4. AVRUPA BİRLİĞİ VE DİN
4.2. Avrupa Birliği’nde Din ve Dinî Yapı
4.2.3. Avrupa Birliği’nin Türkiye Algısı
Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği uzun bir süreci kapsamasına rağmen Avrupa nezdinde hala bazı soru işaretlerini barındırmaktadır. Avrupa kamuoyunda Türkiye’nin üyeliği ile ilgili geliştirilen argümanlar bu soru işaretlerini gün geçtikçe derinleştirmektedir. Ülkemizin AB üyeliği ile bu çekinceleri üç temel başlıkta değerlendirebiliriz. Bunlardan ilki Türkiye’nin coğrafi, kültürel ve dini olarak Avrupalı sayılamayacağı ile ilgili kaygıları taşırken ikinci bir yaklaşım nüfus, serbest dolaşım, ekonomi ve insan hakları gibi mevcut durumun olumsuzlukları ile ilgili kaygılar olarak karşımıza çıkmaktadır. Fazlaca dillendirilmeyen ancak Fransa, Almanya gibi ülkelerin içten içe taşıdıkları bir diğer kaygı ise Türkiye’nin birlik içerisinde ağırlıklı bir konuma gelerek inisiyatif kazanacak olmasıyla ilgilidir (Akdoğan, 2004: 11‐12).
Almanyaʹda yayımlanan Frankischer Tag gazetesinin yazarı Anton Palfi “Türkiye’nin Teşvik Edilmesi” başlığı altındaki yazısında bu kaygıları şu şekilde dile getirmiştir:
“Avrupalılar halen Türkiyeʹnin ne zaman ve nasıl entegre edileceğini tartışıyor. Eleştirmenler AB üyeliğine karşı gerekçe olarak Türkiyeʹnin coğrafi ve kültürel açıdan Avrupa’ya ait olmamasını, entegrasyon maliyetinin çok yüksek olmasını ve ABʹnin zorlanabileceğini gösteriyorlar. Türkiye olası bir üyelik durumunda, Almanyaʹdan sonra nüfusu en yoğun ülke konumuna gelecek ve böylelikle de güç dengeleri ‐Fransaʹnın zararına‐ değişecektir. Para ya da inanç gibi konulardaki zorlukların üstesinden gelmek mümkün. Ancak Türkiyeʹnin ʺAvrupalıʺ sıfatını hak edebilmesi için kendi gücüyle yapması gereken şeyler var; hukuk devleti, iç huzur ve sosyal gelişmeler gibi.” (Palfi, 2005: 11).
Yine Berlin’de yayınlanan ve tirajı günde 201.750 olan muhafazakâr sağ eğilimli Die Welt gazetesinde Boris Kalnoky imzasıyla “Avrupa Yolundaki Engeller” başlıklı yazıda “Katılım müzakerelerinin günün birinde başarısızlığa uğraması gerçekten mümkün” denilirken bunun için en önemli faktörlerden biri olarak serbest dolaşım hakkı öne çıkarılmaktadır. Yazar Türkiye’nin nüfusuna
dikkat çekerek olası üyelikte Türkiye’den gelecek göçün boyutlarını şu cümlelerle ifade etmektedir.
“Müzakere Çerçeve Belgesiʹnde 34 başlık altında, balıkçılıktan çevre korumaya kadar tartışmalı bütün konular sıralanmış durumda. Bütün başlıkların bir sonuca varılması, 25 AB üyesi ülkenin oy birliği ile karara bağlanması gerekiyor. Kişilerin serbest dolaşımı burada özellikle ilgi çekiyor: Türkiyeʹnin Devlet İstatistik Enstitüsü’nün tahminlerine göre 2.7 milyon Türk, ABʹye üye olunmasından 15 yıl sonra başka bir AB ülkesine göç etmek istiyor. Diğer araştırmalar 2030 yılına kadar yaklaşık dört milyon göçmen bekliyorlar.” (Kalnoky, 2005: 26).
Avrupa Birliği’nin, basit bir serbest ticaret anlaşmasından, bugünkü “Ekonomik ve Parasal Birlik” yapısına geçmesinde en önemli etmenlerden birisi, üretim faktörlerinin, tanımlanmış entegrasyon alanı içerisinde serbestçe dolaşabilmesi hedefine ulaşılmış olmasıdır. Sermayenin, işgücünün ve girişimcinin kendisi için en elverişli bölgeyi seçeceği ekonomik bir gerçektir. Bu gerçekten hareketle şekillenen çabalar, 1992 yılında ortak pazarın gerçekleştirilmesi ile başarıya ulaşmıştır. Üretim Faktörlerinin en önemlisi olan işgücünün serbest dolaşımı AB üyeleri arasında 1968 yılından bu yana sorunsuz bir şekilde uygulanmaktadır. AB’nin 1 Mayıs 2004’de gerçekleştirdiği en son genişlemeyle Birliğe katılan on yeni üyenin vatandaşları da, geçiş dönemi (2+3+2 olmak üzere maximum 7 yıl) sona erdikten sonra bu haktan yararlanmaya başlayacaklardır (Eren, 2005: 4).
Elbette Türkiye gibi çok genç bir nüfusa sahip ülkenin böylesi bir birlik içerisinde hem kemiyet itibari ile hem de keyfiyet itibari ile bulunması Avrupalılar tarafından bir tehdit olarak algılanabilir. Zira Avrupa’yı bir kaleye dönüştüren politikalara meydan okuyan bir toplumsal hareket olarak görülen göçmenlerin varlığı içerisinde (Sandro, 2005: 31) Türklerin göçü 1960lı yıllarda ikili işçi transferleri ile başlamış ve bugün tüm Avrupa’da önemli bir Türk çoğunluğunun varlığı ile sonuçlanmıştır. Bugün serbest dolaşım tartışmaları ile söz konusu endişelerini dile getiren Avrupa Birliği üyesi ülkeler esasında göçün
engellenebilmesi için hukuki çözümler aramaya yıllar öncesinde başlamışlardır (Köktaş, 1998: 1400). Türkiye’nin son sayımlarda nüfusunun 71.517.100 gibi bir rakamda olması ve bu nüfusun 24.770.606 sının 15‐34 yaş arası gençlerden oluşması Avrupa birliği üye ülkelerin endişelerini artırmaktadır (TÜİK, 2009).
Ancak Türkiye’nin AB’ye üye olması durumunda serbest dolaşım hakkının verilmemesi veya kalıcı bir istisna getirilmesi yoluyla farklı bir üyeliğin söz konusu olabileceğini vurgulamak AB hukuk normlarına ciddi bir aykırılık teşkil etmektedir. Türkiye, kendisi için düşünülen ve daha önce üye olmuş hiç bir ülke için düşünülmemiş böyle “à la carte” bir üyeliğe zorlanamaz. Türkiye, Türk işgücünün serbest dolaşım hakkını içermeyen bir üyeliğe, çeşitli yaptırım veya yöntemlerle ikna edilse veya bu kalıcı istisnayı “gönüllü” olarak kabul etse bile bu durum, Temel Haklar Bildirgesi’nin 21. Maddesine aykırılık teşkil edecek ve AB Anlaşmalarının uygulama alanı içerisinde ulusal kimlik temelinde yapılan bir “ayırımcılık” olarak görülecektir. Türkiye ve Türk Vatandaşları için öngörülen bu “eksik üyelik”, AB içerisindeki 4 temel özgürlükten, serbest dolaşım özgürlüğüne halel getirecektir. Bu durumda da, bu haktan mahrum kalan ve yararlanmak isteyen Türk Vatandaşları, Avrupa Adalet Divanı’nda dava açabilecektir. Bu davaların kazanılma olasılıkları da son derece yüksek olacaktır (Eren, 2005: 23).
Esasında Avrupa’nın Türkiye’ye bakışında yukarıda kısaca değindiğimiz etkenlerin ötesinde bir tarihi arka plandan da söz etmek gerekir. Tarihsel arka plana bakıldığında, müntesipleri bakımından dünyanın en büyük dinleri olan ve kurtuluş öğretisi taşıyan dinlerin karşılaşması kaçınılmazdır. Nitekim bu karşılaşma siyasi nedenlerden de önce dini nedenle olmuştur (Harman, 2000: 299). Avrupalı zihniyet pek çok sebepten ötürü Müslümanları kendisine rakip olarak görmüştür. Bunun sebeplerinden biri Hıristiyanlığın İslam’ı kendisine rakip olarak gören tarihsel tavrıdır. Özellikle İslam’ın hızlı yayılışı ve Haçlı Seferleri’ni oluşturan nedenler ve sonraki gelişmeler bu rekabeti beslemiştir.
II. Dünya Savaşı sonrası gelişmeler, petrol üzerine kurulu rekabet ve SSCB’nin yıkılışı, tüm bu problemlerin coğrafi alanının Müslüman coğrafyasına
dâhil olması ve Müslüman dünyada bir tepki hareketi olarak ortaya çıkan batı karşıtı söylemler ve fundamentalizm batının İslam’a karşı olumsuz tavrını pekiştirmiştir (Yel, 2005: 740). Tarih boyunca Hıristiyan Avrupa ve İslam aynı egemenlik alanları konusunda mücadele içinde olmuştur. 1683 İkinci Viyana Kuşatması’na kadar batı her zaman İslam’ın fetih ve tebliğ tehdidi/tehlikesi endişesi taşımıştır. Bu şekilde İslam’ı tanıma uğraşları da haçlı seferlerine kadar uzanmaktadır.
Kuranı ilk defa Latinceye çeviren kişi Robert de Ketton’dur. Bu çeviri oldukça kötü ve önyargılarla doludur. Yine Pierre le Venerable’ın (1095‐1156) İslamʹa ve Peygamber’e olan çok haksız tenkit ve hakaretleri ortaçağda İslam eleştirisi ve nefretinin kaynaklığını yapmıştır. 13.‐14. Yüzyıl bu haksız tenkit ve nefretin doruğa ulaştığı dönemdir. Sonraki iki yüzyılda eleştiri ve nefret devam etmiş, bu dönemde İslam’ın en büyük imparatorluğu Osmanlı da bu nefretten nasibini almıştır. Avrupalılar çocuklarını bile Türklerle korkutacak duruma gelmiştir. Deyim ve atasözlerindeki bu durum yer yer günümüzde bile devam etmektedir. Hala Türkler pala bıyıklı, kılıç kuşanmış olarak tasvir edilmektedir.
(Avrupa’da en katı Türk aleyhtarlığı yapan ülkelerden biri olan Avusturya’da Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğinin gündeme gelmesiyle birlikte gazetelerde yer alan haber ve karikatürler için Bkz: Liebhart, 2005: 1‐15)
18. ve 19. Yüzyılda olumsuz düşüncelerin yanı sıra bazı müspet düşüncelerde ortaya çıkmıştır. Voltaire, İslam’ın sade ve doğru bir Allah’a iman üzere kurulu ve Araplar için iyi bir din olduğunu söylemiştir. 20. Yüzyıl ise diyalog çalışmalarıyla beraber yeni bir dönemin başladığı devredir. Fakat 20. Yüzyılda dahi İslam, çölde yaşayan, deveye binen, savaşan, esir pazarlarında esir alıp satan bir din olarak düşünülmüştür. Buna İslam’ın terörizmle özdeşleştirildiği 11 Eylül sonrası dönem de eklenebilir. Sonuç olarak, Avrupa’daki olumsuz İslam imajı ortaçağda şekillenmiştir (Harman, 2000: 301) ve etkileri günümüzde de devam etmektedir.
Avrupa’da İslam imajını negatiften pozitife çevirmek için ortaya atılan Avrupa İslam’ı projesi Avrupa’da yaşayan Müslümanların büyük bir kısmının Türk
olması nedeniyle Türkiye’nin AB’ye giriş süreciyle de birebir ilintilendirilmiştir. Avrupa İslam’ı ile Avrupalının zihninde oluşmuş negatif İslam imajının silinmesi umut edilmektedir (Taşçı, 2003: 577). Ancak Türkiye’nin AB’ye üyelik başvurusu birçok Avrupalının zihnindeki Türk algısını yeniden canlandırmıştır. Buna göre AB bir Hıristiyan kulübüdür ve Türklerin bu birliğe alınmaması gerekir. Hatta Türklerin silahla alamadığı Avrupa’yı bu yolla ele geçirecekleri korkuları baş göstermiştir. Protestanlığın kurucusu Martin Luther tarafından İslam ile Türk kimliği birleştirilmiş ve ikisi için Türk kavramı kullanılmıştır. Luther sonrası dönemde de İslam korkusu devam etmiştir. Nitekim İslam’ın, fundamentalist bir tavırla hala Avrupa için, batı değerleri için büyük bir tehdit olduğunu iddia eden Avrupalı yazarlar vardır. Fakat Müslüman bir Türkiye’nin diyalog bağlamında Avrupa için bir kazanım olacağını savunan Avrupalıların sayısı da az değildir (Aydın, 2000: 543).
İspanya hükümetinin AB ile ilişkilerden sorumlu Devlet Sekreteri Alberto Navarro, Zaragoza kentinde düzenlenen bir konferansta, İspanya olarak Türkiye’nin AB’ye girişini desteklediklerini kaydederek, “Önemli olan Türkiye’nin müzakere eden bir ülke olmasıdır. Brüksel’e doğru bakmaya ve Avrupa’ya yakınlaşmaya devam etmeli” derken, Türkiye’nin Orta Doğu’da istikrar için önemli bir faktör olduğu yorumunda da bulunmaktadır (Navarro, 2007,:8). Yine Avrupa Komisyonu’nun Ticaretten Sorumlu Üyesi Peter Mandelson, Türkiye ile müzakerelerin başarısızlığa uğramaması yolunda AB’yi uyararak “AB için Türkiye çok önemli bir stratejik hedef. Türkiye’nin AB’ye entegre olmasının engellenmesi halinde, Avrupa’nın sınırlarında bir huzursuzluk bölgesi oluşacaktır. Türkiye’nin AB’nin enerji ihtiyacının karşılaması konusunda da önemli bir rol oynadığına göz önünde bulundurmak gerekiyor’’ demektedir (Mandelson, 2007: 8).
Korkuların ve ümitlerin gölgesinde Avrupa’nın Türkiye’ye olan bakışında ya da başka bir deyişle Türkiye’nin Avrupa’daki imajında farklı anlayış ve yaklaşımlarla karşılaşılmaktadır. Ancak unutmamak gerekir ki Müslüman nüfus açısından Avrupa’ya baktığımızda İslam Avrupa’daki en geniş öteki‐inanç nüfusu
olarak karşımıza çıkmaktadır. Müslümanlar Batı Avrupalı nüfusun yaklaşık yüzde 3’ünü teşkil etmektedirler. Bilhassa Fransa ve Kuzey Afrika arasındaki bağlantılar, nüfusu kabarık Fransa Müslüman topluluğunu (3‐4 milyon kadar) açıklamaktadır. Aynı şekilde Britanya’daki topluluk da Hindistan alt kıtasından (1.2 milyon kadar) gelmektedir. Öte yandan Almanya yüksek sayıdaki göçmen işçilerini Güneydoğu Avrupa ve özellikle Türkiye ile eski Yugoslavya’dan toplamaktadır. Tüm bu rakamlar ve gerçekler şunu gittikçe belirginleştirmektedir ki, Avrupa’da İslam’ın varlığı kalıcıdır. Şu da eklenmeli ki, Avrupalılar, İslam dünyasındaki tartışmalardan artık uzak duramazlar. Hoşlansalar da hoşlanmasalar da meseleler şu anda kendi kapılarının eşiğindedir. Buna ek olarak İslam etkeni Avrupalı yaşantının kabullerini geçmişte de günümüzde de su götürmez biçimde tehdit ettiğinden durum çoğu Avrupalı için kolay değildir (Davie, 2005: 24).
Burada Türkiyeʹnin büyük çoğunluğunun Müslüman nüfusa sahip olmasının, ABʹye katılımı önünde bir engel teşkil etmediği söylenebilir. Türkiye’de yaşanan İslam’ın mevcut özellikleri temelinde Türkiyeʹde laik demokratik devlet prensibinin güçlü köklere sahip bir görünümde olduğu da söylenebilir. Dahası, Türkiyeʹde laik devletin gelişim süreci, Batı Avrupa tarihiyle birçok yönden paralellik göstermektedir ve şu veya bu şekilde birbiriyle bağlantılıdır. Birçok Avrupa ülkesinde hala dinin önemli siyasi rol oynadığını gördüğümüzde, dini tamamen kamu alanından ve siyasi hayattan soyutlamada başarısız kalınması şaşırtıcı olmamalıdır. Bununla birlikte, AB perspektifinden bakıldığında problem olarak öne sürülen en önemli konulardan biri Türkiyeʹde devletin din üzerindeki kontrolünün, AB üyesi ülkelerde olduğundan daha fazla olmasıdır. Laik devlet sistemini koruma amacıyla demokratik sistemler üzerine getirilen anayasal kısıtlamalar, AB prensipleriyle uyumsuzdur. İşte bu noktada Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Komisyonu önemli değişikliklerin uygulamaya konmasını görmek istemektedir (Scheltema vd., 2004: 30 vd).
Bugün Müslüman Türkiye’nin AB’de yeri olmadığına dair tartışmalar hâlihazırda yaşayan 15 milyon Müslümanı da bir anlamda dikkate almamak
anlamına gelmektedir. Coğrafi tutarlılık sınırları içinde Avrupa, Kopenhag Kriterleri’nde ifade edildiği kadar medeni bir değerler toplumu olmadığını göstermektedir. Söz konusu kriterler, laik devlet siyasi‐sivil haklar, hukukun üstünlüğü ve liberal ekonominin kıstaslarını ortaya koymaktadır. Bunlar kültürel bir ilmihal değildir; kriterlerin hiçbirinde çoğunluğu Müslüman olan ülkeyi dışlama gerekçesi yoktur (Watson, 2006: 62). Türkiye’ye dini ve kültürel temelli bir “hayır” cevabı Avrupa için felaket olur. Çünkü bu cevap Avrupa nüfusunun çok hızla büyüyen kısmına laik bir yaşam tarzı seçtiklerinde bile her zaman dışlanacakları ve ikinci sınıf vatandaş muamelesi göreceklerine dair güçlü bir mesaj olacaktır. Böylesi bir mesaj Avrupa’da modern ılımlı İslam’ın yerine bir getto İslam’ının doğuşuna yol açacaktır (Karlsson, 2006: 102).
Karlsson’un dikkat çektiği bu anlayış Avrupalı muhafakar çevrelerce son yıllarda daha da yoğun bir şekilde dillendirilmektedir (Şen, 2007: 129). Avrupa Birliği’nin genelde yabancılara ve özelde Müslümanlara ve daha da özelde Türklere takınmış oldukları tavrın özünde Avrupa’nın kendi yapısını koruma refleksinden kaynaklandığı belirten Davutoğlu bu durumu şu cümlelerle ifade etmektedir.
“Merkel gibi düşünenler AB’yi kıtasal güç olarak muhafaza edip, Avrupa’nın kendine özgü olduğunu düşüncesiyle mevcut yapıyı devam ettirmekten yana. Ancak Avrupa’nın kendine özgü olduğunu söylemek Avrupa’yı övmek değil onun zaafını ortaya koymak demektir. Avrupa’nın kendine özgü olduğunu söylemek aslında Avrupa’nın küreselleşemeyeceğini söylemektir. Bu Avrupa’nın zaafını Avrupa adına haykırmak olur.“ (Davutoğlu, 2004: 35).
Sonuç olarak Avrupa’nın dini yapısı bir istisna değilse bile kendine özgüdür ve geçmişten getirdiği mirası dikkate aldığımızda böyle olmaya devam edeceği söylenebilir. Ancak bu yapının tamamen statik olduğunu söylemek de mümkün değildir. Avrupa’ya hâkim olan dini‐kültürel yapı en azından bu yüzyılın ortalarına kadar tavrını muhafaza edecek bir görünüm arz etmektedir (Davie, 2008: 41). Bu durumda gerek Avrupa ile olan tarihi arka planı gerek dini, kültürel boyutu ile Avrupa’da hızla yayılan İslam’la özdeşleştirilmesi ve gerekse stratejik ve
demografik potansiyeli ile Avrupa Birliği giriş sürecindeki Türkiye; halen Avrupa toplumu için bir tehdit olarak görülmekte ve geliştirilen politikalarda da bu tedirginlik hissedilmektedir.