• Sonuç bulunamadı

2.   GÜNDELİK  HAYAT  TARTIŞMALARI

2.3.   Sıradan  İnsanın  Failliği

2.3.1. Strateji ve Taktik

De Certeau, strateji kavramını   “güçler   arasındaki   ilişkilerin   ancak   bir   istek   ya   da   erk   öznesinin   (işletme,   ordu,   kent,   bilimsel   kurum)   yalıtılabilir   olduğu   anda   gerçekleştirebileceği   oyun   ya   da   hesaplaşma   (ya   da   manipülasyon)”   olarak   tanımlıyor   (s. 112).  Bir  stratejinin  var  olabilmesi  ve  uygulanması  için,  öncelikle  belirli bir aidiyet olarak  çevresi  çizilen,  tanımlanmış  bir  alanın  varlığı  gerekir.  De  Certeau’nun  deyimiyle   bu  alan,  “bir  mülkiyet  olarak  çerçevesi  çizilebilecek  bir  mekan”dır  ve  “stratejik”  her  tür   ussallık,   öncelikle   bir   “çevre”,   “özel   bir   yer”   yani   özel   bir   erk   ve   istek   mekanı   ayırt   etmekle   başlar   işe”   (s. 112).   Bu   mekân,     “ilişkilere,   belirgin   bir   biçimde   dıştan   bakabilecek  bir  idareyi  mümkün  kılan,  bu  idarenin  zeminini  oluşturan  alandır” (s. 54).

Hedef   ya   da   tehditleri   oluşturan   dışarıdakilerle kurmuş   olduğu   ilişkiyi   yönlendirebileceği   bir   üstür.   Örneğin,   kent   temelinde   düşünüldüğünde,   şehir   planlamacıları  ya  da  bürokratlar  gibi  makro  planlama  etkinlikleri  içerisinde yer alan, bu

‘alan’ın   tanımlamasını   yapan   ve   kullanımına   dair   çizgileri   çeken   kişiler,   stratejiler   geliştirebilecek  güce  sahip  kişilerdir.  

Taktik ise, “ne bir   aidiyet   üzerinden,  ne  de  ötekinin,   görünür  bir  bütünlük  olarak  ayırt   edilmesini   sağlayan   bir   sınır   üzerinden   yapılan   hesaplamadır”   (s. 54).   Mekân   olarak   sadece   ötekinin   mekânını   kullanır;;   bu   yönüyle   de   yabancı   bir   güç   tarafından   düzenlenmiş,  kendisine  dayatılan  alanda  bir  nevi  oyununu  kurmak  zorundadır.  “Düşman   görüş   açısı   içerisinde”   ve   “düşman   tarafından   denetlenen   uzam   içinde   gerçekleşen   bir harekettir”  (s. 113).  Dolayısıyla  taktikte önemli  olan  stratejilerdeki  gibi  mekân  değildir,   zamandır. Zamanın   ustalıkla   kullanımı   ve   ortaya   çıkan   fırsatlar   üzerine   kurulur   oyun.  

Bu  yönüyle  taktik,  bütüncül bir  projeye  sahip  değildir,  fırsatları  değerlendirir  ve  hamle   üstüne   hamle   yapar.   Kazandıklarını   saklayamaz;;   “sahip   olduğu   avantajları   toparlayabileceği,   daha   fazla   yayılmak   için   kendini   ayarlayabileceği,   koşullardan   bağımsız  bir  hale  gelebileceği  bir  merkezden,  bir  zeminden  yoksundur”  (s. 54). Kendi

çıkarına   kullanabileceği   olasılıkları   yakalamak   için   de   sürekli   tetiktedir   ve   karşılaştıklarını   fırsata   çevirme   çabasındadır.   Mekânsızlığı, aslında   ona   hareketlilik de sağlar.   Erkin   gözetiminde   açtığı   çatlaklar   arasında   salınır;;   bu   çatlaklar   onun   kaçak   avlandığı   yerlerdir.   En   beklenmedik   anda   ortaya   çıkabilir.   De   Certeau’ya   göre,   sonuç   olarak  taktik,  “zayıfın  sanatıdır”,  “kurnazlıktır”,  “kurnazlık,  zayıfın  harcıdır  ve genelde sadece  kurnazlık  “son  çare”  olarak  ona  kalandır.”  (s. 114). Peki bu kurnazlıklar, sıradan   işlemler, dümenler,  kısacası  taktikler nelerdir,  gündelik  hayat  içerisinde  ne  şekilde  yer   bulurlar?

De Certeau, bir mekânda oturmak,  konuşmak,  alışveriş   yapmak   ya  da   yemek   yapmak   gibi  gündelik  hayatın  içerisinde  herhangi  bir  anda  bunların  gerçekleşebileceğini  söyler.  

Bu   küçük   yıkıcı   eylem   biçimlerine   örnek   olarak   ise,   yürüme   ve   okuma   eylemlerini   gösterir.  Kent  içinde  yürüyüşte  yaya,  kendisi  için  çizilen  yolun  dışına  çıkabilir.  Örneğin   belirli  bir  tarzda  yürüyebilir  ya  da  sevdiği  caddeleri  kullanabilir;;  bunun  yanında  yetkili   kılınmamış  kestirmeler  ya  da  tanımsız  yollar  da  izledikleri  arasında  yer  alabilir.  Başka   bir  deyişle   yürüyüş,  “söylemlerin  ve  coğrafyaların   nesneleşmesine  meydan  okuyan  ve   onları  yıkan  anlamlı  bir  eylem”  haline  gelir (Smith P. , 2007, s. 223).

Benzer   şekilde   okuma   da,   De   Certeau’ya   göre   “bir   kaçak   avlanma   işi”dir   (s. 275).

Sözleri  söyleyenler,  kitapların  yazarları,  onları  basanlar  ya  da  pazara  sürenler,  tüketenler   üzerinde  anlamın  benimsenmesine  dair  bir  güç  sahibiyken,  okuyucu  devreye  girdiğinde   anlamlandırmaya  dönük  çatışmalı  bir  ilişki  kendini  var  eder.  Tüketiciler,  “malları  aşıran   kaçaklar”   gibi  “metinde   ögeleri  seçerek,  kendi   tarzlarında  okuyarak,  metnin   üretimine   yabancı  başka  ögelerle  ilişkiye  sokarak”  sürecin  içine  dahil  olurlar.  “Toprak  sahipleri,   egemenlik   altındakileri   tuzağa   düşüren   stratejiler, uzam denetimi eylemleri ortaya koyarlar – topraklarından,   bir   başka   deyişle   ideolojilerinden   geçmek   gerekir   – oysa kaçak   avcılar   taktiklerini,   geçici   direniş,   dönemsel   gerilla   edimleriyle   uygularlar”  

(Maigret, 2011, s. 178).

Bunların   yanında,   insanlar   bu   tür   alışkanlık,   tutum   ve   uygulamaların   “işten   kaytaran”  

özgürlüğüne   ve   serbestliğine   sahip   olsalar   da,   tüm   bunları   doğrudan   toplumsal bir dönüşüm  adına   yapmazlar;;   ortaya  konulanların  kurumsal   bir  dayanağı   yoktur.  Bunları  

“sessiz  ve  incelikli”  taktiklerle, usul  usul  egemen  düzenin  içine  sızarak  gerçekleştirirler.  

Bu   “eylem   tarzları,   toplum   içindeki   yaşamda   ağırlıklı   olup,   sosyokültürel   üretimin   gelişimiyle   orantılı   olarak   kendilerini   ya   durağanlık   ya   da   direnç   biçimlerinde   gösterirler”   (De Certeau, 2008, s. 19).   Dolayısıyla,   söylem ve   ideolojilerle   çevrelenen   insanlar,  maruz  kaldıklarını  kendi  bakış  açılarıyla  yeniden  anlamlandırıp  üretirler.  Diğer   yandan   bu   müdahale   ve   değiştirmeler   onlardan   yapılması   beklenenler   doğrultusunda   çizilen   çizgileri   aşındırır,   ortaya   çıkan   çatlaklarda   gezinirler. De Certeau, bunun örneklerinden   birisi   olarak   İspanyol   sömürgecilerin   karşısında   yerli   kabilelerin   duruşunu   gösterir.   Genelde   egemen   düzene   ve   uygulamalarına   boyun   eğmiş,   bunları   kabul  etmiş  görünen  yerliler;;  onlara  dayatılanları,  sonuçları  elde edilmesi  amaçlanandan   daha  farklı  bir  biçimde   uygulamış,  farklı  bir  biçime  sokarak   yeniden  imal   etmişlerdir.  

“Egemen   düzeni   bu   biçimde   kullanarak,   reddetme   imkânlarından   ve   araçlarından   yoksun  oldukları   erkle  oyun  oynamışlar;;   bu  düzenin   elinden,  bu  düzeni terk etmeden, bu  düzenden  uzaklaşmadan,  kaçıp  kurtulabilmişlerdir” (s. 46).

Değinilen   bağlamda De   Certeau’nun   taktik kavramı,   James   C.   Scott’ın   Tahakküm   ve   Direniş   Sanatları   kitabında   (1995) “direniş   sanatları”   olarak   ortaya   koyduğu   sıradan   eylemliliklerden   oluşan   gizli senaryoları   çağrıştırır   niteliktedir.   De   Certeau   ile   benzer   şekilde   Scott,   tahakküm   ilişkilerinin   aynı   zamanda   direniş   ilişkileri   olduğunu   söyler;;  

ona   göre   tahakküm   bir   kez   kurulduktan   sonra,   kendi   momentinde   kalmaz;;   çok   fazla   anlaşmazlık  yaratır,  sürekli  bir  takviye,  bakım  ve  düzeltme  çabalarıyla  ayakta  durabilir.  

Bu  süreçte  güç  sahipleri  tahakkümün  simgeleşmesi  adına  güç  gösterileri  ve  temsillerine   soyunur; her  emir,  her  sıralama,  her  kamusal  cezalandırma,  hiyerarşik  bir  düzeni  açıkça   göstermeye   dönüktür   (s. 77-78).   Bu   süreçte   Scott,   tabi   grupların   bunlar   karşısında   ne   yaptığına,   genellikle   kaçamaklı   olan   politik   tavırlarının   daha   başarılı   bir   şekilde   nasıl   okunabileceği,   yorumlanabileceği   ve   anlaşılabileceğine   odaklanır.   Ona   göre,   her   tabi   grup  hâkim  olanın   arkasından  dile   getirilen  bir  iktidar  eleştirisini  temsil   eden  bir   gizli senaryo yaratır   (s. 15).   Scott,   rıza   ve   sükûn   perdesinin   aralanması   için   açık   toplumsal   protestoyu   beklememek   gerektiğinden   bahseder.   “Özellikle   dünyanın   büyük   kısmının   içinde  yaşadığı  tiranlık  ya  da  yarı  tiranlık  koşulları  altında,  emre  tabi rıza  gösterilerini   ya  da  açık  isyanı  temel  alan  bir  politika  görüşünün,  politik  yaşamın  çok  dar  bir  şekilde   kavranışını   temsil   ettiğini”   söyler   (s. 46). Bu   bağlamda   görünüşteki   rızanın   ötesine   gitmek   ve   iktidar   dengesindeki   bir   değişikliğin   ya   da   bir   krizin   gözler   önüne  

serebileceği  potansiyel  hareketleri,  engellenmiş  niyetleri  ve  olası  gelecekleri  kavramak   istiyorsak,  gizli  senaryo  alanını  araştırmaktan  başka  pek  bir  seçeneğimiz  olmadığından   bahseder (s. 41).

Gizli senaryo, “sahne  arkasında”  iktidar  sahiplerinin  doğrudan  gözleminin  ötesinde  yer   alan  söylemi  niteler  (s. 27).  Bu  sıradan  eylemlilikler  içerisinde  insanlar,  egemen  iktidara   karşı  açık  açık  isyan  etmek  ya  da  kamusal  olarak  protestoda  bulunmak  yerine,  sessizce,   belli  etmeden  “sahne  arkasından”,  anonim  saldırılarla  bir  nevi  kaçak  avlanırlar  (s. 43).

Scott’ın   aktardığı   “Akıllı   köylü,   büyük   efendinin   karşısında   yerlere   kadar   eğilir;;   ama   sessizce   osurur.”   Etiyopya   Atasözünün   yansıttığı   gibi   bu   süreçte   insanlar   aslında   görünürde   çoğunlukla   bir   hürmet   ve   rıza   gösterisi yaparlar,   buna   karşılık   iktidar   ilişkilerinin  kendilerine  çizdiği  alanı  genişletmeye  çalışırlar.  Dolayısıyla  “tabi  grupların   alt  politikası”  olan,  kendi  içerisinde  muhalif  ve  yıkıcı  olan  eylem  ve  söylemler,  “kendi   adlarına   konuşmaya   cesaret   edemeyen,   dikkat   çekmemeye   dayalı   çok   çeşitli   direniş   biçimleri”  şeklinde  ortaya  çıkar  (s. 45).  Scott,  bunun  yanında  tahakküm  ne  kadar  sertse,   gizli  senaryonun  da  bu  sertliğe  denk  düşen  zenginlikte  yaratıldığından  bahseder;;  başka   bir  deyişle,  “iktidar  ne  kadar  tehdit  ediciyse,  maske  o  kadar  kalındır”,   De  Certeau’nun  

“hile  yapmak,  zayıfın  sanatıdır”  dediği  gibi (s. 25).

Sonuç   olarak,   gündelik   hayat   içerisinde   ortaya   koyulan   bu   sıradan   eylemler,   egemen   kültürün  içinde  ve  bu  kültürün  araçlarıyla,  aslında  bu  kültürün  bizzat  kendisiyle  birlikte,   insanların  bu  egemen  kültürün  konumlarını  “dümenler  ve  oyunlar  çevirerek,  manevralar yaparak”  kendi  çıkarlarına  çevirip  kendilerine  özgü  kurallara  dönüştürmeleriyle  ortaya   çıkar   (De Certeau, 2008, s. 47).   Dolayısıyla,   bu   bir   içerden   dönüştürmedir;;   egemen   sistemin   içerisinde,   insanın   kendisine   dayatılan yerin   sınırlarından   çıkmadan   gerçekleşir.  De  Certeau’nun  dediği  gibi,  “olanla  idare  etme  sanatıdır”;;  “iki  arada  olma   sanatını   icra   ederek,   bulunduğu   durumdan,   daha   önceden   öngörülemeyecek   yararlar   sağlamayı   bilmektir”   (s. 104).   Başkaları   tarafından   kurulmuş   güç   ve   temsil   ağında   başlarının   çaresine   bakmaya   çalışarak,   aslında   başkasının   oyununda   oynayıp,   bin   bir   türlü  yolla  bu  oyunun  kurallarını  kendi  lehine  döndürmenin  sonucuysa  De  Certeau’nun   dediği  gibi  bambaşkadır:  “Bir  tekniğin  taktiksel  becerikliliği  ve  el  uzunluğu  ve  bundan   alınan  sonsuz  sevinç  ve  haz”  (s. 88).

Bunlara   karşılık,   De   Certeau’nun   gündelik   yaşama   ve   insanların   eylemlerinin   geleceğine,  varılacak  noktaya  dair  düşünceleri   çok  net   değildir.  Diğer   yandan,   sıradan   insanın  kendisine  uygulanan  baskı  karşısında  pasif  ya  da  edilgen  değil,  aksine  aktif  ve   dönüştürücü   bir   konumda   olduğunun   ortaya   koyulması   büyük   önem   taşımaktadır.   De   Certeau’nun   çalışmalarının   önemi   de   buradan,   gündelik   yaşam   içerisindeki   direniş   potansiyellerini   vurgulamasından   gelmektedir.   Egemen   iktidara   karşı   net   bir   politik   duruşla   direk   bir   müdahalede   bulunmayacağı   düşünülen bir   nevi   “tehlikesiz”   gibi   görülen   sıradan   insanın   gerçekleştirdiklerine   odaklanmaksa   özellikle   önemli   görünmektedir.

Değinilen   bağlamda   bu   çalışma,   sokakta,   okulda,   ev   içinde,   medyadaki   sunumlarda,   özünde  heteroseksist  düşüncenin  değdiği  ve  hüküm  sürdüğü  gündelik  yaşam  alanlarının   herhangi   bir   köşesinde   farklı   şekillerde   yaşamlarına   müdahale   edilen   lezbiyenlerin ve biseksüel   kadınların   gündelik   hayatlarına   değinecektir.   Öncelikle,   nasıl   yaşamaları   gerektiğine  dair  yaşamlarının  sınırlarla  çevrilmiş  alanlarına  odaklanılacak  ve  sonrasında   lezbiyenlerin   ve   biseksüel   kadınların   tüm   bunlarla   mücadelede, lezbiyen   ve   biseksüel   kimliklerini   koruyarak   kendi   alanlarını   yaratmada   gündelik   hayatlarında   kullandıkları   taktikleri,   bunlarla   el   ele   giden   ve   kolektifleşen   çözüm   yolları   ele   alınacaktır.   Son olarak, gündelik   hayat   taktiklerinin tahakkümün   çevrelediği   ilişki   ağlarının karşısında   ne   gibi   alternatifler   sunabileceği   ya   da   gerçekten   köklü   değişikliklerin alanı   olup   olmayacağı   üzerine   tartışılabilir; fakat yine de taktikler, kadınların   gündelik   hayatları   içerisinde   kendilerine hareket   alanı   sağlayabilecekleri ve uzun   süreli   dönüşüm   yolunu   açabilecekleri  kanallar olarak ortaya duruyor. Diğer  yandan  alternatif bir toplumun  inşa   edilmesi de, ona giden yoldaki bütün   çaba   ve   pratiklerin   ortaklaştırılmasıyla   mümkün   olacak  gibi  görünüyor.  

2.  BÖLÜM