• Sonuç bulunamadı

TÛR-I SÎNÂ, ŞECER-İ TÛR, ÂTEŞ, CENABIHAK’IN TECELLİSİ,

6. Sabır ve Sebatta Öncü Olmaları

2.3. HZ MÛSÂ

2.3.3. TÛR-I SÎNÂ, ŞECER-İ TÛR, ÂTEŞ, CENABIHAK’IN TECELLİSİ,

Hz. Mûsâ, yaşadığı kaza nedeniyle kaçarak terk ettiği Mısır’a on yıl sonra ailesi ile birlikte dönmek için yola çıktı. Yolda Eymen Tuva Vâdîsi’ne geldi. Tûr-ı Sînâ 71 civarına geldiğinde yolunu kaybetmiş ve akşam olmuştu. Karısı hamileydi ve doğum ağrısı tuttu. Hava soğuktu, yağmurluydu. Ateşe ihtiyaç vardı. Mûsâ (AS), Tûr Dağı cihetine baktı. Yeşil bir ateş gördü. Bunu çobanların yaktığı ateş sandı. Yaklaşınca bir ağaç tepesinde olduğunu gördü.

Kur'ân-ı Kerîm bu bölümü bize üç yerde zikreder:

“Mûsâ süreyi doldurunca, ailesiyle birlikte yola çıktı. Tûr tarafından bir ateş

gördü. Ailesine: "Durunuz, ben bir ateş gördüm, belki oradan size bir haber yahut bir ateş koru getiririm de ısınabilirsiniz, dedi. (Kasas, 28/29)”

“Mûsâ’nın başından geçen olay sana geldi mi? O, bir ateş görmüştü de, ailesine:

'Durunuz, ben bir ateş gördüm; ya ondan size bir kor getirir, ya da ateşin yanında bir yol gösteren bulurum, demişti.” (Tâhâ, 20/ 9-10)

“Mûsâ, ailesine: 'Ben bir ateş gördüm; size oradan ya bir haber getireceğim,

yâhut ısınasınız diye yanan bir kor getireceğim, demişti.” (Neml, 27/7)

O ilerledikçe ateş kuvvetleniyordu. Halbuki ateş sandığı “tecellî nûru” idi. Korktu. Yüce Allah'ın:

69 “Şüphesiz Ben Allah’ım.” (Kasas, 28/30)

70 Bu başlıktaki her bir konu, beyitlerde iç içe ve birbirleriyle ilintili bir şekilde kullanıldığı için hepsimi

tek bir başlıkta topladık.

71 Tûr, Arapça “dağ” anlamında olup özel olarak “Tûr-ı Sînâ” yerine kullanılır. Tûr-ı Sînâ, Sina

Yarımadası’nda, Cenabıhakk’ın tecelli ettiği ve Hz. Mûsâ ile tekellüm ettiği dağın adıdır. Hasan Akay (2005). İslâmî Terimler Sözlüğü,479; Kur’ân-ı Kerîm’in 51. sûresi de “Tûr” ismini taşır ve bu isim Kur’ân’da 9 yerde zikredilir.

"Ya Mûsâ! Ben âlemlerin Rabbi olan Allah'ım!" hitâbına mazhar olunca secdeye vardı. Bu defa: "Yâ Mûsâ innî ene Rabbüke fehla' na’leyke inneke bi'l-vâdi'l-mukaddesi Tuvâ”. Yani: “Oraya vardığında kendisine (tarafımızdan): “Ey Mûsâ!, diye seslenildi. Muhakkak ki ben, evet ben senin Rabb’inim! Hemen nalınlarını çıkar. Çünkü Sen Tuva denilen mukaddes vâdîdesin! Ben seni seçtim. Şimdi vahyedilene kulak ver.” (Tâhâ,

20/11-13), hitâbı sâdır oldu.

Mûsâ bu hitaptan cesâret alarak Cenabıhakk'ı görmek istedi:

"Ya Rabbi! Bana zâtını göster, sana bakayım.” temennisinde bulundu. Fakat Cenabıhak ona:

"Len Terâni!”, yani : "Sen beni göremezsin!” şeklinde mukâbelede bulundu ve dağa bakmasını, eğer dağ Allah'ın tecellîsine tahammül ederse Mûsâ'nın da tahammül edebileceğini ve böylece zâtını görebileceğini söyledi. Yüce Allah, dağa tecellî edince dağ parça parça oldu. Hz. Mûsâ da bu tecellîden bayıldı. Bu cihetle O (AS), yüce Allah’ın yalnız nûrunu görebildi, zâtını görmeye muvaffak olamadı.

Ateş sürekli olarak yaş bir ağaçtan yanmakta idi, buna rağmen ağaç devamlı yeşildi ve ateşin ışığı göğe kadar uzanmıştı. Bu ateş, yakıp tutuşturduğumuz normal bir ateş değildi. Olsa olsa kaynağı ya ilâhî makamdan yahut yol bulmak için meleklerden temiz ruhların tutuşturduğu bir ateş olabilirdi. Sahâbeden İbni Abbas (RA) da: "Bu ateş

değil, ancak parıldayan bir nur idi." demiştir. Diğer bir rivayette ise: "Âlemlerin Rabbinden bir nûr idi.” denmiştir.

Kendisine hitapta bulunulan Mûsâ’dan Firavun’a gitmesi istenir. Mûsâ’nın burada bir oğlu olur. Hanımı oğluyla birlikte Şuèayb’ın yanına döner ; Mûsâ da Hârûn ile beraber İsrâiloğulları’nı kurtarmak üzere Firavun’a gitmekle görevlendirilir (A‘râf, 7/103; Yûnus, 10/75; Tâhâ, 20/25-35, 42-46; Furkân, 25/36; Şuarâ, 26/10-15; Kasas, 28/32-35; Mü’min, 40/23-24; Zuhruf, 43/46; Nâziât, 79/16-17).

Mûsâ, Hârûn ile birlikte Mısır’a dönerek Firavun’a Allah’ın elçileri olduklarını bildirip ondan İsrâiloğulları’nı kendileriyle beraber göndermesini isteyince Firavun şöyle der: “Biz seni çocukken himayemize alıp büyütmedik mi? Hayatının birçok yılını

aramızda geçirmedin mi? Sonunda o yaptığın işi de (adam öldürmeyi) yaptın! Sen nankörün birisin!” Hz. Mûsâ o işi bilmeden yaptığını, korkunca da kaçtığını söyler.

(Harman, 2006: 207-213; Onay,2000:335-336; Ömer, Çev. Kocaer,2003:20-21) 2.3.3.1. Vâdî-i Eymen, Vâdî-i Tuvâ

Kur’ân-ı Kerîm’de anılan mukaddes yer isimlerinden biri olan Tuvâ yahut Eymen Vadisi (Tâhâ, 20/12) , yüce yaratıcının Hz. Mûsâ’ya yeşil bir ağaç dalında tecelli ettiği kutsal bir yerdir. Klasik şiirde genellikle Hz. Mûsâ ile birlikte zikredilir. (Karavelioğlu, 2015:135)

“O ki Ümrân72’ın oğlunun (Hz. Mûsâ’nın) göz nûrudur. Tûr Dağı’nda Cenabıhakk’ın nûrunu beklemektedir.”

Nûr-ı çeşm-i İbn-i èÜmrânî’dir ol

Tûrdan nûr-ı Hüdâ’dır iştiyâh (Esrâr Dede, 176, K.5/7) 73

Yüce Allah ağaç üzerine tecelli ettiğinde Mûsâ (AS)’a “İnnî enâ” hitabında bulunmuştu:

Mûsî-i câna nükte-i “innî enâ” okur Nahl-i sır üzre nûr-ı tecellâ-yı istivâ (Esrâr Dede, 197, K.12/17)

“Ayrılık gecesinde kavuşma sabahını îmâ ederek, canımın acısını tecelli ateşine döndürdün.”

Sûziş-i cânı dönüp nâr-ı tecellâ etdiñ Subh-ı vaslı şeb-i hicrânda îmâ etdiñ (Esrâr Dede, 210, Mus.2-Tb.1/3)

Bu beyitin anlamı sonraki beyitte devam etmektedir ve günümüz Türkçesi şöyledir:

“(Kavuşma îmâsı ettin) ancak ‘Beni göremezsin!’ diyerek bin nazla âşığı çaresiz ve düşkün bıraktın.

“Len terânî”yle edip soñra yine èatf-ı hitâb Eylediñ èâşıkı biñ nâz ile zâr u bî-tâb (Esrâr Dede, 210, Mus.2-Tb.1/4)

Şair, sanatını överken tecelli hadisesinden faydalanmış, leff ü neşr sanatı yapmıştır:

Bülbül-i nâtıkıma Tûr-ı tecellî gülşen Gonce-i tabèıma esrâr-ı tekellüm şeb-nem (Haşmet, 102, K.6/54) 74

72 Kur’ân’da adı geçen İmrân’ın (Ümrân) kim olduğu hususunda İslâm âlimleri tarafından farklı görüşler

ileri sürülmüştür. Mukātil, “İmrân ailesi” ifadesindeki İmrân’ın Mûsâ ve Hârûn’un babası olup şeceresinin Hz. Ya‘kūb’a dayandığını söylemekte, Kelbî ise Meryem’in babası ve Hz. Süleyman’ın soyundan olduğunu nakletmektedir (Kurtubî, IV, 63). Ancak aynı adı taşıyan sûrede Âl-i İmrân ile alâkalı olarak anlatılanlar dikkate alındığında İmrân’ın Hz. Mûsâ’nın değil Hz. Meryem’in babası olduğu anlaşılır. Zemahşerî, Âl-i İmrân hakkında bilgi verirken bunların, İmrân b. Yashur’un çocukları Mûsâ ve Hârûn veya İmrân b. Masan’ın kızı Meryem ile oğlu Îsâ olduklarına dair rivayetleri naklettikten sonra bu iki İmrân arasında 1800 yıl bulunduğunu belirtir ve âyetteki İmrân’ın Hz. Meryem’in babası olduğunu kaydeder (el-Keşşâf, I, 185). Ayrıntılı bilgi için bk. Ömer Faruk Harman (2000), İmrân, TDV İslâm

Ansiklopedisi, 22, 232.

73 Şairin bu konuyla ilgili benzer şiirleri için bk.: 186, K.9/15; 186, K.9/15; 270, G.1/12; 286, G.11/11;

359, G.72/1; 361, G.74/2; 362, G.75/1; 397, G.102/7; 401, G.106/4; 402, G.108/1; 427, G.131/9; 432, G.136/2; 440, G.143/2; 459, G.159/3; 479, G.178/10; 550, G.241/1; 550, G.241/4; 565, G.250/4; 609, R.25; 610, R.29; 258, Mus.19-Mur.2; 258, Mus.19-Mur.5.

74 Şairin bu konuyla ilgili benzer şiirleri için bk.: 129, K.13/27; 142, K.20/3; 156, Tb.23/64; 157, 23/72;

“Cehennem ateşiyle yanmış gibi görünen Eymen (vadisi) misali göğsümü görse ateşle kaplanmış Tûr dahi hâlime üzülecektir.”

Dâg-ı dûzah-ı şerer Eymen-i sînem görse Şuèle-zâr-ı cebel-i Tûr dahi yana baña (Haşmet, 197, G.5/4)

Bu beyitte mübalağa ve teşhis sanatının hoş bir örneğini görüyoruz.

“Ey yanan gül bahçesinin ateş nefesli bülbülü! Tûr ağacının ateşi gönlümdeki gülü yak (damgala).”

Ey bülbül-i âteş-nefes-i gülşen-i sûziş Nâr-ı şecer-i Tûr’ı dilimde güli dâg et (Haşmet, 208, K.24/4)

Âşık, sevgiliyi görme arzusuyla onu aklına getirdikçe göğsü çokça yanmakta, âdeta Yüce Allah’ı müşâhede etmek isteyen Hz. Mûsâ’nın Tûr’da bulunması gibi âşık da sevgilinin güzel yüzünün yansımasıyla kendi Tûr hadisesini yaşamakta:

Hayâl itdükçe rûyuñ tûde tûde dâg-ı sînemde Tecellâ-yı cemâl-i yârdan bir Tûr olur peydâ (İzzet Ali Paşa, 156, G.3/4) 75

“Senin uzunca bir yoldan gelişinle (Ramazan ayı kast ediliyor) gözler aydınlanır; İstanbul şehrinin minareleri Tûr ağacı gibi ışır.”

Çün kudûm-ı rûze ile dîdeler pür nûr olur Şehr-i İstanbul menârâtı çü nahl-ı Tûr olur (Kânî, 150, K.7/61)76

Dünya nimetleriyle kendinden geçmiş olan kimselerin manevî alemlerin lezzetlerini, tecelli zevkini duyamayacağını söylüyor şair. Zira böylelerinin aklına cennet denince bile yeme içme gelir:

Tecellî neş’esiñ ehl-i şikem idrâk kâbil mi Behişt añdıkça zâhid ekl ü şürbüñ lezzetin söyler (Koca Râgıb Paşa, 98, G.47/3) 77

Nahîfî de leff ü neşr sanatı yapmıştır. İlgili ifadeleri “be-” ön ekiyle birbirine bağlamıştır. Ayrıca tecellî ile ilgili kelimlerle de tenasüp yapılmıştır:

Be-sırr-ı vâdî-i akdes be-lemèa-i envâr Be-nûr-ı pâk-i tecellî be-hayret-i Mûsâ (Nahîfî, Cilt:1-237, K.26/70)

75Şairin bu konuyla ilgili benzer şiirleri için bk.: 182, G.36/1 ; 243, G.125/2.

76 Şairin bu konuyla ilgili benzer şiirleri için bk.: 242, Tah.60/9; 246, Muk.64, Tah./2; 345, 124/9; 366,

G.153/4.

Beyitte geçen “kûh-ı tecelli” terkibiyle kastedilen “Tûr-ı Sînâ” yarımadasında Allah’ın tecelli ve Hz. Mûsâ ile tekellüm ettiği Sînâ dağıdır. İstanbul camilerinin her biri Tûr-ı Sînâ’ya , Allah’ın tecelli ettiği dağa benzetilmiştir:

Câmi’lerinin her biri bir kûh-ı tecellî Ebrû-yı melek ondaki mihrâb-ı duâdır

(Nedîm, 99, K.20/9)

Hz. Mûsâ’ya ilişkin olarak geçen “nahl-i Tûr” terkîbi Kur’ân-ı Kerîm’de (Mü’minûn, 23/20) bahsi geçen ağacı ifade etmektedir. Hz. Mûsâ’nın üzerinde ilâhî nûru müşahede ettiği bu kutsal ağacın, şehzâdelerin selvi boylarına gıpta edeceği bir güzellik içinde olması temenni edilir:

Çevresinde serv-veş şehzâdeler Her biri magbût-ı nahl-i Tûr ola (Nedîm, 238, M. 2/3)

Hz. Mûsâ ve ailesi en çaresiz bir durumdayken dağda yanan ışığı fark eden Allah’ın peygamberi o ateşe doğru ilerleyerek “tecellî nûru”yla ve ilâhî hitapla müşerref olmuştu. Yani o ışığın ona yol göstermesi gibi sevgilinin yüzü de âşığa yol gösterici olur:

Kelîm'e lemèa-efşân tâb-ı rûyı Ki olmuş meşèalinden şuèle-cûyı (Sünbülzâde Vehbî, 34, M.2/31)

Şuèle-cûy iki anlama da gelecek şekilde kullanılmıştır. Yani şair, ihâm-ı tenâsüp sanatı yapmıştır.

Şeyh Gâlib aşağıdaki beyitte hakîmâne söyleyişli şiir vâdisi ile Tûr Vâdisi arasında benzerlik kurarak her şiir söyleyenin şair sayılamayacağını ifade ediyor: Velîk nutk-ı hakîmâne devr-i digerdir

Olur mu her mütekellim Kelîm-i Vâdî-i Tûr (Şeyh Gâlib78, 94, K.20/33)

2.3.3.2. “Kelîmullâh” Oluşu79

Hz. Mûsâ, Tûr Dağı’nda ilâhî hitâba mazhâr olduğu için kelîm lakâbını almıştır. Bu nedenle ona “Mûsâ-yı Kelîmullâh” denmiştir. (Onay, 2000:337)

Yüce Allah’ın kendisini İsrâiloğulları’na gerçek bir rehber ve yardımcı olarak gönderdiği Hz. Mûsâ’ya “Kelîmullah” denildiği bilinmektedir. Çünkü Cenabıhak, Mûsâ ile aracısız konuşmuş ve ona vahyini bildirmiştir. (Harman, 2006:207-213)

78 Şairin bu konuyla ilgili benzer şiirleri için bk.: 56, K.3/16; 214, Tc.1/5; 236,Tc.12/5; 337, G.1/1; 337,

G.1/2; 432, G.139/2; 456, G.175/1; 494, G.227/1; 499, G.233/6; 536, G.288/5; 504, 242/4; 590, 366/8.

“Tam bir teslimiyetle tevekkül vâdisinin yolunda kalıcıyız; görünüşte ağzı bağlanmışız ancak derûnda Kelîm’iz, söz söyleyeniz.”

Hâlâ reh-i vâdî-i tevekkülde mukîmiz Zâhirde dehen-beste vü bâtında Kelîm’iz (Haşmet, 160, Tb.23/116)

“Kelîm (Hz.Mûsâ), alnının nurunun ışığının yansımasını gördü; hem tecellî ağacı hem ateş koru hem Tûr’sun.”

Pertev-i nûr-ı cebînüñ ‘aksini gördi kelîm Hem tecellî nâhlı hem nâr-ı kabes hem Tûrsın (Kânî, 80, G.14/3)