• Sonuç bulunamadı

Sessiz Ev, her ne kadar Orhan Pamuk, Cevdet Bey ve Oğulları romanında sonra farklılık denemelerine girişse de, özellikle altı çizilmiş bir üstkurmaca olmaması nedeniyle ve “Postmodern Edebiyatın Özellikleri” başlığında

sıraladığımız hemen hiçbir maddeyle alakalı bir uygulaması olmaması nedeniyle Postmodern roman kategorisine dâhil edemeyeceğimiz bir romandır. Bunu, bazı başlıklar altında tartışalım:

1. Üstkurmaca

Sessiz Ev romanı çoklu bakış açısı kullanılarak yazılmıştır; ancak romanı “Balzac romanı”ndan ayıran bu bakış açısı tekniği, onun Postmodern bir roman sayılmasını sağlayamamıştır; çünkü çoklu bakış açısı tekniği Modern romanlarda da kullanılmıştır. Bu teknik okuyucunun olayları farklı bakış açılarından görmesini sağlamak için kullanılmıştır ki bu da romanı Postmodern olmaktan çok Modern olmaya yaklaştırmıştır; çünkü bu sayede okuyucu, romanın kurmaca dünyasına daha kolay girmiştir. Romancı bu teknik sayesinde kurmacanın yarattığı gerçekliği kuvvetlendirmiştir. Her bir bakış açısı için söylersek hiçbirinde gerçek yazarla kurmaca anlatıcı arasına girmiş bir “üstkurmaca” yoktur. Hiçbir bakış açısında örneğin “kahramanınız” denilerek eserin kurmacalığına vurgu yapılmamış ve böylece bir üstkurmaca oluşturulmamıştır. Okur, anlatıcıyı hissetmez; doğrudan karakterin iç dünyasını takip eder. Bu da üstkurmaca olmadığına dair bir diğer kanıttır:

“…susun saygısızlar, babanızla biraz yalnız kalamayacak mıyım, ben de görüyorum hayvan pisliklerini, böyle mi olacaktı her şey, ama ben demiştim ona o zaman, içiyor musun dedim, sustun oğlum, niye, daha genç sayılırsın, seni bir daha evlendireyim, peki ne yapacaksın sabahtan akşama kadar burada, bu kimsesiz yerde, susuyorsun değil mi , ah, Yarabbi biliyorum, sen de baban gibi oturup saçma sapan yazılar yazmaya başlayacaksın, susuyorsun, öyle değil mi , ah oğlum, ben sana bütün suçtan ve günahtan ve haksızlıktan sorumlu olmadığını nasıl öğreteyim, ben zavallı cahil bir kadınım, bak şimdi kimsesizim, benimle alay ediyorlar, sürdüğüm

şu zavallı hayatı görseydin oğlum, benim ne talihsiz olduğumu, nasıl ağlıyorum, mendilimi bastırıp, kıvrılmışım…” (s. 73) 34

Hatta aşağıdaki örnekte olduğu gibi sadece kahramanının gözlemlerini izler: "Yemek hazır Büyükhanım," dedim. "Masaya buyurun." Bir şey demedi. Bastonuna dayanmış öyle dikiliyordu. Gittim, koluna girdim, getirip masaya oturttum. Yalnızca mırıldandı. Mutfağa indim, tepsisini alıp getirdim, önüne koydum. Baktı, ama yemeğe dokunmadı. Söylenerek boynunu uzatınca aklıma geldi. Peçetesini çıkardım, kocaman kulaklarının altına uzanarak bağladım.

"Ne yaptın gene bu akşam?" dedi. "Neler uydurdun bakalım?" "İmambayıldı," dedim. "Dün istemiştiniz ya!"

"Öğlenki mi?"

Tabağını önüne ittim. Çatalını aldı, söylenerek patlıcanı karıştırdı. Biraz didikledikten sonra yemeye başladı.”

Örneklerden de anlaşılacağı gibi gerçek roman yazarının kurguladığı “anlatıcı” yok gibidir. Ancak romanın son cümleleri yazarın belli belirsiz bir üstkurmaca arayışı gibidir:

“Hayata, o bir seferlik araba yolculuğuna bitince yeniden başlayamazsın, ama elinde bir kitap varsa, ne kadar karışık ve anlaşılmaz olursa olsun, o kitap, bittiği zaman, anlaşılmaz olan şeyi ve hayatı yeniden anlayabilmek için istersen başa dönüp biten kitabı yeniden okuyabilirsin, değil mi Fatma?” (s. 336)

Bu cümlelerle Fatma kendi iç konuşmasındandır; ancak belli belirsiz bir şekilde sanki bu cümleler okura söylenmiş gibidir de. Ancak daha önce söylediğimiz gibi bu “deneme” belirgin bir üstkurmacanın varlığının göstergesi değildir.

34 Çalışmamızın bu bölümünde parantez içinde verilen sayfalarda Orhan Pamuk, Sessiz Ev, İletişim Yayınları, 32. Baskı, İstanbul, 2011 künyeli kitap kullanılmıştır.

2. Çoğulculuk

Romanda çoklu bakış açısının kullanılmasıyla Postmodernizmin çoğulculuk ilkesi tam olarak aynı şey değildir. Postmodern teoride çoğulculuktan kasıt iki farklı görüşün de okuyucu nezdinde hakikatmiş gibi algılanabilmesi için yazarın hiç yargılamadan her iki görüşü de romanın da içtenlikle “desteklemesi” gerekliliğidir. Gerçi yazar Hasan’ın yaptıklarını yargılar gibi değildir, hatta bazen onu sevimli gösterir; ancak son tahlilde yazar, bize Hasan’ı onaylamadığını hissettirir ve bir nevi karşı cephe sayılabilecek Nilgün ise bize iç dünyasını hiç açmaz. Bu da bize yazarın iki farklı görüşün birden romanda “hakikat”in iki farklı temsilcisi olarak yer aldığı hissiyatını oluşturamadığını gösterir ya da biz de böyle bir his oluşturmak istemediğini.

3. Farklılık

Sessiz Ev’de, alışılagelmemiş bazı kullanımlar da vardır. Aşağıdaki örnekte “babaanne insanların kendine söylediklerinden çok, içindeki sesi dinliyor.” demek yerine farklı bir düzenlemeye gidilmiştir. Altı çizili sözler babaannenin iç konuşmalarıdır:

“…Doktor Bey, karım çok hasta, gelir misiniz, Allah sizden razı olsun, çünkü o da azıtmamıştı, zavallılar Fatma, onlara acıyorum, para almadım, ne yapayım, ama paraya ihtiyacı olduğu zaman da zaten onlar geliniyorlardı, o zaman, benim yüzüklerim, elmaslarım, dolabı kapamış mıydım acaba, kapamıştım,

"Babaanneciğim, iyisiniz değil mi?"

ama insanı rahat bırakmazlar ki bunlar bu saçma sorularla; mendilimi gözlerime degdirdim, insan rahmetli kocasının ve oğlunun mezarına giderken nasıl iyi olabilirmiş, artık ben size

Burası!" yalnızca acıyorum, ama bak, ne diyorlar, Allahım burasıymış topalın evi, ama ben bakmıyorum, senin piçin, biliyorlar mı , ben

"Recep, nasıl İsmail?" bilmiyorum ve dikkatle "İyi . Piyango satıyor."

dinliyorum, hayır duymuyorsun Fatma sen "Ayağı nasıl?"

yalnızca kendimi ve kocamı ve oğlumu günahtan korumak için, bunda "Eskisi gibi Faruk Bey. Aksıyor."

benim bir suçum olduğunu kimse biliyor mu, gidip onlara "Hasan nasıl?"

söylemiş midir cüce, onlar da dedeleri ve babaları

"Dersleri kötü, ingilizce ve matematikten bekliyor. İşi de yok."

gibi eşitliğe meraklı oldukları için, hadi bakalım, derlermiş Babaanne onlar bizim amcalarımızmış. Babaanne hiç bilmiyorduk, tövbe Fatma düşünmesene, sen bugün bunları düşünmek için mi buralara geldin, ama hâlâ gelmedik…” ( S. 66 )

Ancak tek bir örnek üzerinden romanın tamamının “farklı” olduğunu söylemek de çok güçtür. Bu küçük farklılık da bir romanı Postmodern yapmaktan çok uzaktır.

4. İmge

Roman kişileri, romanda belirgin bir biçimde bir düşüncenin temsilcisi olarak görülürler. Bu anlamda kişilerin roman boyunca bu düşünceleri simgelediği düşünülebilir. Bu anlamda roman “alegorik” okumalarla da anlamlandırılabilir.

Ancak bu simgesellik, Postmodernizmin “imgesi” gibi belirsiz değildir, okurun kolayca kurabileceği anlamsal çağrışımlara sahiptir. Ahmet Kuyaş bu alegoriyi açıklar: “Büyükbaba doktordur. Pozitivizmi simgeleyen bu meslek, çağdaşlaşma tarihimizin ortaya çıkardığı ilk ‘liberal’ meslektir (…) Doktorumuzun pozitivizmi insan faktörünü unutturacak kadar aşırıdır. Bu Özelliğiyle tepeden inme devrimciliğin kendinden bir süre sonra sloganlaşacak ‘halka rağmen halk için’ kavramının da babasıdır. Her şeyi bilen ve yapan aydınlanmacılardan olduğu için güzel bir tıp kitabı yazacağı yerde ansiklopedi yazmaya kalkışır, sonuçta da kimseye bir tek satır okutamaz (…) Babaanne Gelenek’te iyi niyet ve merak yoktur. Su götürmez bir fizik deneyi karşısında bile gördüğüne değil de şeytana inanmayı yeğler. (…) Oğul iyi niyetle Ön–Cumhuriyet memurudur. İyi bir iş tutup zengin olacağına ülkeyi kurtarmayı koymuştur kafasına. (…) Topal İyi–Niyet çalışır durur; ‘bize de çıkabilir’ der ve oğlunun okumasını ister ‘sınıfını’ geçmesini ister. (…) Cüce Hümanizm ise ‘cüce’dir. Bu özelliğiyle güdük olduğu gibi pek ender rastlanan bir yaratıktır. (…) Torunların en büyüğü Bilimsel Düşünce’dir. Parlak fikirleri vardır; çağına egemen olan sorunlar kafasında yer etmiştir. (…) Devrimci Düşünce dişidir ve hiç konuşmaz (…) ölümü de çok anlamlı; olay anından sonra ve ‘beyin’ kanamasından (…) En küçük torun, en çocuk olan Kapitalist Düşüncedir. (…) …Orhan Pamuk’un romanındaki tarihi yukarıdaki az çok açtığım gibi görebilmek için pek meslekten tarihçi olmak gerekmez kanısındayım.” (Kuyaş, 2000: 71–74) Ahmet Kuyaş’ın da söylediği gibi romanın bu şekilde anlamlandırılması için çok derin tarih ve edebiyat bilgisine ihtiyaç yoktur.

III. BEYAZ KALE

A. Romanın Tanıtımı ve Özeti

Beyaz Kale romanı, yazarın üçüncü romandır. Kimi kaynaklarda Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar”ı değil de bu roman “Türk edebiyatının (…) ilk Postmodern anlatısı” (Koçakoğlu, 2011:190) olarak kabul edilir. Roman yabancı dillere ilk çevrilen eserdir; dolayısıyla Batılı okur Pamuk’u önce bu eseriyle tanımıştır.

Beyaz Kale romanının özeti kısaca şöyledir: Venedikli bir adam (biz çalışmamızın devamında kendisini Pamuk’un “Beyaz Kale Üzerine” adlı bölümde andığı gibi “İtalyan köle” olarak isimlendireceğiz.) Osmanlı denizcilerinin gemilerine saldırması sonucu Osmanlı’ya esir düşer. Bilgili olması nedeniyle doktor olmadığı halde doktorluk yapması sayesinde bir Osmanlı paşasının dikkatini çeker. Paşa, kendisine ikizi kadar benzeyen “Hoca” yı İtalyan köle ile tanıştırır ve köleden Hoca ile birlikte Paşa’nın oğlunun düğünü için havai fişek gösterisi hazırlamalarını ister. Hoca ile İtalyan köle çok başarılı bir gösteri hazırlarlar. Bundan sonra Paşa’nın talebiyle Hoca’nın kölesi olan İtalyan köle onunla çeşitli konularla ilgili çalışmalar yapar ve birbirlerini tanırlar. Daha sonra İstanbul’da orta çıkan veba salgının bertaraf edilmesine yardımcı oldukları düşünülen Hoca, müneccimbaşılığa terfi ettirilerek ödüllendirilir ve bu sayede Padişah’la daha yakından ilişki kurarlar. Bu yakın ilişki sayesinde Hoca, hep yapmak istediği silah için Padişah’tan destek görür ve silah sonunda yapılır. Bu silahla gidilen “ Beyaz Kale” seferi de silahın çamura saplanması yüzünden başarısız olur. Bu başarısızlık üzerine Hoca –öldürüleceğinden korkarak– kendisine çok benzeyen İtalyan köle ile yer değiştirir.