• Sonuç bulunamadı

Cevdet Bey ve Oğulları – Postmodernizm

Cevdet Bey ve Oğulları, romanın arka kapağında da belirtildiği gibi geleneksel bir romandır ya da çalışmamızdaki terminolojiyle söyleyecek olursak modern bir romandır. Bir önceki başlıkta da ifade ettiğimiz gibi Orhan Pamuk da bizim gibi romanını 19. yüzyıl gerçekçi romanlarına yakın bulmuştur. Çalışmamız Orhan Pamuk’un romanlarındaki Postmodern uygulamaların tahlili üzerine olduğu için Postmodern olmayan bu roman, çalışmamızla doğrudan ilgili olmayan; ancak neden ilgili olmadığını açıklamak durumunda olduğumuz için çalışmamıza dâhil ettiğimiz bir romandır. Bu konuyu (romanın Postmodern olup olmadığını) romanda kullanılan, Postmodern uygulamalarla yakınlık gösteren uygulamaları irdelemek suretiyle tartışacağız. Ancak bazı meseleler herhangi bir başlıkla ilişkilendirilemeyecek kadar modernliğe yakın olduğu için, başlıklandırmalara dâhil edilemeyecek bu özellikleri bu başlık altında belirteceğiz: Yeni romanla ilgili alıntıladığımız maddelendirmede de belirttiğimiz gibi olay örgüsü, Cevdet Bey ve Oğulları romanının geleneksel olduğuna dair bir işarettir. Çünkü romanın olay örgüsü, geleneksel romanlarda olduğu gibi merak duygusunun körüklenmesine dayalıdır: Cevdet Bey’in abisi Nusret’in ölüp ölmeyeceği, Cevdet Bey’in, abisinin oğlu Ziya’yı yanına alıp almayacağı, Ömer’in “Fatihlik” ideallerine ulaşıp ulaşamayacağı, Muhittin’in gerçekten 30 yaşında iyi bir şair olamazsa intihar edip etmeyeceği, Ayşe’nin Cezmi’yle sonunun ne olacağı, Nermin’in eşini aldatmasının ortaya çıkıp çıkmayacağı, Refik’in Güler’le bir şeyler yaşayıp yaşamayacağı gibi konular, olaya dayalı eski romanlarda olduğu gibi okuyucuyu olaya, dolayısıyla romana bağlamıştır.

Yine anlatıcının her şeye vakıf, “Tanrısal” konumu, modern romanlara özgü anlatıcı tipinin bir yansımasıdır. Romandaki anlatıcı sık sık “düşündü” diyerek “Tanrısal” konumunu ortaya koymuştur. Aşağıda romanın ilk bölümünün “Sabah” adlı ilk kısmında bu kullanımlarla ilgili örnek cümleler sıralanmıştır:

“Cevdet Bey, "Herkesten başkaydım, yalnızdım, beni küçümsüyorlardı," diye düşündü.” (s. 11)

“Yan bahçedeki çardak her zamankinden daha yeşildi. "Sıcak bir gün olacak!" diye düşündü.” (s. 12)

“Tıraş olurken gene rüyayı düşündü.” (s. 12)

“Evlendikten sonra ondan nasıl kurtulacağını düşündü.” (s. 12)

“Cevdet Bey, kadının iyice yayılıp yerleştiği bu kata durduğu yerden bakarken, "Yanımdan ayrılmaya onu nasıl razı edeceğim?" diye düşündü.” (s. 13)

“Çok sevdiği vişne reçelli ekmeği ısırırken, "Ama bu arabayı da üç aydan fazla tutmam aptallık olur!" diye düşündü.” (s. 14)

“Onyedi gün önce nişanlandım!" diye düşündü.” (s. 15)

“Cevdet Bey, "Evet, şimdi ilk iş Sadık ile şu hesaplara bir daha bakmak olmalı!" diye düşündü.” (s. 16)

“Mektubu aceleyle ve alışkanlıkla yarısına kadar yazdı, sonra, artık bu işleri tutacağı bir kâtibe bırakmasının doğru olacağını düşündü. Ama yeni bir kâtip de yeni bir masraf kapısı demekti. "Üstelik tam da evliliğe bu kadar para dökerken!" diye düşündü.” (s. 17)

“Bozuk çıkan lambaları kime satacağını düşündü.” (s. 17)

Anlatıcının bilgilendirme, romanı okur için daha anlaşılır kılma gayretiyle kurduğu cümleler de yine romanı modern romana yaklaştırmıştır. Çünkü Postmodern bir romanda anlatıcı, okuru anlatılanlarla ilgili aydınlatmaya değil, kafasını karıştırmaya çalışır. Bu bilgilendirme gayreti romanın ikinci bölümünün “Bayram Yemeği” başlıklı ikinci kısmında ve bir sonraki kısım olan “Öğleden Sonra” kısmında yoğunlaşmıştır. Meşrutiyet yıllarından 30’lu yıllara atlanmış, bir bayram yemeği sahnesinde aile ve geçen zamanla değişenler okuru bilgilendirmek gayretiyle kahramanın düşünceleri aracığıyla okura iletilmiştir:

“Nigân Hanım, her şeyi, sandıklarda, dolaplarda, büfelerde, kutularda saklanan her şeyi, kullanıp tüketmek için, içinde tuhaf bir istek doğduğunu farketti. "Sanki her şeyin kullanılışını, örtülerin lekelenip yırtılışını, tabakların fincanların

kırılışını, çatal bıçağın kayboluşunu görmek istiyorum!" diye düşündü. "Evleneli otuz yıl oldu. Altmışı aşkın bayramı Cevdet Bey'le geçirdik. İşte bu da 1936'nın kurban bayramı. Kocam, aslan gibi iki oğlum, kızım, iki şeker gelinim, iki küçük torunum hep birlikteyiz.” (s. 100)

“Evi 1905’te aldım. Evlendim, Abdülhamit'e bomba atmışlardı. Sonra Meşrutiyet iyi oldu. Yan bahçeyi de satın aldım. Harpte şeker ticaretinden kazandığım parayla bütün her şeye çekidüzen verdim. Şirket büyüdü. Osman evlenmek isteyince üst kata çıktık. Cumhuriyetten dört yıl sonra... Sonra torunlar geldi.” (s. 106)

1. Üstkurmaca

Romanda, “kurmacanın belirginleştirilmesi” anlamında bir üstkurmaca yoktur. Bu da romanın Postmodern bir roman olmadığına dair en önemli kanıt olarak düşünülebilir. Ancak anlatıcının kullandığı bir kelime, romanda bilinen anlamıyla bir üstkurmaca olmasa bile, belki de yazarın istemi dışında ortaya çıkan silik bir üstkurmacanın doğmasına sebep olmuştur. Şöyle ki: Kendisini Tanrısal bir bakış açısına konumlandıran anlatıcı, bazen kendi konumuyla çelişkiye düşmüş, bir tür “anlatıcı çelişkisi” yaşanmıştır: Anlatıcı hem yukarıdaki örnek cümlelerde olduğu gibi “düşündü” diyebilecek kadar kahramanın iç dünyasını okuma yeteneğiyle donanmıştır hem de aşağıdaki cümlelerde olduğu gibi kahramanların yaptıklarıyla ilgili “galiba” diyerek bazı şeyleri bilemeyeceğini, tahmini konuştuğunu ifade etmiş olur:

“Galiba, Zeliha Hanım da bunu bildiği, Cevdet Bey'in yakında evlenip Haliç’in öte yakasına taşınacağını, bu evin satılacağını öğrendiği için, son zamanlarda daha titiz ve daha gayretkeş olmuştu.” (s. 13)

“Askeri Tıbbiye'yi yüzbaşı rütbesiyle bitiren Nusret, iki yıl Haydarpaşa Hastanesi'nde staj yapmış, sonra birkaç yıl Anadolu ve Filistin'deki askeri hastanelerde çalışmış, galiba çok hırçın ve kavgacı olduğu için, oradan oraya

sürülmüş, Cevdet Bey’in Aksaray'da nalbur dükkânı açtığı yıl İstanbul'a naklini çıkarmış ve Haseki'de aile çevresinden buldurttuğu bir kızla evlenmişti.” (s. 23–24)

“Biraz da olsa muayene odasından kurtulduğu, oyalanacak bir şey bulduğu için sevinmişti galiba.” (s. 31)

“Sonra galiba hoşgörüsünü değerlendirecek tek insan olarak gördüğü Mari'ye gülümsedi.” (s. 32)

“Mari Ziya'yı nasıl yatırdığını, çocuğun önce korktuğunu, ama sonra nasıl uyuyakaldığını anlattı. Galiba sevimli bulmuş, hoşlanmıştı ondan.” (s. 82)

“Karı koca galiba Ömer'e "sevimli" dedirten şeyi resimlerde arıyorlardı.” (s. 93)

“Galiba gülecekti, ama Ömer'in yüzünü görünce korktu.” (s. 95) “Bunu söyleyen Atiye Hanım'dı. En anlayışlı olan galiba oydu.” (s. 98) “Cevdet Bey bu öpüşme huyuna alışamadığını düşündü. Galiba kadınlar da alışamamışlardı.” (s. 108)

“Osman'a fazla bir yakınlığı olmadığı için, galiba Muhittin bu heyecana şaşmıştı.” (s. 117)

“Nigân Hanım: "Pek de yakışıklılar!" diye iç çekti. Galiba Muhittin'e hiç uymayan sözünü düzeltmek isteyerek: "Pek de gençler! " diye ekledi.” (s. 120)

“Ama bütün dünya da hasta azizim!" dedi Muhtar Bey. "Bir savaş çıkacak mı?" Bunu Ömer'e bakarak sormuştu, ama galiba ondan cevap beklemiyor, ya da cevabına değer vermeyeceğini biliyordu.” (s. 123)

“Bunu söylerken gözünün ucuyla Refik'in ayağına bakmış, galiba ayakkabı giydiğini görünce rahatlamıştı.” (s. 129)

“Galiba önce saklanmak istemiş, sonra bunu yapamayacağını anlamıştı.” (s. 133)

“Evet, evet!" dedi Cevdet Bey. "Onun konağında olmuştu." Galiba biraz canı sıkılmıştı.” (s. 134)

“İki gencin konuşmasında hemen hayran olunacak birşeyler bulmuştu galiba.” (s. 138)

“Piyano sustu. Bir keman bir an gıcırdadı galiba; kısa bir sessizlik oldu.” (s. 141)

“Öfkesini unutuyordu galiba, pastadan da aklından geçenlerden de keyif alıyordu.” (s. 144)

“Gazete haberi konusunda küçük bir sohbet açılsın istiyordu galiba.” (s. 152) “Refik suratını astı. Sözün tatsız yerlere varmasından korkuyordu galiba.” (s. 156)

“Ziya şaşkın bir tavırla: "Evet," dedi. Utanmıştı galiba. Beklenmedik bir şeydi bu. Ziya oturdu. Bir durgunluk oldu.” (s. 166)

“Yeğeni masanın kenarında titreyerek ayakta duruyordu. Galiba birşeyler söylemeye çalışıyordu, ama Cevdet Bey onun dudaklarının kıpırtısından başka bir şey farkedemiyordu.” (s. 168–169)

“Bu uzak akrabanın bir anlık unutkanlığına pek şaşırmamıştı galiba.” (s. 171) “Teyze kıpkırmızı kesilmişti: "Biliyorduk, tabii canım, biliyorduk!" dedi. Sonra galiba bilinmesi gereken şeyi bu sefer de gereğinden fazla büyüttüğünü anlayınca daha da kızardı, gülmeye çalıştı.” (s. 171)

“Bunları kendi kendine tartışıyormuş gibi düşünceli bir tavırla söyledikten sonra, galiba gerçekçilikte fazla ileri gittiğine karar vererek ekledi: "Böyle olmalı, böyle olmalı, değil mi efendim?” (s. 173)

“Muhtar Bey'den beklenmeyen bu hüzün ve neşe galiba enişteyle teyzeyi şaşırtmıştı.” (s. 175)

“Kimse bir şey söylemiyordu. Torunlar da yorulmuşlardı galiba” (s. 181) "İyi başladım ha?.. Ah, Muhittinciğim!" diye bağırdı Ömer. Galiba biraz içki içmişti.” (s. 191)

“Perihan'ın şişkin karnını görünce Muhtar Bey endişelenir gibi oldu. Muhittini görünce de, galiba, canı sıkıldı.” (s. 196)

Bu çelişki yazarın bilinçli bir tercihi olabilir. Bu durumda anlatıcının bir kişi olduğu oldukça muğlak olsa da ima edilmiş olur ki bu da bizi hatları belli belirsiz bir üstkurmacaya götürür: Okuduğumuz romandaki olaylara şahit olan bir kişi, bazı şeyleri uydurarak (düşündü diyerek) bazı şeyleri de bilemeyeceği için tahmin ederek (galiba diyerek) olayları bize aktarmaktadır.

Bu çelişki, yazarın fark etmediği bir hatası olabilir. Bu durumda yazarın romancılık sanatıyla ilgili oldukça vahim bir hata yaptığını düşünmemiz gerekecektir.

2. Gerçeklik Anlayışı

Gerçeklere bağlı kalma gayreti, yine romanı modern romanlara yaklaştıran bir diğer özelliktir. Romanda anlatılan olaylar, gerçek hayatta karşımıza çıkabilecek türden olaylardır. Kahramanlar da yine gerçek hayatta karşımıza çıkabilecek özellikler gösterir. Romancı da bu gerçeklik atmosferinin oluşmasına çabalayarak romanını Balzac romanlarına yaklaştırmıştır.

3.Tarih

Orhan Pamuk’un tarihsel olayların gerçek tarihle örtüşmesi konusunda gösterdiği hassasiyet, eski tip tarihi roman yazan yazarların “tarihsel gerçekleri

verirken hata yapmama kaygısı”yla açıklanabilir. Bu kaygı, Postmodernizm’in “tarihi kullanmasından” oldukça farklı, eski bir yaklaşımın ürünüdür. Bu kaygının bir ürünü olarak Abdulhamit’in istibdat dönemi, Jöntürkler’in ve İttihatçıların yükselişi, Abdulhamit’e bombalı suikast olayı ve devrilmesi, İkinci Dünya Savaşı öncesi dünyanın genel durumu, Hitler’in yükselişi, 1970 Muhtırası gibi olaylar romanda tarihi gerçeklerle örtüşecek şekilde sunulmuştur:

“Ağbin ve onun gibiler ne istiyor? İşte, Kanun–i Esasi yürürlüğe konsun, meclis açılsın, istibdat sona ersin, hürriyet gelsin, gerekiyorsa bunlar için Abdülhamit alaşağı edilsin. Sen bu düşüncelerden çekmiyorsun! Niye? Çünkü bunlar anlaşılmaz, korkunç şeyler! Çünkü bunların faydasını göremiyorsun! Çünkü jurnalcilerden, başının derde girmesinden endişeleniyorsun!” (s. 43)

“Bizim zamanımız geçiyor. Koca Abdülhamit'e bomba atıldı. Çoluk çocuk ihtilâlci. Kimse durumdan memnun değil. Abdülhamit'e bomba atılacağı kimin aklına gelirdi? O da tepetaklak olacak, devrilip gidecek.” (s. 54–55)

“Her şeyin tarihini biliyorum. Evi 1905’te aldım. Evlendim, Abdülhamit'e bomba atmışlardı. Sonra Meşrutiyet iyi oldu. Yan bahçeyi de salın aldım. Harpte şeker ticaretinden kazandığım parayla bütün her şeye çekidüzen verdim. Şirket büyüdü. Osman evlenmek isteyince üst kata çıktık. Cumhuriyetten dört yıl sonra...” (s. 106)

“Hitler Viyana'daydı. Herr Rudolph konuklarına radyodan duyduklarını çeviriyordu. Ömer camlara vuran tipiye bakıyor, arada bir esniyor, Refik dikkatle Herr Rudolph'un yüzünü inceliyordu. Herr Rudolph bir kere daha utangaç bir tavırla ellerine baktı ve Hitler'in sesi kesildi. Bir spikerin saygılı sesi duyuldu, sonra alış gücü Alman mühendisinin özel araçlarıyla güçlendirilmiş radyo parazit yapıp homurdandı ve bir vals başladı: Mavi Tuna. "İşte tamam! " dedi Herr Rudolph. "Almanya Avusturya'yı yuttu.. Hitler Viyana'da heyecanla karşılandı..." Alman mühendis on senedir konuştuğu kusursuz Türkçesiyle haberleri de çevirmişti: İspanya'da Franco'cular zafere daha yaklaşmış, Fransa'da hükümet buhranı başlamış, Çekoslovakya'da gerginlik artmıştı.” (s. 277–278)

“Artık ülkeme hiç dönemem!" dedi Alman, Avrupa istediğini almasına izin verirse Hitler savaş açmaz, ama Almanya'nın başından da gitmez.” (s. 278)

4. Parçalılık (Kolaj)

Romanı daha gerçekçi bir atmosfere yerleştirebilmek ve tarihi olaylarla romanın kronolojisinin uyumlu olduğunu göstermek için zaman zaman gazete haberlerinden faydalanılmıştır. Ancak bu kolaj, bir önceki cümlede de ifade ettiğimiz gibi romanın gerçekçiliğine katkı sağlamak için yapıldığından, Postmodern kolajın, uyumsuzluk ve parçalılık oluşturmak için değişik üsluplarla yazılmış metin parçalarını metne yedirmesiyle bağdaşmaz. Yani romandaki kolaj, metnin Postmodernliğine değil modernliğine katkı sağlamak için kullanılmıştır:

“Kabak kafalı adam hâlâ aynı gazeteyi okuyordu. Muhittin uzaktan başlıkları okumaya başladı: "Hatay Suriye esaretine bırakılamaz... Cumhurreisi Atatürk dün akşam Perapalas'a... Madrid bombardımanının... Şair Nazım Hikmet ve oniki arkadaşı... Artvin'de kar birbuçuk metre... Fenerbahçe (B) : 5 Güneş (B): 2.” (s. 159)

“Çarşıdan dönen ihtiyar mutlaka baştan sona okumuştu bu gazeteyi. "Başvekilimiz Paris'te rical ile görüştü... Hatay davamız için müsait neticelere varıldı... Fransa'da Blum kabinesi 380 güven oyu aldı... Saray sinemasında iki Türkçe film birden... Sabun pahalılığı zeytin azlığından ileri geliyor... Lokman Hekim'in öğütleri... Francocular'ın tayyareleri tarafından bombardıman edilen Guernica'nın harap vaziyetinden bir köşe... Burla biraderlerin zırhlı soğutma cihazı: Frijder... Borsa: Sterlin 620, dolar 123, allın 1059, Lokman Hekim'in öğütleri... Nervin: Sinir ağrıları, asabi öksürükler, zayıflık ve uykusuzluk için..." Muhittin, "Ben de aynı şeyi yapıyor, okuyorum işte!" diye düşündü.” (s.186)

“Arada bir Ömer ona gidip dinlerdi, ama Ankara'dan gelen taze memleket gazeteleri başka şeydi: "Başvekilimiz Celâl Bayar'ın beyanatı: Hükümet kanunlar için yeni bir çığır açıyor... Hatay'da Fransa ve Suriye'nin... Kral Faruk'un Türkiye seyahati... Avrupa'nın buhranlı günleri... Avusturya Hitler'in ültimatomuna... Stalin

diyor ki tecavüzlere karşı..." İçinden daha okumak geliyordu, ama gazeteyi bıraktı.” (s. 264)

“…gazeteleri dikkatle okumaya başladı: "Hariciye vekilimizin nutku: Doktor Aras dün Kamutay'da Hatay meselesini izah etti. Hatay'da zulmün itiraz götürmez vesikası..." Bunları okurken birden her haberden sonra şöyle düşündüğünü anladı: "Hatay'ın bizim olmasının benim ticaretime ne yararı olabilir? Hatay'a ne satabiliriz? Orası da sonunda bir pazardır ve bize katılması çok iyidir." Bu düşüncelerden utandı ve gazeteyi başka şey düşünmemeye çalışarak dikkatle okudu: "Hatay'daki bir Türkün feryadı... Hakkımızı mutlak alırız!.." (s. 309)

“Gazetede sekiz sütunluk bir başlık vardı: "Hatay'da örfi idare ilân edildi!" Dün de başbakan bu konuda mecliste açıklamalar yapmıştı.” (s. 320)

“Çay soğumuştu. Gazete: "Dünya Sulhu Kurtuldu. Münih'te Tam Bir Anlaşmaya Varıldı," diyor. "Daladiye, Hitler, Çamberlayn ve Musolini," diye yazıyordu.” (s. 357)

“Babası başını bükmüş, yere serilmiş gazetelere bakıyordu. Gazeteler "Onbeşinci Yıl," diye yazıyordu. Nazlı: "Yirmiiki yaşındayım!" diye düşündü.” (s. 370)

“Erkeklerin aklındaki "genç ve modern kız" görüntüsünü düşündü. Gazeteler bu konuda anketler düzenliyordu. "Kanaatinizce asri bir genç kız nasıl olmalı?" Cevap: "Kız–erkek münasebetlerinde çekingen olmamalı, Atatürk'ün inandığı...” (s. 371)

“Ulus gazetesini açıp gelişigüzel okumaya başladı: "Yurtta Seçim Hararetle Devam Ediyor! Dost Bulgaristan Başvekili Köse İvanof Şehrimizde." Gazeteyi kenara bıraktı.” (s. 420)

“Gazeteler baştanbaşa savaş haberleriyle doluydu: "Fransızlar Sigfrid Hattı'nda ilerliyorlar... Almanlar'ın mukabil taarruza...” (s. 505)

“Gazete hiç de içaçıcı değildi: "Cenaze büyük bir törenle kaldırıldı. Beş bin genç bağımsızlık andı içti... 12 Aralık 1970. (…) Gözü başka bir şeye ilişti: "Batur,

Sunaya muhtıra verdi!" Heyecanlanarak okudu: "Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur, 24 Kasım 1970 tarihinde cumhurbaşkanını ziyaret ederek Türk Silahlı Kuvvetleri'nin çeşitli kademelerinde son derece belirgin hale gelen bir rahatsızlıktan bahsederek...” (…)Ahmet, haberin geri kalan kısmını okudu: "Batur mektubun bir kopyasını da Tağmaç'a vermiştir. Ancak Genelkurmay Başkanı Tağmaç'ın... fakat görüşme uzadıkça Tağmaç'ın, Batur'un görüşlerini benimsediği öğrenilmiştir!" (…) Haberi bir daha okudu: "Sunay mektuptan Demirel'i bu hafta içinde haberdar etmiştir!” (s. 542–543)

“Ahmet başını bükerek bir gazetenin başlıklarını okudu: "Komutanlar dün de toplantı yaptılar... Muhtırada Atatürkçü Kurucu Meclis öngörülüyor..." Ahmet, "Tamam işte!" diye düşündü. "AP'den istifa eltiler. Boğaz Köprüsü için tahvil çıkartılması teklif edildi... Doktorlar eylem kararı aldı..." Gazeteyi alacaktı, ama caydı.” (s. 606)

Refik’in tuttuğu günlük de yine romanın genel üslubundan ayrı, 1. tekil şahısla yazılmış metin parçalarıdır. Ancak bu parçalar, romanın kronolojisini, entrik kurgusunu desteklemek, zaman zaman da okuyucunun olayın içine çekmek için gerekli bilgileri vermek için kullanılmıştır. Dolayısıyla bu parçalar da romanda bir uyumsuzluk değil uyum yarattığı için bir Postmodern uygulama olarak görülemezler.

5. Metinlerarasılık

Roman, başka metinlerle metinlerarası ilişkiler kurmuştur. Bunların içinde en önemlisi Ömer’in sık sık dile getirdiği Rastignac olma sevdası dolayısıyla Balzac’ın bir romanıdır: Goriot Baba

“Çağdaş bir Rastignac'sınız siz. Biliyor musunuz onu? Balzac'ın Goriot Baba romanında vardır hani... Öyle biri. Bir fatih... Evet, Türkçesi böyle olmalı, değil mi?” (s. 96–97)

Ömer’in halet–i ruhiyesini, amaçlarını, ideallerini düşündüğümüzde sadece trendeki Atiye Hanım değil biz de Ömer’le Balzac’ın Rastignac’ı arasında bir bağ kurabiliriz. Ömer de Rastignac gibi her şeyi elde etmek ister, hırslıdır. Ancak benzerlik bu kadardır. Rastignac, hedeflerinin birçoğuna ulaşırken, Ömer hedeflerine ulaşma azmini kaybeder. Başlangıçtaki “Rastignac hali” söner. Yani en azından başlangıçtaki hali için bir pastiş uygulamasından söz edebiliriz.

6. Kopukluk

Romanın üç neslin hikâyesini anlatıyor olması ister istemez zamansal olarak bazı kopuklukları da beraberinde getirmiştir. Ancak Postmodern romanlarda görülen kopukluktan kasıt bu tür zamansal sıçramalar değildir. Cevdet Bey ve Oğulları, tarihsel kronojiye bağlı kalmak için özel bir çaba sarfeden bir yazarın ürünüdür. Kopukluksa tam tersi kronolojiye muhalif olmakla açıklanabilir. Kopukluk, okuyucunun da metni üretimine dahil olması için bir olayın boşluklar bırakılarak, anlatılması anlamında alınabilir. Ancak romanın oluşturmaya çalıştığı hikâyede bu tarz büyük kopukluklar yoktur. Okurun kafasında bir Cevdet Bey ve Oğulları hikâyesi oluşabilmektedir. Zamansal sıçramadan kaynaklanan kopukluk romanda sadece iki küçük meselenin aydınlanamamasına sebep olmuştur.

7. Biçim

Orhan Pamuk, romanını oluştururken kafasındaki düşünceleri romandaki kişiler aracılığıyla okuruna aktarmıştır. Bu anlamda roman kişileri, “görevlidirler.” Fethi Naci Orhan Pamuk’un kişiler aracığıyla kendi görüşlerini aktarmasını “toplumsal gerçekliği romana yamanmış bilgi yığını olarak değil, roman kişileri olarak (yani imgelerle) verebilme başarısı” (Naci, 2009: 613–614) olarak niteler ki bu, Orhan Pamuk’un “kitabın mimarisine” (Aral, 2007: 159) önem verdiğinin göstergesidir. Cevdet Bey ve Oğulları romanının “karakterlerinde gözlenen, daha anlamlı bir hayat yaşama arayışıdır.” (Solmaz, 2005: 19) Ancak aslında Orhan Pamuk, onları bu güdülerle donatarak kendi görüşlerini sergilemiştir. Romandaki bu

baskın anlamsal arayışlar, Orhan Pamuk’un vermek istediği mesajlar olduğunun göstergeleridir. Orhan Pamuk, bu mesaj verme amacı uğruna romana bazı konu ilaveleri yaptığını şöyle dile getirir: “Benim romanım, Mann’ın romanı gibi yalnızca bir ailenin değil, tıpkı Anne Karenina gibi doğrudan bütün bir toplumun resmi olma amacını da taşıyordu. Bu yüzden, romanıma Ankara’da geçen bölümler de ekledim.” (Pamuk, 2010: 337). Bütün bunlar, Orhan Pamuk’un, romanının öğelerini bize hissettirmeden yan yana getirerek bir mimari yapı ortaya koyduğunu gösterir. Ancak bu mimari yapı, sonuç olarak Postmodernizmin “anlatmak” ilkesine değil de “mesajı olan kurgular üretmek” anlamına yakın olduğu için Rus Biçimciliği’nin Postmodernizm’in anladığı şekliyle uygulanması olarak görülemez.

8. Açık Yapıt

Bu başlık altında Ömer’in evlendiği kişinin Nazlı olup olmadığının belirsiz oluşu ve Muhittin’in yaşadığı onca şeye rağmen dipten tepeye (milletvekilliğine) uzanan yolculuğunun okuyucunun hayal gücüne bırakılmış olmasından bahsedebiliriz. Bu boşluklar, romanın son bölümündeki (Sonsöz) zamansal sıçramadan kaynaklanmıştır:

“Orada Ömer diye bir arkadaşı var. Kim bu Ömer?"

"Amma meraklısın yahu!" dedi Ahmet. "Ömer, ya da küçüklüğümün Ömer Amca'sı iri yarı, yakışıklı biri. Sınıf arkadaşı oluyor galiba babamın. İri yarı. Hâlâ yaşıyor olmalı. Bizim eve Cihangir'e gider gelirdi. Her gelişinde daha irileşmiş ve şişmanlamış olarak. Kemah'ta bir toprağı var galiba... Başka? Yüzünde, alnında