ile  katılım  müzakerelerine  başlanması kararı ne anlama geliyor?  

Bana göre, her şeyden önce şu anlama: AB bir “Hıristiyan kulübü” değil, Avrupa’da  kalıcı  barış  ve  demokrasi  projesidir.  Bu  proje,  Türkiye  AB’ye  katılmadan  tamamlanamaz;  Türkiye  AB’siz  olamaz,  AB  de  Türkiye’siz.  17  Aralık  kararının  ikinci  anlamı  ise  şu:  Türkiye’nin,  Cumhuriyet’imizin  kurucusu  Mustafa  Kemal  Atatürk’ün  gösterdiği  “muasır  medeniyet”i, çağdaş uygarlığı yakalama yolundaki yürüyüşü yeni bir aşamaya girmiştir. AB  liderleri  17  Aralık  günü,  Hollanda’nın  Başbakanı  Jan  Peter  Balkenende’nin  sözleriyle,  gerçekten “tarih yazdılar”.  

Türkiye’nin  AB’ye  üye  olması,  evet,  en  az  on  yıl  alacak.  Çünkü  buna  sıcak  bakmayan kamuoyları nedeniyle AB öznel olarak henüz Türkiye’ye hazır değil. Türkiye ise  nesnel olarak, Kopenhag Kriterleri’nin tümünü yerine getirmekten uzak olduğu için AB’ye  henüz  hazır  değil.  Ama  Türkiye  siyasi  kriterleri  yerine  getirmede  gösterdiği  kararlılığı  Kopenhag  Kriterleri’nin  tümünü  yerine  getirme  konusunda  da  gösterebilirse,  Giscard  d’Estaing’in  korktuğu  başına  gelebilir:  2015  yılında  Türkiye  AB’nin  en  büyük,  dolayısıyla  en  ağırlıklı  ülkesi  pekala  olabilir.  Bu  hedefi  asla  gözden  kaçırmamalıyız.”  (Alpay,  2004)  şeklindeki satırlarıyla Türkiye için Avrupa Birliği serüveninin sağlayacağı katkıları  ve Avrupalıların algısındaki farklılaşmayı yansıtmaya çalışmıştır. 

Bu  genel  yaklaşımların  yanı  sıra  Türk  toplumunda  hâkim  kimliklerin  Avrupa  Birliği  yaklaşımlarına  da  kısaca  göz  atmak  faydalı  olacaktır.  Ulusal  ve  ekonomik  ʺbağımsızlıkʺ  ve  devletçilik  konularında  sağlam  bir  duruş  sergileyen  ʺmilliyetçi  solʺ,  Avrupa  Birliği’ne  entegrasyonu  emperyalist  ve  ulus‐üstü  yapısından  dolayı reddetmektedir. Bu bağlamda solun söylemini, Batılılaşma dışı bir modernleşme  istemi  ve  Batılı  ekonomik  modelin  reddi  belirlemektedir.  Pek  çok  solcu  düşünür  bazı  ekonomik  çıkarları  için  Türkiyeʹnin  ulusal  egemenliğinden  ödün  verebileceği  fikrine  şiddetle  karşı  çıkar.  Türkiye  AB  üyeliğini,  sadece  ulusalcılık  ve  ulusal  egemenlik 

konularındaki  duyarlılıktan  dolayı  değil,  aynı  zamanda  Türklerin  gereksinimlerini  en  iyi  Türklerin  bilebileceği  gerçeğinden  hareketle  reddetmelidir.  Sonuçta  Türkiyeʹnin  ulusal çıkarlarının AB tarafından engelleneceği tehdidi söz konusudur. 

Bunun  ötesinde,  sol  kimlik  tarafından  dillendirilen  bir  diğer  baskın  söylem  ise Batılı ülkelerle ekonomik entegrasyonun imkânsızlığının, Türkiye ve Batıʹnın geçmiş  tecrübeleri ve sosyal ve politik yapılarının arasında olduğu varsayılan aşırı farklılıktır.  Bu  nedenle  çoğu  Marksist  yazar  da  Türkiyeʹnin  AB  üyeliği  sürecine  kuşkuyla  bakmaktadır. Bu kişiler, Türkiyeʹde ekonominin tarihsel gelişiminin Batıʹdan oldukça  farklı  olduğunu  ve  daha  da  önemlisi  Türkiyeʹde  tüm  çabalara  karşın  bir  burjuva  sınıfının  oluşturulamadığını  öne  sürmektedirler.  Nitekim  Marksist  bir  iktisatçı  olan  Kazgan ise Türkiyeʹnin AB ile entegrasyonunun Türk toplumundaki sosyal bütünlüğü  ve uyumu ortadan kaldıracağını iddia etmektedir (Kazgan, 2002: 115). 

Bir  diğer  önemli  politik  ve  kültürel  kimlik  olarak  sağın  AB  entegrasyonuna  ilişkin  söylemi,  ulusal  egemenliğin  üst  otoritelere  devri  ve  ulusal  kimliğin  erozyonu  çerçevesinde  yoğunlaşmaktadır.  Bu  bağlamda,  MHPʹnin  kurucu  lideri  Türkeş,  ABʹye  ilkesel anlamda karşı olduklarını, bunun doğal bir tavır olduğunu, zira ABʹnin ulusal  egemenliği  ve  değerleri  kökten  ortadan  kaldıracak  bir  Hıristiyan  Kulübü  olduğunu  iddia eder (Bkz: Türkeş, 1994: 12). Gerçekten de sağcılar devletin bölünmez bütünlüğü  konusuna  güçlü  bir  vurgu  yapmışlar  ve  Kopenhag  Kriterleriʹni  devlet‐toplum  ilişkilerinde  problem  yaratan  parametreler  olduğunu  iddia  etmişlerdir.  Türkiyeʹde  sağcıların  en  güçlü  temsilcisi  olarak  MHP,  AB  entegrasyonu  sürecine  itirazlarını  programında  dört  maddede  toplamıştır:  Birincisi,  TBMM  tarafından  ortaya  konan  ulusal  egemenlik  Avrupa  parlamentosuna  devredilmektedir.  Bu  bakımdan  böyle  bir  egemenlik  ihlâli  kabul  edilemez  ve  burada  Türk  Anayasasıʹnın  ihlâli  söz  konusudur.  İkincisi, ekonominin ulusal karakteri, AB entegrasyonu sürecinde bozuma uğrayacaktır.  Üçüncüsü,  mülkiyetin  ulusal  karakteri  ortadan  kalkacaktır.  Son  olarak,  sosyo‐kültürel  kimliğin  dejenerasyonu  entegrasyon  sürecinde  hızlandırılmış  olacaktır  (MHP,  2000:  97‐98).  Türkiyeʹde  ulusalcı  çevre  bugün  ABʹnin  Türkiyeʹden  talepleriyle  19.  yüzyılda 

Osmanlı  İmparatorluğuʹnu  bölmeye  çalışan  Batılı  güçlerin  istekleri  arasında  dikkate  değer benzerliklerin olduğunu iddia eder (İnaç, 2003: 195). 

Gerek sol kesimin gerekse sağ kesimin bileşeni olarak İslamcılar, Türkiyeʹnin  Avrupa  Birliğiʹne  üyeliğine  çeşitli  nedenlerle  karşı  çıkarlar.  Onlara  göre,  AB  Türkiyeʹyi sözde bir katılım ortaklığı süreci içinde bekletmekte ve Türkiyeʹnin, Türk  Cumhuriyetleri, Balkanlar ve Ortadoğu gibi coğrafi ve tarihsel etki alanı ile iyi ilişkiler  geliştirmesini  engellemektedir.  Kimliğin  oluşumu  ve  formülasyonu  çerçevesinde,  İslamcılar  Türk  kimliğinin  yabancılaşma,  kültürel  şok  ve  yozlaşma  tehdidi  altında  bulunduğunu, henüz uluslaşma sürecini tamamlamamış olan Türkiyeʹnin AB gibi ulus‐ üzeri  bir  organizasyon  içerisinde  bulunmasının  ulusal  kimliğini  zayıflatacağını  ve  zaten  Avrupalıların  ulusal  kimlik  problemine  çifte  standart  ve  samimiyetsizlikle  yaklaştıklarını iddia etmektedirler.  

İslamcıların  düşünce  sistemine  göre  din,  kimliği  belirleyen  ve  oluşturan  en  önemli  parametredir.  Bu  bağlamda  geçmişte  Avrupalılar  Haçlı  Seferleriʹni  düzenledikleri,  evrensel  bir  Papalık  düşü  kurdukları  dönemlerde  olduğu  kadar  hâlâ  Hıristiyanlığı,  kimliklerinin  önde  gelen  bileşenlerinden  olduğunu  kabul  etmekte,  özellikle  farklı  dine  mensup  taraflarla  kültürel  ilişkilerinde  dinî  aidiyetlerini  birincil  plâna yükseltmektedirler. Sözü edilen açılardan bir Hıristiyan Kulübü özelliği gösteren  AB,  İslâmî  karakter  taşıyan  Türk  kimliğine  politik  çatısı  altında  yer  verecek  kadar  hoşgörülü,  çoğulcu  ve  çok‐kültürlülük  anlayışına  sahip  değildir.  Türkiyeʹnin  ABʹye  yakınlaşmasına  en  şiddetli  muhalefeti  gösteren  politik  ve  kültürel  kimlik  kategorisini  İslamcılar oluşturmaktadır. 

 Ancak  bu,  hiçbir  İslâmî  grubun  ABʹye  olumlu  bir  yaklaşım  sergilemediği  anlamına  da  gelmez.  Örneğin  bazı  İslâmî  gruplar  AB  üyeliğinin  Türkiyeʹde  dinî  özgürlüklerin  genişletilmesi  ve  garanti  altına  alınmasına  büyük  katkı  sağlayacağı  ve  İslâm  âlemi  ile  Hıristiyanlık  dünyasını  bir  araya  getirmede  pozitif  rol  oynayacağı  kanaatini  paylaşmaktadırlar  (İnaç,  2003:  196‐197).  Tüm  bunlarla  birlikte  Türkiye’nin  üyeliğinin  ve  Avrupa’daki  mevcudiyetinin  oradaki  toplum  ve  siyasetçiler  açısından  özel  bir  görev  ifade  ettiğini  belirtenler  de  olmuştur.  Bu  durumda  Müslüman  bir 

Türkiye’nin  İslam’ın  düşüncesinin  bir  temsilcisi  olarak  Avrupa’daki  demokrasi  ve  çoğulculuk kültürüne katkı sağlayacağını düşünenler de vardır (Ayata, 2008: 6). 

Diğer  bir  kategoride,  Reformistler,  Liberaller  ve  Batıcılar,  samimi  olarak  değişimin gerekliliğine inanırlar; Türkiyeʹnin geleceğini ABʹde görürler ve Türkiyeʹnin  ekonomik, sosyal ve siyasî zenginlikleriyle küresel rekabete açılabilecek iddiaya sahip  olduğunu  düşünürler.  Bu  kimlik  kategorisi  ABʹyi,  demokratikleşme,  düşünce  ve  ifade  özgürlüğü  ve  hukukun  üstünlüğü  gibi  evrensel  değerlerin  korunması  ve  yaygınlaşmasına  hizmet  eden  bir  ʺmedeniyet  projesiʺ  olarak  algılar.  Ne  var  ki  Türkiyeʹde toplumun her kesimi toplam ve mutlak bir reformu, değişim ve dönüşümü  değil,  sadece  kendi  çıkarları  için  özgürlük  ve  demokrasi  istemektedir.  AB  taraftarlarının ana argümanları politik içerikte olup, AB üyeliğinin Türkiyeʹnin kırılgan  demokratik  rejiminin  istikrarı  ve  gelişmesi  için  güçlü  bir  garanti  sağlayacağı  ön  kabulüne  dayanır.  Liberaller,  AB  entegrasyonu  süreci  meselesine  gelecekte  olması  muhtemel askerî darbeleri önleyebileceği beklentisiyle desteklemişlerdir.  

Sıklıkla Türkiyeʹdeki elitin Batıʹya karşı çelişkili tutumu farklı politik kimliklerin  irdelenmesi  sonucunda  kolayca  fark  edilebilir.  Örneğin,  liberaller  gibi  bazı  kimlikler  Batı’nın  politik  baskılarını,  demokratik  hak  ve  özgürlüklerin  güvenceye  alınması  gerekçesiyle  hoş  ve  olumlu  karşılarken,  öte  yandan  ulusalcılar  gibi  bazı  kimlikler,  özellikle etnik azınlıklara verilmesi şart koşulan özgürlüklere ilişkin olarak Türkiyeʹnin  bağımsızlık  ve  egemenliğinin  ihlalini  gündeme  taşımakta  ve  hatta  bu  tarz  hak  ve  özgürlük  taleplerini  Batılı  güçlerin  Türkiyeʹyi  zayıflatma  ve  bölme  amaçlı  komplolarının  bir  parçası  olarak  yorumlamaktadırlar.  Bazıları  ise  AB  üyeliğinin  Türkiyeʹye  en  büyük  faydasının  insan  hakları  alanında  olacağını  düşünmektedir  (İnaç, 2003: 201‐202). 

Görüldüğü  gibi  Türkiye’nin  Avrupa  Birliği  üyeliği  farklı  kimliklerde  farklı  gerekçeler üzerinde şekillendirilerek tartışılmaktadır. Her kesim kendi fikri düzleminde  konuya  yaklaşmakta  ve  Avrupa  Birliği’nin  bu  düzlemde  oluşturacağı  değişimler  üzerinde  durmaktadır.  Bu  bakış  açısı  ülkemizde  bütüncül  bir  “Avrupa”  ve  “Avrupa  Birliği” perspektifini imkânsız kılmaktadır.  

İKİNCİ BÖLÜM: 

ALAN ARAŞTIRMASININ BULGULARI VE DEĞERLENDİRME 

1. UYGULAMA   

1.1 Alan Araştırması 

Alan  araştırmaları,  bir  elemanlar  bütününden,  bir  elemanın  diğerleri  ile  karşılaştırılabildiği  enformasyonlar  toplamayı  mümkün  kılan  araştırmalar  olarak  tanımlanabilir.  Bu  sayede  bir  olaya  ait  bütün  şartları  çeşitli  şekillerde  ve  değişik  bileşimlerle,  yapay  bir  denetim  altında  incelemek  mümkün  olur.  Avrupa  Birliği‐  Türkiye  ilişkilerinde  dini  hayatta  olası  değişimleri  irdeleme  amacını  taşıyan  çalışmamızda da alan araştırması öncesinde geniş bir literatür taramasının ardından  ikinci  adım  olarak  odak  grup  tartışmalarına  yer  verilmiştir.  Konya’da  yaşayan  sıradan  insanların  konuya  dair  düşünceleri  önbilgi  olarak  temin  edilmeye  çalışılmıştır.  Bunun  yanında  fikirleri  ankette  açıkça  temsil  edilemeyebilen  akademisyen,  politikacı  ve  uzmanlardan  oluşan  kanaat  önderi  (Opinion  Leader)  olarak  tanımladığımız  entelektüellerin  derinlemesine  düşünceleri  de  mülakatlar  yoluyla çalışmaya kazandırılmıştır.  

 

1.2 Kapsam ve Sınırlılıklar 

Avrupa  Birliği’nin  ülkemiz  için  kültürel,  dini,  siyasi,  sosyal,  hukuki  ekonomik  vb.  etkilerinin  olacağı  muhakkaktır.  Elbette  bu  farklı  alanlar  her  biri  büyük  çalışmaları  ve  derinlemesine  incelemeleri  gerekli  kılacak  kadar  geniştir.  Bu  nedenle  çalışmamız  muhteva  olarak  Avrupa  Birliği’nin  genel  toplumsal  yaşam  ile  birlikte  dini  alanda  meydana  getireceği  etkileriyle  sınırlandırılmıştır.  Bunun  yanı  sıra  çalışmamız  araştırma  sahası  olarak  Konya  şehir  merkezi  ile  sınırlanmıştır.  Elbette  Avrupa  Birliği  üyeliğinin  Türk  toplumunun  dini  hayatında  meydana  getirmesi  muhtemel  değişimleri  gözlemek  ve  bunlara  dair  projeksiyonlar  geliştirmek  ve  bu  sonuçları  Türkiye’ye  çapında  genellemek  için  bir  bölge  çalışması yeterli değildir. Ancak Konya şehri, geleneksel yapı ve modern hayat