• Sonuç bulunamadı

2. BÖLÜM

2.2. Sosyo-Kültürel Olaylar Sanata Nasıl Yansımaktadır?

Soyutlama yetisinin hem bir göstergesi, hem de bir ürünü olan sanatın paylaşılabilmesi ve sosyal yapı içerisinde devinim kazanabilmesi için ses, renk ve yazı gibi bazı araçlara da gereksinim vardır. Eğer bunlarla düşünce birleştirilmezse, hatta bir daha ayrıştırılmayacak şekilde çakıştırılmazsa sadece soyut düşünebilenin haz duygularını doyurur fakat bir varlık olarak sosyal yapı içerisinde hayatını idame ettiremez. Gerek soyutlamanın başlangıcında gerek bu soyutlamanın nesnellik kazanmasında sosyal yapının kültürel boyutu en etken rolü oynar. Çünkü insan, içinde yaşanan kültürel ortamın verileriyle fikrini ve düş gücünü kullanır ve düşsel bir aşamaya gider. Bir sanat alıcısı, izleyicisi, kültürel ortam içinde soyut imgeleri somut nesnelere dönüştürebilir, onları deşifre edebilir ve yeni öğrenme

24

durumlarına geçebilir(M.Erinç, 2013, s 57). Sanatın bu merhalesinde eserin kendisi, isteneni verme noktasında, izleyiciyle arasında bir bağ kurabilir ve onu yönlendirebilir. Fakat buradaki yönlendirmeden kasıt, eserin içindeki muhteviyatın izleyici konumunda olan bireyi nasıl, ne şekilde ve ne kadar etkilediği ile alakalıdır. Bu nedenle izleyici konumunda olan birey eserle ortak noktasını yakalayabilirse bu etkilenme olgusunun gerçekleşme ihtimali yüksek olur. Aksi bir durumda izleyici ile eser arasında bir bağ, ortak bir fikir, bir etkileşme ve bir karşılaşma vuku bulmadan sonlanır. Kültürel anlamda geleneksel Türk Minyatür ve Tezhip sanatına aşinalığı olmayan bir şahsın, bu sanatsal olgularla ilk karşılaştığı anda, fikirlerini en basit tanımlamayla şekil ve biçem noktasında dile getirmesi, dolaşacağı her sanatsal mekânda, Minyatür ve Tezhip sanatının idrakine varamayacak, sosyo-kültürel manada halk ile bağını anlamayacak ve bu sanatın manevi hazzına erişmesi de mümkün olmayacaktır.

Sanatla sosyal yapının ilişkisi, insanla sosyal yapı ilişkisinde ilk süreçlerden birini oluşturur. Mitolojik anlatımlı söylencelere baktığımızda ilişkilerin temelinde hep danslar, şarkılar, müzik olduğu görülür. En küçük belde bile kaval çalan, saz çalan kimse bir statü sahibi olur ve ayrıcalıklı bir yer edinir. Bu saptama bile söz konusu sanatla sosyal yapının ilişkisinin ne denli eski ve iç içe olduğunu kavramak için yeterlidir. Ortaçağda feodalite düzeni içinde, flama ve derebeylik marşları sanatsal bir yolla toplumu birbirine yakınlaştırmak ve o topluma bir aidiyet hissi yaratma işlevini üstlenir. Yine aynı çağda Katolik kilisesi, giderek kendinden uzaklaşmaya başlayan cemaatini bir araya getirmek için katedraller dönemini ve kilise müziği devrini başlatır(M.Erinç, 2013, s. 27). Buradan hareketle bir toplum kendi kültürel değerlerin yaşatabilmesi için yaşamsal faaliyetleri içindeki kültürel değerlerini bir sonraki nesle nasıl, ne şekilde ve ne kadar aktardığı ile alakalıdır. Bu kültürel değerler toplulukları birbirinden farklı kılmaya başlar ve bu durum toplulukların kendilerinde bir aidiyetlik duygusunu yaratır.

Sanat, bir ulusun bireyleri için yaratılan kural ve kodların uluslararası değer kazanmasını sağlar. Dilin yazın sanatına dönüşmesi bu şekilde ele alınıp yorumlanabilir. Duyulan sesler yazıya yani görsel bir olguya dönüştüğünde kendini daha farklı kılar. Aynı şekilde kültürel mirasın en çarpıcı en gösterişli olan mimarlık sanatının örnekleri; saraylar, hanlar, hamamlar, camiler, kapalı çarşılar ve benzeri tarihi mekânlardır. Sanatı, sosyalleşme süreci sırasında elde edilen bir öğrenme olarak kabul eden düşünürler vardır. Bu yetersiz bulunsa bile reddedilmesi olanaksız bir görüştür. Hem sanatçı hem de alıcı olarak insanlar,

25

toplumsal değerleri kavrarken sanatı da kavrarlar. Aynı şekilde sanatı kavrarken oluşan bu sanatın hangi kültüre ait olduğunu da belirlemiş olurlar. Sosyal yargılar, bir eseri sanat diye adlandırdığında, bu adlandırma o yapıt da sanat olduğuna göre, sosyal yapının niteliği, diğer sosyal yapılar arasındaki yeri sanatın da hem geçerliliğine hem de kalıcılığına büyük etkiler yapar. Verilere göre örnekler sanat ile sosyal yapı ilişkisini vazgeçilemez ve inkâr edilemez ilişkisini göstermesi bakımından önemlidir(M.Erinç, 2013, s. 30-32).

Her bir topluluğa ait sanatsal ve kültürel yapılar, o topluluğu biricik kılan evrensel değerleri meydana getirir. Piramitler delinince Mısır, Eyfel kulesi için Paris, Ayasofya için İstanbul gibi mekânlar adeta birbirleriyle özdeş olmuşlardır. Bu mekânlar adeta yapılarıyla temsil edilir hale gelir. Aslında bu olguların ilkin yapılış amacı buradaki mekânların popülaritesini artırmak için değildir. Daha doğrusu bu yapılar yapıldıktan sonra bu mekânların popülaritesi artmaya başlamıştır. Bu tür olgular dikkate alındığında ilk yapının bir ihtiyaca binaen yapıldığı, daha sonra bu yapıların bir yerin kültürel hüviyetini temsil etmeye başlaması ile sanatsal değerleri ön plana çıkmaya başlamıştır.

Eğer belli bir dönemin sanatçıları, belirli bir zaman diliminde hayatın çalkantıları ve kavgalarından uzak kaldıkları halde, başka devirlerde aksine kavgaya ve onun çalkantılarına can atıyorlarsa, bunun nedeni dışardan bir kimsenin farklı devirlerde onlara farklı görevler yüklemesinden değil, belirli bazı toplumsal şartlar içinde de başka bazı duyguları duymalarından kaynaklanmaktadır (Plehanov, 1987 s. 18).

Hiçbir olgu olmasın ki varlığını aynı ortamı paylaştığı nesnelere aksettirmesin. Bir ebeveynin çocuklarının hal, hareket ve fiziki yapı olarak kendilerine benzemeleri ne kadar doğalsa, eşyanın meydana geldiği muhitin biçimini, rengini alması da o kadar doğaldır. Bu durum nesnenin ve neşet ettiği çevrenin aynı hadiselere maruz kalmasının doğal sonucudur.

Sanat, insanlık tarihiyle başlayarak, toplumların gelişmesine paralel olarak güncellenmiş, sanatçının kendi içinde yeniyi arama süreciyle yoğrularak, toplumları etkilemiştir. Etkilendiği toplumların evrensel dili, bayrağı ve görsel biçimi olmuş, değişik coğrafyalara uzanarak, farklı toplumlara aynı mesajları verebilmiştir. Neresinden bakılırsa bakılsın, bu evrensel dil, insan doğasına paralellik gösteren, duygularını harekete geçirerek, zihnini sorgulayan etken olarak bünyedeki bir virüs gibi yayılmış, günümüze kadar değişerek, gelişerek ve yenilenerek ulaşmıştır(Başbuğ, 2012, s. 124). Sanatın var olma sebebinin altında yatan mananın toplumdan topluma değişiklik arz ettiği düşüncesini yaşamış onca

26

toplulukların yaşam biçimlerine, gelenek ve göreneklerine bakıp anlamak mümkündür. Bunların bir kısmı soyut sözsel verilere dayandığı gibi somut verilerden de oluşmaktadıt. Her toplumun giyim kuşamı, kullandığı nesneler ve zevkleri farklılık gösterdiğinden, sanatçı da bu farklılıkları kendi hayal potasında eriterek yansıtır.

Edebiyatta, müzikte olduğu gibi resim sanatında da sanatçı yetiştiği toplumun düşüncesini betimlemeye çalışır. Sanat eserine yansıyan bu olguların bir kısmı sanatçının hayal ürününü oluşturur. Betimlenen bu olgular sanatçının kendi algılanım penceresinden çıkar ve zemine yansır. Fakat bu olguları yaşanan dönemin izleriyle bir münasebet kurmadan değerlendirmek kesinlikle sanatsal yorumu eksik bırakır. Bugün sanat galerilerinde veya müzelerde bulunan sanat eserlerinde örneğin: Ülkemizde sanatçıların: Fransız Devriminin, Sanayi Devriminin ve Cumhuriyetin ilanıyla beraber gelen düşünsel olguların etkisinde kalmışlardır. Bu dönemde yapılmış çok sayıda eserin varlığını eleştirilirken; eserlerin yaratımına giren sanatçıların öznel ifadeleri; hayal gücü gibi olguları da baz alınmaktadır. Fakat bu olgular ele alınmakla birlikte eserin yaratıldığı dönenim genel özelliklerini ne düzeyde yansıttığı dikkate değer bir olgudur. Dönemince yaratılan her eser sadece sanatçının hayal dünyasını teşkil etmez. Aynı zamanda yaşanan dönemin sosyo-kültürel olayları bu eser içinde yer bulacaktır. Bu düşünce doğrultusunda eserin, sanatçının ve her ikisinin birden varlığı ve etkilenimleri bu sosyal çevrede yaşananlardan farklı bir şekilde ele alınmayacaktır.