• Sonuç bulunamadı

2. BÖLÜM

4.16. Avrupa’da Fransız İhtilali Sonrası Sanat Anlayışı

Sanat tarihindeki tüm akımların çıkışı bir devinimi sağlar, ortaya çıkan yeni olgular dönemince yaşanan koşullara cevap verir. Bu cevap verme olgusu bilinçli ve belirli plana bağlı olmayıp spontane bir şekilde orta çıkmıştır. Bu bilinçsiz olma durumu dönemin içinde yaşanan olgulara kayıtsız kalmayı akla getirmesin. Öğretilerin, kesinlikle bir birikim sonucu elde edildiği ve hadiseler yorumlanırken de ortaya çıkan yargı ifadeleri de önceki öğretilerin felsefi yapısından beslenmiştir. Rönesans’ın idealize edilmiş düşüncesi Gotik dönemi figürlerini kasvetten ve durağan bir ifadeden kurtararak onlara yeni bir yaşam alanı sunuyordu. Aynı şekilde Rönesans’ın ilk dönemleri ile son dönemleri arasında yaşananlar, yepyeni bir düşüncenin doğmasına neden oluyordu. Aydınlanma düşüncesi bu dönemde

73

sürekli gelişmektedir. Bu gelişmişliğin toplumun içine sirayet etmesiyle yeni düzenler içinde yeni bir insan modeli doğuyordu.

Rönesans dönemi İtalyan ustalarının büyük başarıları ve buluşları, Alp dağlarının kuzeyinde yaşayanlar üzerinde derin etkiler yaratıyordu. Rönesans’ın getirisi bilginin yeniden doğuşuyla ilgilenen herkes klasik dünyanın bilgi ve hazinelerinin keşfedildiği yer olan İtalya’ya bakmayı alışkanlık haline getiriyordu. Sanatta, bilgi alanındakine benzer bir gelişmeden söz edemeyeceğimizi çok iyi biliyoruz. Gotik bir sanat yapıtı, bir Rönesans yapıtı kadar değerli ve önemli olabilir. Ama yine de, güneyin başyapıtlarıyla karşılaşan o zamanın insanlarının birdenbire kendi sanatlarının kaba ve eski moda olduğu izlemine kapılmış olmaları doğaldır. Onlar, İtalyan ustalarının belirgin üç başarısına ulaşmak istiyorlardı. Bunlardan biri bilimsel perspektifin keşfedilmesiydi, ikincisi de edinilmesi gereken anatomi bilgisiydi. Bu bilgiyle güzel bir insan vücudunun kusursuz bir şekilde gösterilmesi gerekiyordu; Bunların üçüncüsü ise, o dönemde güzel ve değerli olarak kabul edilen her yapıtta yer alan klasik mimari bilgisiydi (Gombrıch, 2013, s. 341).

Gombrich’in ifade ettiği; Sanatta, bilgi alanındakine benzer gelişmenin olmadığı gerçeği bilimin nesnel ifadesinin yanında sanatın varlığının daha yavaş geliştiği ve daha az değişime uğradığı gerçeğidir. Sanat, içinde barındırdığı öznel yorumlar doğrultusunda yayılabildiği kadar etrafını etkileyebiliyor ve zamanın üslubunu değiştirebiliyordu. Kuşkusuz bu değişim çok yavaşça ilerliyordu. Rönesans resim dönemi, 14. yüzyılın başında Giotto ile başlayıp 16. yüzyılın ortalarından Michelangelo’nun bulunduğu döneme kadar etkisini sürdürüyordu. İki buçuk asır gibi bir süreçle adından söz ettiren resim sanatının, bu dönem içindeki gelişimi ile sonraki dönemlerde çıkan sanat akımlarına biçilen süreç göz önünde bulundurulursa, resim sanatının geçmişte yaşadığı devinimin çok yavaş olduğu anlaşılacaktır. 16. yüzyılın ortalarından itibaren Rönesans süreci sonrası ortaya çıkan Maniyerizm, Barok sanatı, Barok sanatı içinde gelişen Rokoko sanatı ve daha sonra 18. yüzyılın sonlarına kadar devam eden Neo-klasik üslubun varlığı göz önüne alındığında; dünyada bilimsel anlamda yaşanan değişimin sanat alanında da nasıl bir devinim yarattığı fark edilecektir. Yaşanan bu değişim sanat alanındaki devinimi hızlandırmaya başlamış, bu hızlı devinimle sanat, bir önceki akımları basamak şeklinde kullanarak kendine yeni bir zemin oluşturmuştur.

18. yüzyıla yaklaşıldığında; üslup konusu üzerine artan titizlik ve sanatın kendini açıklama sorunu olduğu hakkındaki görüşler, sanatın kendi iç dürtüsünü bulmasını ve bunu sanatın

74

konusunu üslubuyla açıklamasını gündeme getirir. Bunu meydana getiren Romantizm ile Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimini içeren düşünce yapısıdır. Öte yandan Rousseau’nun uygar toplum değerlerini reddetmesini, Wordsworth’un şiir malzemesi olarak yüceltilmiş bir dil yerine halkın konuştuğu dili kabul etmesini, Goethe ve başkalarının bir sanat yapıtının kaynağının herhangi dış bir etken ya da dürtü değil de bilinçaltı olduğunu anlamasını içeren bir dönem izledi (Lynton, 1982, s. 13).

Kuşkusuz bu olguları ortaya çıkaran gelişmeler art arda sıralanıyor ve yeni anlayışları meydana getiriyordu. Rönesans’ın idealize edilmiş düşüncesi sayesinde ortaya çıkan nesnel gerçeklikler, Coğrafi keşiflerin ve Reform hareketlerin kıvılcımlarını başlatıyordu. Bu değişimler karşısında sadece teknik bilimler değil, aynı zamanda sözel bilimler de büyük değişimler geçiriyordu. Sanatın hemen hemen her alanına sıçrayan bu etkiler, sanatçıların öznel düşüncesiyle birleşip yeni bir düzen ve uyum çabasını meydana getiriyordu. Fakat sanattaki ifadeler teknik bilimlerdeki gibi hemen reaksiyon göstermiyordu. Sanattaki bu reaksiyonun fark edilmesi de çok zaman alıyordu. Ama bu geniş ve anlaşılması zor olan evre günden güne daralmaya başlıyordu.

18. yüzyılın sonlarına doğru klasik anlayıştan yavaş yavaş vazgeçilmişse de, klasik sanatın dili geçerliliğini koruyordu. Klasikliğin yerini alabilecek daha başka sanat biçimleri ise yine yavaş yavaş ve denenmeye değer seçenekler olabildikleri ölçüde deneniyordu. Constable, insanın yaşadığı dünyayı denetimi altına alması yerine, bütün geçici görünüşüne rağmen doğaya öncelik tanıyan bir anlayışla bir bakıma anlamsız sayılabilecek peyzajlara görsel bir canlılık ve ahlakçı bir amaç kazandırıyordu. Diğer bir yandan Turner, doğadaki çatışmayı insan çatışmasından öylesine daha sınırsız bir güç kaynağı olarak gösterdi ki hiç kimse onun resimlerini kavrayamaz oldu. Goya, kıyıcılığı ve çılgınlığı yansıtan karabasan görüntüleriyle sanatın herkesçe benimsenen zevk vermek ve eğitmek amacını tersine çevirdi. Klasiğin büyük temsilcisi David, bu değişim karşısında bir başka yoldan aynı şeyleri yaptı. Bile bile yalınlaştırılmış, eski gibi görünen bir klasiklikle eski biçimlerinden, hem de Ortaçağ ve zaman zaman da Doğu sanatından yararlanarak kimi zaman klasik sanatın konularını aşırı bir güvenle yeniden ortaya koyan, kimi zaman da cinsel hayal gücünün daha karanlık alanlarına uzanan kompozisyonlar yaptı. İngres’in bir sanat yıkıcısı olmasından korktuğu Delacroix ise, edebiyat ve tarihten aldığı konuları kendi zengin ve duyumsal yorumuyla işleyerek bunları oldukça kişisel bir anlatımla ortaya koyuyordu(Lynton, 1982, s. 14).

75

Bütün bu yaşananlar sanat alanında yepyeni bir evrenin başlamasını işaret ediyordu. Bunlar klasik anlayıştan kopuş, yeni bir anlayışla sloganlar atarak yeni bir olguyu buyur etmekti. Ama bu buyur etme gönüllüce olmuyor, yaşanan koşullar değişimi zoraki kılıyordu. 18.yüzyıl bir devrime gebeydi ve bütün bunlar bu devrimin habercisi oluyordu. David’in resimleri adeta bu devrimi çağırır nitelikte oluyor, Goya’nın resimleri ise Sigmund Freud’un psikanalizine zemin hazırlıyordu.

19.yüzyıl başlarında sanat adına yapılanlar bir önceki yüzyılda olanların habercisi niteliğindeydi. Birkaç asır önce sanata yüklenen görev, 19.yüzyılda adeta tepe taklak oluyordu. Bu dönemde başlayan Empresyonizm akımını kimi sanatseverler bir vahamet olarak tanımlarken, kimileri ise bu yeni anlayışa sessiz ve hayretler içerisinde şaşırıp kalıyordu. Empresyonizm akımına ismini veren ve bu akımın ortaya konan eserlerinin başında, akımın önde gelen ressamlarından ve en önemli uygulamacılarından biri olan Cloude Monet’in 1872’de yapmış olduğu ‘Gün Doğumu’ adını verdiği tablodur. 1874 yılında açılan sergide akıma karşı çıkan bir gazeteci tarafından; bu eseri örnek göstererek başlığa; tüm akıma alay etmek amacıyla atfedilmiştir (Beksaç, 2000, s. 92). Yine burada Norbet Lynton (Lynton, N. 1982)’un Empresyonist resimlerde ne çizgi, ne kompozisyon, ne insanın hayran olmasını gerektiren bir özellik, ne de neyin düşünebileceğini belirten bir ipucu vardı. Belki sabırla ve resimlere verilen adların yardımı ile bunlardan bazılarının manzara resimleri olduğu sonucuna varılabilirdi. Bu tablolar içinde betimlenen suları ve yaprakları belirtmek için kullanılması anlaşılabilecek olan kaba ve uyumsuz fırça darbeleri, insanlar ve yapılar gibi katı nesneleri yansıtmak için de kullanılınca ortaya bir sorun çıkıyordu. Bu resimleri yapan ressamlar, ne inandırıcı bir mekân yaratıyorlar ne de böyle bir mekânı sanata yaraşır bir olayı yansıtmak için kullanıyorlardı. 18.yüzyılda tarihsel resim diye bilinen türde önemli ve yüceltilmiş bir konunun saygıdeğer biçimde bir yaklaşımla yansıtılması ağırbaşlı bir sanatçının başlıca işi sayılıyordu. Fakat 19.yüzyıl’da yaratılan sanat yapıtları arasında da çoğu pek parlak olmayan tarihsel resimlerle birlikte, günlük hayatı betimleyen resimler, manzara ve cansız doğa resimleri de vardı. Bu yansıtılan resimler tarihsel resimlerin saygınlığına erişmek için o türden bazı öğeler almışlardı. Bu dönemdeki kaba fırça darbeleriyle kaplı bu resimleri yalnızca imzalar birbirinden ayırıyor, bireysel duyarlılığı da gene bu imzalar belirliyordu. 1890 yılında Maurice Denis tarafından yayımlanan bir makalede: “Unutmayın ki bir resim, bir savaş atı, çıplak bir kadın, ya da herhangi bir öykü olmaktan önce üstü renklerle belli bir düzene göre boyanmış düz bir düzeydir.” Bu görüş üç boyutlu gövdelerin boşluğa yerleştirilmesi

76

ilkesine dayanan Rönesans resim anlayışının sonunu haber verdiği gibi soyut sanata bir çeşit çağrı olarak da yorumlanabilir.