• Sonuç bulunamadı

4. AVRUPA BİRLİĞİ VE DİN

4.1. Avrupa Birliği Kimliği

4.1.1 Avrupa ve Kimlik Sorunu

Kimlik sorunu tüm sosyal bilimlerde en karmaşık ve tartışmalı sorunlardan  biridir.  Bunun  nedeni  kuşkusuz,  kimliğin  çok  boyutluluğu  ve  bu  boyutluluğun  disiplinler arası bir çalışmayı zorunlu kılmasıdır (Türkbağ, 2003: 209). Kimlik, ortak  dil, kültür, coğrafya ve tarih gibi öğelere dayansa da “öteki” ile temasın özel tarihi  ve  formudur  ki  bir  ulusu  diğerinden  farklılaştırır,  eşsizleştirir,  yani  kimliklendirir  (Dağı,  2002:  13).  Bu  açıdan  bakıldığında  “kimlik”(ler)  sorunsalı  hem  varoluşunu  borçlu olduğu, hem de varlığını sürekli etkileyen iki ana paradoksun kıskacındadır. 

Bu  paradokslardan  birincisi  bu  kavramın  adından  ve  bu  adın  tarihsel  arka  planından  kaynaklanmaktadır.  Batı  dillerinde  Latince’nin  idem  (aynı)  kökünden  türetilen identity kelimesi bir özdeşliği aynılığı ifade etmektedir. Türkçedeki kimlik  ise,  kim,  yani  “kimlerden(sin)?”  sorusundan  üremiş  zorunlu  bir  mensubiyet  işaretidir.  Demek  ki  kimlik,  ana  işareti  ve  yönelişi  itibariyle  bir  mensubiyeti,  bir  aidiyeti, bir çoklukla aynılaşmayı ifade etmektedir. Bu açıdan bir ayrışma değil, bir  aynılaşma göstergesidir.  

İkinci  paradoksa  gelince  her  özdeşlik  alanı  (identity‐kimlik)  öyle  olmayana  öyle tasarlanmayana, yani öteki(leri)ne nazaran konumlandırılmak ve oluşturulmak  zorundadır.  Oysa  bu  ne  olunduğu  değil  ne  olunmadığı  üzerine  oturtulan,  plansız,  programsız, tutarsız, ancak tarihsel ve ekonomik olabilen, toplumsallığı her zaman  yapay  kalmaya,  kurgulanmaya  muhtaç  olan  negatif  bir  inşadır.  Sonuçta  tüm  kimliksel tanımlar, birbirlerinin aynalarında hem kendilerini hem de diğerlerini inşa  ederlerken, aslında hepsi birden tahrip olmaktadırlar (Kılıçbay, 2003: 155‐156). 

Bu noktadan hareketle kimlik, insan topluluklarına özgü bir varoluş olgusu  olarak  zaman  içinde  etkisini  gösteren  objektif  ve  sübjektif  unsurlarla  gelişir  ve  varlığın sürekliliği ile ilintili bir etkileşim sürecinde kendini diğerlerinden ayırt edici  özelliğini  meydana  getirir.  Ne  var  ki,  çok  boyutlu  bir  nitelik  taşıyan  bu  karşılıklı  beşerî  ilişki  ve  algılama,  bir  tür  istikrarsızlık  da  içerir;  bu  durum  bazen  doğal  bir  kimlik gelişimi tarzında kendini gösterirken, kimi zaman da ʹkimlik kriziʹ biçiminde  ortaya çıkabilir. Kısacası, kimlik oluşumu/edinimi, dinamik ve sürekli bir toplumsal  (ulusal ya da uluslararası) alışveriş ortamında gerçekleşir (Canpolat, 2002: 2). 

Avrupa  kimliği  konusu  ise,  AB’nin  kendi  içinde  tartışılan  en  önemli  konulardan biridir. Konunun önemi, kimliğin AB’yi bir arada tutacağına ve AB’nin  devamlılığını  sağlayacağına  inanılmasından  kaynaklanmaktadır.  Bir  kimliğin  oluşturulması  ile  AB’nin  daha  sağlam  temellere  oturacağı,  hatta  kimilerine  göre  devamlılığının  ancak  bu  şekilde  sağlanacağı  ileri  sürülmektedir.  Avrupa  ülkelerindeki  halkların  giderek  AB’ye  olan  güvenilirliğini,  bağlılığını  ve  isteğini  yitirmesi,  kimlik  ile  AB’nin  devamlılığı  arasında  böyle  bir  bağlantı  kurulmasına 

neden  olmuştur.  Tarihini  incelediğimizde  çoğunlukla  “öteki”  tanımı  olmadan  “kendi”ni  tanımlayabilen  bir  Avrupa’nın  söz  konusu  olmadığı  görülmektedir.  Tarihinin  her  döneminde  doğu,  batı,  kuzey,  güney,  komünist,  İslam,  vb.  farklı  ötekiler  oluşturan  Avrupa’nın,  kendi  yapılanmasını  söz  konusu  ötekiler  üzerinden  şekillendirdiği ve sağlamlaştırdığı gözlenmektedir (Karakuş, 2007: 121). 

Kimlik  konusunu  önemli  kılan  bir  başka  nokta  da  Türkiye  boyutudur.  Çünkü  Avrupa  kimliğini  oluşturduğu  ileri  sürülen  kültür,  din,  tarih  ve  coğrafya  gibi  başlıca  unsurlar  arasında  Türkiye’ye  yer  verilmemektedir.  Özellikle  kültürel  alanda  dışlanan  ve  “öteki”leştirilen  Türkiye’nin  AB  üyeliğini  engellemek  için,  zaman  zaman  kimlik  meselesi  bir  bahane  olarak  kullanılmaktadır.  Ancak  belli  bir  Avrupa  kültüründen,  dininden,  coğrafyasından  dolayısıyla  Avrupa  kimliğinin  varlığından  bahsetmek  mümkün  olmadığından  Türkiye’nin  bu  nedenle  dışlanmasına  sağlam  bir  temel  olmadığı  görülmektedir  (Altınbaş,  2006:  5).  Türkiye’nin  kimlikle  ilgili  değil  olsa  olsa  ekonomik  sebeplerle  birlik  dışında  kalabileceğini  belirten  Lord  Ralf  Dahrendorf  Berlin  Katolik  Kilisesi’nde  yaptığı  bir  konuşmada  gerçekte  Avrupa  kimliği  diye  derinlemesine  bir  kültürel  aidiyetin  olmadığını ileri sürmüştür (Dağı, 2005: 63). 

Bu  anlamda  Avrupa  kimliğine  tarihsel  bir  bakış  açısıyla  eğildiğimizde,  Avrupaʹnın  kimliğinin,  tarihsel  süreçte  öteki  topluluklarla  ilişkili  konumuna  bağlı  olarak  gelişen  ve  değişen  değer  yargılarıyla  yoğrulmuş  olduğunu  ama  özellikle  kendi  dışındakilere  yönelik  duruşunda,  belirli  ve  her  zaman  geçerli  bir  biçim  alamadığını  görmekteyiz.  Bunda  kendini  ve  ötekini,  beşerî  kazanım  ve  kültür‐ uygarlık  değerlendirmelerine  bağlı  olarak  olumlama/olumsuzlama  tercih  ve  eylemlerinin  payı  büyüktür.  Avrupa  Birliği  uzun  bir  tarihî,  politik,  kültürel  ve  felsefî  bir  sürecin  ürünü  olan  tamamen  kendine  özgü  bir  yapı  olarak  değerlendirilmektedir. Bir idealden hareket eden, ona göre gerçekleri şekillendiren,  zaman içinde devamlı genişleyen ve derinleşen bir oluşum, hiçbir benzeri olmayan  bir ekonomik bütünleşme örneği, bir dayanışma sistemi, aynı değerleri yansıtan bir  hukuk alanı olarak tanımlanmaktadır (TESEV, 2006). 

Avrupa  ile  özdeşleşen  ne  bir  belirgin  kültürel  aidiyet  alanı  ne  de  değişmez  ʺuygarlık mekânıʺ söz konusudur. Avrupa, her zaman kendini uygarlık merkezine  yakın, hatta onun tam ortasında olacak tarzda konumlandırmak için ne gerekiyorsa  onu  yapmıştır.  Öyle  olunca  da  karşımıza  bazen  kendisiyle  çelişen,  değişik  coğrafi  mekânlarda  kökleri  olduğu  varsayılan  bir  Avrupa  çıkmaktadır.  Beşerî  kültürün  ve  uygarlığın gelişim çizgisine paralel, zaman ve mekân içinde farklı jeopolitik özellik  ve kültürel değerlerle donanmış bir Avrupa kimliği söz konusudur. 

Ancak  Batı  Avrupa’da  son  dönemde  ağırlık  kazanan  kimi  söylem  ve  yaklaşımlar  Avrupa’yı  yeniden  tanımlamaya  çalışmaktadır.  Bu  söylem  ve  sunumlarda “evrensel” değer, fikir ve kurumlar Avrupa’ya özgü yerel özelliklermiş  gibi sahiplenilmektedir. Başka bir deyişle evrensellik potansiyeli olan toplumsal ve  kültürel  nitelik  ve  süreçler  Avrupa’nın  özgün  mülküymüş  gibi  sınırlandırılmaktadır.  Bu  eğilim  Avrupa’ya  siyasal,  toplumsal  ve  kültürel  sınırlar  çizme  bağlamında  Avrupa  kültür  ve  kimliğini  yeniden  tanımlamaya  dönük  bazı  çabaların bir dışavurumu olarak dikkat çekmektedir (Ertuğrul, 2001: 144). 

Bu  nedenle  Avrupa’nın  oldukça  muğlâk  bir  fikir  olduğu,  hatta  bir  kurgu  olduğu herhalde hiçbir zaman tartışılmadığı kadar 20. yüzyılda tartışılmış ve kabul  görmüştür.  Bir  yandan  20.  yüzyıl  boyunca  düşünürler  ve  özellikle  tarihçiler  Avrupa’nın  her  zaman  bölünmüş  ve  farklılaşmış  olduğunu;  hemen  hemen  hiçbir  zaman  siyasal,  kültürel,  dinsel,  dilsel  veya  hukuksal  bir  birliğe  ulaşmadığını  ve  belki  de  ulaşamayacağını  tartışmışlarken;  diğer  yandan  20.  yüzyıl  sonunda  Avrupa’yı  siyasal  ekonomik  ve  hukuksal  açıdan  birleştirmeyi  amaçlayan  kültürel  birliği varsayan Avrupa Birliği kurulmuştur (Bkz: Ortaylı, 2007: 215 vd.). 

Avrupa’nın  ne  olduğuna  verilen  her  cevap  kaçınılmaz  olarak  indirgemeye,  çarpıtmaya veya aşırı soyutlamalara dayanmak durumunda kalmıştır. “Avrupa’nın  her  ne  olmasını  istiyorsak  Avrupa  odur”  diyen  Prof.  Dr.  Cologero  belki  de  bu  soruya  en  samimi  cevabı  veren  kişidir.  “Avrupa  nedir?”  sorusuna  cevap  veremememizin  en  önemli  nedeni,  diğer  her  kültür  gibi  Avrupa’nın  da  kendi  içerisinde  farklılaşmış  ve  çok  boyutlu  olmasının  yanı  sıra,  sorunun  kendisinin 

alabildiğine  kapsamlı  olması  ve  tarih  boyunca  birçok  kez  birçok  farklı  bağlamda  cevaplanmış  olduğu  için  cevapların  çok  çeşitli  ve  değişken  olmasıdır  (Çırakman,  2001: 28). 

1648  yılındaki  Vestfalya  Anlaşması  Avrupa  Birliğine  doğru  atılmış  ilk  adımdır.  Bu  anlaşmada  Avrupa  ülkelerinin  aynı  kültür  ve  din  birliği  içinde  bir  bütünlük sağlanmasının arzu edilen bir yapı olacağı açıkça ifade edilmiştir; fakat bu  gerçekleşmemiştir.  Üstelik  bu  arzuyu  dile  getiren  ülkeler  defalarca  karşı  karşıya  gelmiş,  bazen  bu,  büyük  savaşlar  şeklinde  tezahür  etmiştir.  Buna  rağmen  dönem  dönem  bu  arzu  kimileri  tarafından  dile  getirilmiştir  (Akgönenç,  2000:  135).  İlkçağlarda  uygarlığın  yeşerdiği  Dicle  ile  Nil  arası  ve  İran  Antikçağı,  Avrupaʹnın  köklerinin  arandığı  yer  olmuştur.  Arkeolojik  ve  antropolojik  bulgular,  Mezopotamya  bölgesinde  M.Ö.  4.‐5.bin  yıla  kadar  uzanan  ilk  uygarlık  izlerini  (zamanın  belli  birimlere  ayrılması,  numaralandırma,  mimari,  daha  sonra  Hammurabi  yasaları)  ortaya  koyuyor.  Avrupa,  kendisini  bu  bölgeyle  ilişkilendirerek  köklerinin  ne  kadar  derinde  olduğunu  gösterme  gereksinimi  duymuştur.  

Öte  yandan  ʺHint‐Avrupa  dil  akrabalığıʺndan  söz  edilir;  birçok  Avrupalı  yazar,  örneğin  Grousset,  Antikçağʹda  İran  yaylarının  Avrupa  havasını  teneffüs  ettirdiğini  düşünür;  bu  dönemde  İran  Avrupaʹnın  bir  parçası  kabul  edilir.  Ancak,  Avrupaʹnın  İranʹla  akrabalığı,  M.Ö.  beşinci  yüzyıldaki  Med  Savaşları  ile  sona  erer.  Çünkü  artık  Helen  uygarlığı,  yani  eski  Yunanistan  keşfedilmiştir  ve  Yunan  siteleri  İran  (Pers)  hükümdarlarına  karşı  ʺözgürlükʺ  savaşı  vermektedirler.  Med  Savaşları,  ilk Doğu‐Batı ayrımı olarak görülür. 

Entelektüel  anlamda  ve  İskenderʹin  doğuya  açılımıyla  askerî  alanda  kendisine  Helen  uygarlığında  dayanak  noktası  bulan  Avrupa,  bunu  Roma  İmparatorluğu ile de sürdürmek ister. Bu dönemde Akdenizʹin tamamı Avrupalıdır.  Ne var ki yedinci yüzyıldan itibaren İslamiyetʹin Doğu Akdeniz ve Kuzey Afrikaʹya  doğru  genişlemesi,  Avrupaʹnın  karada  kuzeybatı  yönünde  ilerleyerek  kendini  yeniden  tanımlamasını  gerektirir.  Ancak,  Avrupa  bunda  pek  başarılı  olamaz. 

Yüzyıllarca süren bir iç kavga yaşanır. Rönesans, reform ve aydınlanma süreçleriyle  yeni, modern Avrupaʹnın temelleri atılır. Avrupa Birliği, uzun süren dinsel, politik  çatışmaların sonucunda, ortak değerlere dayalı bir barış ve güvenlik projesi olarak  belirir. 

Avrupa  Birliği/Topluluğu  çağında,  Avrupaʹnın  ötekilerle  sınırı  Polonyaʹda  başlatılmıştır.  Soğuk  Savaş  sonrası dönemde  durum  daha başkadır:  AB,  Avrupaʹyı  tehdit  eden  komünist  tehlike  ortadan  kalkınca,  eski  Doğu  Bloku  üyelerinin  neredeyse  tümünü  bünyesine  dâhil  etmeye  hazırlanmaktadır.  Anlaşılan  odur  ki,  Avrupa kendi dışındakine yönelik ilişkinin/algılamanın türüne, dünyadaki uygarlık  mekânına göre bir aidiyet alanı belirleyebilmektedir (Canpolat, 2002: 3). 

Avrupa’da  resmi  ve  gayrı  resmi  dinler  arasında  çeşitli  toplantılar  yapılmaktadır.  Bu  toplantıların  ilki  1995’te  Toledo’da  yapılmıştır.  Bu  toplantıya  Katolik,  Protestan,  Yahudi,  Ortodoks,  Musevi,  Müslüman  ve  hümanist  denilen  kişiler  katılmıştır.  Bu  toplantıda  konuşulan  konulardan  biri  kimlik  meselesidir.  Avrupa’da  insanların  gittikçe  kimliklerini  kaybettikleri  ve  kimliği  korumanın  yolunun kimliğin tanımlamasında dini, kültürel unsurların bulunması gerektiğidir.  Buna  göre  bu  şekilde  tanımlanan  Avrupalı  kimliği  diğer  dinlerle  diyalog  içerisine  girerek  gittikçe  manasızlaşan  hayata  bir  mana  katabilecektir  (Köni,  2000:  93‐94).  Görüldüğü gibi Avrupa kendisini tanımlamada araç olarak kullanabileceği, coğrafi,  dini,  kültürel  vb.  argümanları  Avrupa  birliği  kimliği  ile  bütünleştirmede  zorluklar  yaşamış  ve  zaman  zaman  bu  argümanlardan  birini  kullanarak  birliğin  kimlik  sorunsalını aşıyor bir görüntü vermeye çalışmıştır.  

 

4.1.2. Avrupa Kimliği’nin İki Ana Unsuru   

4.1.2.1 Coğrafya Birliği  

Mekâna  dair  çözümlemeler,  çoğunlukla  yer,  bellek,  kimlik,  temsil,  aidiyet,  toplumsallık  gibi  bağlamların  tümünü  kapsayacak  geniş  bir  imgelem  dünyasına  gönderme  yapar.  Mekân  olgusu  sosyalite  bağlamının  oluşması  ve  ilişki  sürecine