• Sonuç bulunamadı

Türk Edebiyatında Roman Öncesi Metinler

B. Romanın Tarihçesi

1. Türk Edebiyatında Roman Öncesi Metinler

Postmodernizm’in, İkinci Dünya Savaşı’ndan asıl etkisini göstermeye başladığı kabul edilir; ancak Postmodernizm’in edebi görüşleri incelendiğinde Postmodernist uygulamaların daha Modernizm’in ilk örnekleri içinde bile bulunduğu görülür. Bu anlamda Postmodernizm alışılageldiği gibi sadece kendisinden önceki edebi döneme tepki olarak doğmuş bir edebi anlayış değildir. Postmodernizm’i anlamak için Modernizm ve ondan önceki tüm edebi devrelerin de bilinmesi gerekir; çünkü Postmodernizm, geçmiş edebi ekollerden, edebi metinlerden de faydalanır. Sözgelimi Postmodern bir romancı “Ey okur” sözcükleriyle okura seslendiğinde donanımlı okur, bunun Romantizm akımına yapılan bir gönderme olduğunu bilir; ortalama okur ise bunu fark etmez. Tabii tam tersi de mümkündür: Postmodernizm’in ne olduğunu bilmeyen bir okur, Postmodern bir romanda (anlatıda) böyle bir sesleniş görse bunu yazarın bir acemiliği ya da taklitçiliği zannedebilir. Postmodernizm, bu anlamda oldukça donanımlı okuyucular ister; sıradan okuyucu için Postmodern bir roman –tabiidir ki– sıkıcı ve anlaşılmaz bulunacaktır. Donanımlı bir okuyucu ise okuduğu bir Postmodern romanda (anlatıda) fark ettiği bir göndermeden keyif alır. Postmodern yazar, yaptığı o küçük göndermeyle eserine başka eserlerin ruhunu da ilave etmiş olur. Örneğin “Kar” adlı romanda ana karakterimizin “Ka” adını kullanmasıyla Pamuk, Kafka’yı ve onun bürokratik dünyasını da eserinin ruhuna ilave eder; ancak “Ka” adını gerçekten Kerim Alakuşoğlu adının kısaltması zanneden okur; Pamuk’un, eseriyle Kafka’nın ruhu arasında kurmak istediği bağı anlayamaz ve metin –o okur için– fakirleşir. Dolayısıyla Postmodern bir romanı (anlatıyı) hakkıyla anlayabilmek için özellikle

içinde yaşadığı edebi atmosferi ve geçmişi de iyi bilmek gerekir. Bu bağlamda özelde Postmodern romanı (anlatıyı) genelde “romanı, kendine has belli başlı nitelikleri tanımanın en doğru yollarından birisi, sanırız onu, dünden bugüne uzanan tarihi içinde ele almak; yüzyıllar içinde geçirdiği değişme ve gelişme serüvenini tespit ve tasvir etmek olmalıdır. Romanın tarih içindeki serüveninin, diğer edebi türlerle bir hayli içli–dışlı olması, karşılaştırmalı bir yöntem izlemeyi lüzumlu kılacaktır.”(Çetişli, 2004: 31–32). Ancak biz burada tam olarak Çetişli’nin yaptığı gibi didaktik bir tasniften ziyade süreci oldukça kısaltarak ilerleyeceğiz. Çünkü konumuz destanın, halk hikâyesinin ne olduğu değildir. Ancak Orhan Pamuk’un özellikle en önemli Postmodern romanı (anlatısı) olan Kara Kitap’ta ve Benim Adım Kırmızı’da metinlerarasılık bağlamında mesnevilere hem konu hem biçim özellikleri açısından sıkça atıflarda bulunulduğu için mesnevilerden daha uzun bahsetmeyi uygun buluyoruz.

Edebiyatımızda olaya dayalı anlatılar efsanelerle başlar. Bilindiği gibi efsanelerin ortaya çıkışında insanların anlamlandıramadıkları olayları izah etme gayretleri etkili olmuştur. Sebepler anlaşıldıkça efsaneler etkilerini kaybetmiştir. Efsaneler gibi “işlevi” olan diğer anlatılar destanlardır. İçinde efsanevi unsurlar da barındıran destanlar, efsaneden farklı olarak, milletlerin varlığının devamı için gerekli olan dersleri gelecek nesillere aktarma kaygısı taşıyan metinlerdir. İçinde olağanüstü unsurların bolca bulunmasıyla efsaneye benzeyen ancak efsaneler gibi herhangi bir işlevi olmayan, sadece tahkiyenin doğurduğu merak duygusunun tatminine dayanan masallardan sonra edebiyatımızda masal–destan–hikâye karışımı Dede Korkut Hikâyeleri ve nihayet günümüzdeki hikâye türüne oldukça yaklaşan halk hikâyeleri, edebiyatımızın tahkiyeli eserlerindendir.

Batılı Postmodern yazar, Batı medeniyetinin eski romanlarına, şiirlerine, tiyatrolarına nasıl yöneliyorsa Türk Edebiyatı’nın Postmodern yazarlarından biri olan Orhan Pamuk hem bir Batılı yazar gibi Batı edebiyatının metinlerine hem de Doğulu bir yazar gibi Doğu medeniyetinin anlatı geleneğine yönelmiştir. Bu ikilik, bizi de Pamuk’u besleyen bu iki anlatı geleneğinden bahsetmeye zorunlu kıldı. Biz de öncelikle mesneviden Türk Postmodern romancılığına, sonra da romanslardan Batı Postmodern romanına giden süreci ele alacağız.

Postmodernizm, Modernizm’in insanlığa vaat ettiği huzurlu ve mutlu toplum hayatını sağlayamaması üzerine onun karşısında durmuştur. Yeni kurulan Modern Türk devleti de oluşturmak istediği “tekliğe” muhalif gördüğü her şey gibi Araplardan etkilenerek yazılan şiirlere de muhalefet etmiş, Divan edebiyatı da ders kitaplarında zaman zaman “Yüksek Zümre Edebiyatı” (!) gibi ifadelerle kötülenmiş ve insanımızdan uzaklaştırılmaya çalışılmıştır. Biz de bu Modernist yaklaşıma karşı çıkan münevverlerimizin mesneviye yaklaşım şekline dikkat çekmek istiyoruz: Mesnevi, alelade bir şiir değildir; Modernizm sonrası edebiyatın sağladığı özgürlük ortamının da katkısıyla söylenebilir ki: Mesnevi, Doğu medeniyetinin romanıdır! Hatta Doğu medeniyeti, Batı medeniyetinin yaptığının daha zorunu başarmıştır: “Roman”ı şiir şeklinde yazmıştır.

Bu düşüncenin çeşitli zamanlarda ve çeşitli kişiler tarafından çeşitli tonlarda ifade edildiğini görüyoruz. Münevverlerimiz, mesneviyi daha aşağı gördükleri için değil çağımızda roman daha bilinir olduğu için romanın teknikleri ve üslubuyla mesnevileri kıyaslayarak mesnevileri tanıtmak, bilinir kılmak istemişler; mesnevilere öncelikle araştırmacıların sonra da tüm edebiyatseverlerin hak ettiği ilgiyi göstermelerini sağlamaya çalışmışlardır. Bunlardan belki de en önemlisi Şerif Aktaş’ın “Roman Olarak Hüsn–ü Aşk” adlı makalesindeki görüşleridir. Aktaş makalesine “Bu yazıyla mesnevilerin, bu arada Hüsn–ü Aşk’ın roman olduğunu iddia etmek istemiyoruz.” (Aktaş, 1983: 94) cümlesiyle başlasa da az sonra mesnevilerin bir tasnife gidilirse romanların yanında yer alacağını ifade eder ve makale boyunca Hüsn–ü Aşk’ı bir roman gibi tahlil eder. Hatta “Avrupai tarz hikâye ve romanlarda olduğu gibi Hüsn–ü Aşk mesnevisinde de…” sözleriyle eseri Avrupai örnekleriyle denk görür.

Yavuz Bayram, Hüsn–ü Aşk’ı bir roman türü olan “Bildungsroman”8 saydığı “Bildungsroman Örneği Olarak Hüsn ü Aşk” adlı makalesinde, mesneviden aldığı beyit örnekleriyle Aşk’ın geçirdiği değişimi ve olgunlaşmayı, “Bildungsroman”ların karakteristik özelliği olan niteliksel değişim ve olgunlaşmayla bir tutar: “Aşk’ın

mesnevide geçirdiği aşamalar; ‘Hüsn’le nişanlanması, birbirlerini sevmeleri, Hayret’in aralarına girmesi, Hüsn’ü kabilenin ileri gelenlerinden istemesi, kabilenin ileri gelenlerinin zorlu şartlar ileri sürmeleri, Gam Harabelerine yolculuğu, cadıyla karşılaşması ve Zâtü’s–süver Kalesi’nde esir düşmesi, sembolik bir yolculuğa çıkması, içinde dev bulunan kuyudan kurtulması, Hûşrübâ’yla yaşadıklarının gerçek yüzünü görmesi, Hüsn’ün sarayına ulaşması, perdenin açılması ve gerçeklerin ortaya çıkması, vuslata ermesi’ şeklinde özetlenebilir. Aşk, beşerî aşk (Hüsn) vesilesi ile çıktığı yolculuğunu (seyr–i sülûk) tamamlamış ve kemâle yani gerçek aşka (ilâhî aşk) ulaşmıştır. Bu açıdan bakıldığında, Hüsn–ü Aşk mesnevisinin bildungsroman türünün yapısıyla uyum gösterdiği anlaşılmaktadır.” (Bayram, 2007: 27)

Mehmet Kahraman, “Fuzuli’nin Leyla ile Mecnun Romanı” adlı makalesinde insanımızın mesnevilere daha fazla değer vermesini, okumasını sağlayacağı düşüncesiyle onlara “roman” denmesi gerektiğini belirtir ve araştırmacılara bir nevi Leyla ile Mecnun’un reklamını yapar: “Roman sanatı günümüzde gittikçe dallanıp budaklanmakta, yeni yeni yöntemlere ve tekniklere başvurulmaktadır. Postmodernlik adı altında yapılan çalışmalar, bir anlamda modern romana geçen çağlardan destekler bulmak, klasik çizgiler taşımak demektir. Bu eğilimle Leyla ile Mecnun birlikte düşünüldüğünde oldukça verimli bir sonuca ulaşılabilir. Leyla ile Mecnun modern romancıların ufkunu açacak nitelikler taşımaktadır. Ama öncelikle biz, edebi eserleri belirleme, adlandırma mevkiinde bulunan insanlar olarak onlara “roman” deme cesaretini gösterelim. ” (Kahraman, 1997: 186).

2009 yılında Kahraman’ın çağrısına uyan Mustafa Ayyıldız “Leyla ile Mecnun Mesnevisinde Modern Anlatı İzleri” adlı makalesinde “Klasik edebiyatın mesnevilerine, genel anlamda, Tanzimat öncesi romanın yerini tutan eserler olarak bakmak eğilimi yaygındır. Mesneviler roman mıdır ya da ne kadar romandır? Modern roman formuyla aralarında ne kadar benzerlik görülür? Nerelerde ayrılır? Bu gibi soruların yanıtı, kesin hükme varmada bir ölçü olarak alınabilir. Mesnevilerin hüküm sürdüğü devirde, Batı’da romandan ne anlaşılıyordu diye de sormak gerekir. Cemil Meriç, romanı; niye doğunun ürünü olan hikâye ile değil de ortaçağda halk

dili anlamına gelen romanla tanımladığımızı sormadan edemez.9

İsimlendirme böyle kabul gördüğüne göre, bundan hareketle mesnevilerin ne kadar roman olduğu konusuna eğildiğimizde, bugünkü sınıflandırma ve adlandırmanın roman bölümü altında mesnevilerin de adının anılması gerekir. Çünkü bu eserlerin varlık sebepleri, içerikleri ve çoğu şeklî unsurları, –kısmî farklılıklarına rağmen– aynı vadide birleşiyor.” (Ayyıldız, 2009: 189) cümleleriyle tezi devam ettirir.

Nihayet mesnevilerle Postmodern roman (anlatı) arasında bağ kuran Şeyma Büyükkavas Kuran’ın “Mesneviden Romana Uzanan Sebeb–i Telif Yolu Üst Kurmacaya mı Çıkar” adlı makalesinde Türk Edebiyatındaki belli başlı mesnevilerin “sebeb–i telif” kısımlarıyla Postmodern romanda (anlatıda), okuyucuya eserin oluşmasının hikâyesini veren “üstkurmaca” arasında bağ kurarak Postmodernist uygulamaların sadece Postmodern romanlarda (anlatılarda) değil çok eski anlatılarda da kullanıldığını belirtir: “Mesnevilerde sebeb–i telif sunan şair, tevazu göstermek, bir şey yapma/üretme sorumluluğunu üzerinden atmak, eleştirilere karşı geleneğe sığınmak, inandırıcı olmak gibi gayeler gütmekteydi. Günümüzde de yazarlar, okurun güvenini kazanmak, buna bağlı olarak inandırıcılığı arttırmak, yeni ifade imkânları sağlamak, ilgi çekmek, orijinal olmak gibi sebeplerle, bilerek ya da bilmeyerek bu geleneği değiştirerek veya geliştirerek devam ettirmektedirler.” (Kuran, 2006: 199)

Burada niyet, mesneviyi romandan daha aşağı bir tür olarak görüp onun romanın seviyesine çıkarılması talebini dillendirmekten çok –Pamuk’un da yaptığı gibi– ona en az roman kadar değer verilmesini sağlamaya çalışmaktır. Çünkü ülkemizde hala Modern bir çağ yaşanmakta ve maalesef daha önce kültürümüz içinde yaşattığımız, ilk örneğini neredeyse bin yıl önce verdiğimiz mesneviyi 19. yüzyılın ikinci yarısında tanıştığımız bir türle açıklamak zorunda kalıyoruz. Yoksa Doğu’ya ait bir değerin büyüklüğünün, Batı’daki benzeriyle karşılaştırılmasıyla ortaya çıkmayacağı açıktır. Çünkü “Sanat biçiminin dehası, kendi bağımsızlığı ve

özgür yüceliği ile ortaya çıkarsa sanat türü önemli değildir.’10

Bu yargı, bir tür grubuna dâhil eserlerin bile grubun diğer üyelerine nazaran bağımsızlığını dile getirirken, mesneviyi söz gelimi roman gibi bir başka türe yaklaştırmak suretiyle inceleme çabası içerisine girmenin anlamsızlığını da ortaya koyar.” (Ece, 2004: 12)

Osmanlı toplumundaki hikâye ihtiyacını uzun yıllar halk hikâyeleri ve mesneviler doldurmuştu. Ancak bunlar orijinal olmaktan uzaktılar. Ana hatları belli olan hikâyenin yeni bir üslupla yeniden anlatılması hikâyenin gidişatını az çok bilen dinleyicileri/ okuyucuları çok da rahatsız etmiyordu. Zaten takipçilerinin bu anlatıları takip etmesinin sebebi de basit anlamda merak duygusunun tatmini değildi. Bu iki tür için de söylenebilecek ortak özellik takipçilerinin konuya değil de özellikle üsluba değer vererek esere yaklaşmalarıdır. Bu kültürle Taaşşuk–u Talat ve Fitnat arasında yazılan “Muhayyelat–ı Ledünn–i İlahi, Akabi Hikâyesi, Hayalat–ı Dil, Müsameret– name, Temaşa–i Dünya ve Cefakâr ü Cefakeş, Türk yazılı anlatısının Batılı anlamda roman örneğine doğru ilerlerken yarattığı ilk metinlerdir. Bunlar Divan ve halk edebiyatıyla modern edebiyat arasında, klasik ve sözlü kültürle yazılı kültür arasında bir geçiş evresinin eserleridir.” (Gökalp, 1999: 186)

Nihayet Taaşşuk–u Talat ve Fitnat, Cezmi, İntibah; Ahmet Mithat, Halit Ziya Uşaklıgil, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Oğuz Atay romanları: Türk Edebiyatı’nın romanla, halk hikâyelerinden, mesnevilerden ilhamla yazılmış ilk denemelerinden, ilk Postmodern romana (anlatıya) uzanan macerası.