• Sonuç bulunamadı

2.2. NEOKLASİK BÜYÜME KURAMLARI

2.2.1. SOLOW-SWAN MODELİ

2.2.1.3. SOLOW DİYAGRAMI VE DURAĞAN DURUM (STEADY

Şekil 2.3. Solow Diyagramı

Etkin işgücü başına sermaye sıfırken, fiili ve gerekli yatırımlar birbirine eşittir.

Inada koşulları, k = 0 iken f ′(k)’ nın daha dik bir eğime sahip olduğunu göstermektedir. k →∞ iken, f ′(k) giderek yataylaşır ve gerekli yatırım eğrisinden daha küçük eğime sahip olur. k*, ekonomideki fiili yatırımlarla gerekli yatırımların aynı oldukları noktayı, diğer bir ifadeyle “durağan durum dengesini” tanımlamaktadır (Ateş, 1996, s.13).

Belirgin bir örnek verebilmek için Şekil 2.3’de çizildiği gibi, bugünkü sermaye stoku k0 olan bir ekonomiyi dikkate alalım. k0 durumunda, etkin işgücü başına yatırım miktarı, etkin işgücü başına sermayeyi sabit tutmak için gereken miktarı aşarsa, sermaye derinleşmesi meydana gelir, yani k zaman içinde artar. Bu sermaye derinleşmesi, sy = (n+d+g) k noktasındaki k = k*‘ ya kadar sürer, yani bu noktada k=0’dır. Bu

noktada etkin işgücü başına sermaye miktarı sabit kalır ve böyle bir noktaya “durağan durum (steady state)“ denir. Ekonomi, k*’ dan daha büyük bir etkin işgücü başına sermaye stokuyla harekete geçseydi ne olurdu? Şekil 2.3’teki k*’ ın sağındaki noktalarda ekonomi tarafından gerçekleştirilen etkin işgücü başına yatırım miktarı, sermaye işgücü oranını sabit tutmak için gereken miktardan daha azdır. k terimi . negatiftir ve bu nedenle, bu ekonomideki etkin işgücü başına sermaye miktarı azalmaya başlar. Bu azalma, k* düzeyine gelinceye kadar sürer.

2.2.1.4. SBM’DE YATIRIM ORANINDAKİ DEĞİŞMELERİN ETKİSİ VE SERMAYENİN ALTIN DÜZEYİ (GOLDEN RULE)

s kadar yatırım oranıyla durağan durumdan başlayan ve yatırım oranı (örneğin yatırıma sürekli sübvansiyon sağlanması nedeniyle) s′ ’ ye kadar sürekli yükselen bir ekonomi düşünelim. Bu politika değişimini gösteren Solow Diyagramı Şekil 2.4’te gösterilmektedir. Tasarruf oranındaki (s) artışlar, fiili yatırım eğrisini (yada üretim fonksiyonunu) sağ yukarı kaydırır ve yeni durağan durum denge değeri, daha sağda (k**) oluşur. Bu düzeyde fiili yatırımlar, gerekli yatırımları aşar, yani etkin işgücünü tam

Şekil 2.4. Solow diyagramı – Yatırım Oranındaki Değişmeler

istihdamda tutabilmek için gereken yatırımlardan daha fazlası için ulusal gelirden kaynak aktarılmıştır. Bu nedenle k ′ pozitiftir. k' deki yükselme yeni k* değerine kadar sürer. k sabitken, Y/L A f(k)’ye eşittir ve Y/L, A’ nın büyüme oranı olan (g) kadar büyümektedir. Ancak tasarruf oranındaki değişmeler k’ yi sabit değil de pozitif bir

değişime soktuğundan, Y/L’ deki toplam değişme, g’ yi aşar. Yeni durağan durum k değerine ulaşıldığında, büyüme kendi uzun dönem düzeyi olan g’ ye geri döner. Bu açıklama iki önemli noktayı belirtmektedir. Birincisi SBM’ de politika değişiklikleri büyüme oranını artırır, fakat büyümedeki bu artış yeni durağan duruma geçiş sürecinde geçici olarak yaşanır. Yani, politika değişikliklerinin uzun dönemli büyümeye etkisi yoktur. İkincisi, politika değişiklikleri düzey etkilerine sahip olabilir. Yani süreğen bir politika değişimi, kişi başına çıktı düzeyini süreğen biçimde artırır (yada azaltır) Şekil 2.5. Tasarruf oranındaki değişimlerin diğer değişkenler üzerindeki etkilerini görselleştirmektedir.

Şekil 2.5. Tasarruf Oranındaki Değişmeleri Diğer Değişkenler Üzerindeki Etkileri

Şekil 2.5’e göre, t0 anında tasarruf oranı ani bir sıçrama yapmakta ve bu noktadan sonra sabit kalmaktadır. Tasarruftaki ani sıçrama, tam karşıt yönde tüketim oranını da ani bir şekilde indirmektedir. Etkin işgücü başına sermaye zamanla artış gösterdikçe, tüketim oranı da artış gösterecektir. Ekonominin durağan durum dengeli büyüme sürecinde tüketim oranı;

* ) (

) (

* f k n g d k

c = − + + (2.5)

Durağan durum tüketim oranının, tasarruf oranının değişimi karşısındaki

Tasarruf oranındaki artışlar etkin işgücü başına sermayenin (k*) durağan durum değerini yükseltir. Bu nedenle uzun dönemde tüketimin ne yönde değişeceği, k* ‘ın azaltılarak karşılanacak; karşıt durumda tüketim artırılarak tepki gösterilecektir. Üçüncü olası durumda, her ikisi de birbirine eşittir. Buna göre, s’ deki bir marjinal değişiklik, uzun dönemde tüketimi etkilemez ve tüketim, ekonominin tüm olası durağan durum dengeli gelişme süreçlerindeki en yüksek düzeyine ulaşmıştır. Bu düzeydeki k*,

“sermaye stokunun altın ilkesi (golden rule)” olarak tanımlanmaktadır.

2.2.1.5 YAKINSAMA HİPOTEZİ (CONVERGENCE THEORY)

NBM’ den yakınsama sürecinin gerçekleştirilmesine ilişkin üç temel neden çıkarsanmaktadır:

∗ Birincisi, ülkeler kendi dengeli büyüme çizgisine doğru yol alırlar.

Gelişme çizgilerinin farklılığı, başlangıçtaki sermaye donanımlarının farklılığından kaynaklanmaktadır.

∗ İkincisi, daha düşük sermaye yoğunluğuna sahip olan az gelişmiş ülkelerin marjinal sermaye verimliliği daha yüksektir. Bu, gelişmiş ülkelerden az gelişmiş ülkelere doğru sermaye akışına ve yakınsama sürecinin oluşmasına yol açacaktır.

∗ Üçüncüsü, yeni teknolojilerin yayılmasında gecikmeler varsa, gelir farklılıkları ortaya çıkabilir. Bu farklılıklar, az gelişmiş ülkelerin yeni teknolojilere

Ülkeler arası yada bölgeler bazında yapılan çalışmalarda, tam ve şartlı olmak üzere iki çeşit yakınsama hipotezinden bahsedilmektedir.

Tam yakınsama (absolute convergence) hipotezine göre, sermayenin işgücünden daha hızlı arttığı bir ekonomide, teknoloji dışsal ve sabitken, faiz hadlerinin düşeceği ve kişi başına düşen geliri düşük olan ülkelerin kişi başına düşen geliri yüksek olan ülkelerden daha hızlı büyüyüp onları er geç yakalayacağı öngörülmektedir. Eş-oranlı bir yatırım, başlangıçta faktör donanımlarının farklı olması nedeniyle, yoksul ülkedeki kişi başına düşen geliri zengin ülkedekinden daha arttıracaktır. Böylece, ülkeler arasında büyüme oranları önce farklılaşacak ve uzun dönemde yoksul ülkeler, zengin ülkelerin kişi başına düşen reel gelir düzeyine ulaşacaklardır. Tam yakınsama hipotezinde, fakir ülkelerin, zengin ülkelerin gelir düzeyine ulaşacağı ele alınmakta ancak, bu ülkelerin karakteristik özellikleri dikkate alınmamaktadır.

Şartlı yakınsama (conditional convergence) hipotezinde ise, ülkelerin sahip olduğu birtakım karakteristik özellikler nedeniyle aynı durağan durum dengesinde bulunmayacakları ifade edilmektedir. Dolayısıyla, tam yakınsama hipotezinin öne sürdüğü gibi, fakir ülkelerin zengin ülkelerden daha hızlı büyüyüp onları yakalamaları, ancak ve ancak ülkelerin aynı teknoloji düzeyi, tasarruf oranı, doğurganlık oranı, hükümet politikaları ve aynı kurumsal yapıya sahip olmaları ile mümkün olacaktır.

Dolayısıyla şartlı yakınsama hipotezi, yukarıda ifade edilmeye çalışılan özeliklerinden dolayı, daha çok bir ülkenin bölgeleri yada illeri arasında gelir bakımından bir yakınsamanın olup olmadığını test etmektedir.

2.2.1.6 MODELİN EKSİKLİKLERİ VE YÖNELTİLEN ELEŞTİRİLER Genel olarak neoklasik büyüme modelinin (NBM) bulgularını şöyle özetleyebiliriz (Ateş,1998, s.5):

∗ Ekonomi uzun dönemde, başlangıç koşullarından bağımsız olarak durağan duruma yakınsar.

∗ Durağan durum düzeyi, tasarruf oranı ve nüfus artış hızına bağlıdır:

dy* / ds >0 ve dy* / dn < 0

∗ Kişi başına durağan durum gelirinin büyüme hızı ise, yalnızca teknolojik gelişme hızına bağlıdır.

∗ Durağan durumda sermaye stoku, gelir artış hızına eşdeğerde büyür ve bu nedenle k / y oranı sabittir.

∗ Durağan durumda sermayenin marjinal verimliliği sabit, buna karşın işgücünün verimliliği, teknolojik gelişme oranı ölçüsünde büyür.

∗ Ele alınan tüm ekonomiler için başlangıç koşulları aynı varsayılırsa, yakınsama süreci “tam yakınsama” olarak gerçekleşir. Aksi halde yakınsama “koşullu yakınsama” dır ve yakınama hızının belirlenmesi, her ülkenin başlangıç koşullarına ve dışsal tesadüfi şoklara bağlıdır.

NBM’ nin eksikliklerini şöyle sıralayabiliriz:

∗ Ülkelerarası Farklılıkların Önemi: Bunun için farklı kişi başına gelir düzeyine sahip iki ülke varsayalım. Eğer ülkelerden birinin tasarruf oranı diğerine göre dört kat daha büyükse, durağan durum değeri de iki kat daha büyük olacaktır. Bu sonuçlar nüfus artış hızı için de söylenebilir. Mankiw’ e (1995) göre, ülkelerarası karşılaştırmalı analiz bu sonuçları doğrulamamaktadır. Eğer geri kalmış ülkeler için temel sorunlardan biri teknolojik geri kalmışlık ise, bu ülkeler sermaye yada işgücünün artırmadan, gelişmiş ülkelerden ileri teknolojiyi taklit ederek hızla büyüyebilirler.

Ancak ileri teknolojinin kısa sürede taklit edilmesi ve uygulamaya geçirilmesi, bu ekonomilerin kıt beşeri sermaye stokları nedeniyle kolay değildir.

∗ Yakınsama Oranı: NBM’ ye göre, her ülkenin durağan durum büyüme oranı, başlangıçtaki parametrelerin alacağı değerlere bağlıdır. Bu durağan durum büyüme oranı, yakınsama sürecine yol açmaz. Ancak aynı durağan durum büyüme oranına sahip ekonomilerin gelişme çizgisi, neoklasik modelde belirlenebilmektedir.

Başlangıç parametrelerinden tasarruf oranı ve nüfus artış hızları dikkate alındığında, ülkelerin gelişme çizgisine ilişkin olarak, “koşullu yakınsama” sürecinden söz edilebilir.

Bazı çalışmalar, yaklaşık %2 oranında koşullu yakınsama saptamıştır (Barro,1991;

MRW, 1992). NBM’ de durağan duruma yakınsama, y. =−β (yy*) eşitliğindeki β katsayısınca belirlenmektedir ve durağan durum değerinden sapmanın, zamana ne ölçüde yayılacağını ölçmektedir. n, g ve d değerleri yüzde olarak tanımlanmışsa, β, sapmanın ölçüsünü % olarak belirler. Örneğin bir ülke için α, 1/3; n, %1; g, %2 ve d, %3 kabul edilirse, β değeri yıllık ortalama %4 tür ve bu değer, örnek ekonominin durağan durum düzeyine 17.5 yılda ulaşılacağını ifade etmektedir. Bu koşulsuz yakınsamadır ve koşullu yakınsama bağlamında düşünüldüğünde, süre çok daha uzun olacaktır.

∗ Getiri Oranı: NBM’ ye göre yoksul ülkelerin sermaye stoku küçük olduğundan, sermayenin marjinal getirisi yüksek, dolayısıyla kâr ve faiz oranı da yüksektir. Bu nedenle sermaye gelişmiş ülkelerden, yoksul ülkelere doğru hareket eder.

Ülkelere ilişkin veriler gözlendiğinde, K/Y oranı gelişmiş ülkelerde, yoksullara göre iki kat daha fazladır. Bu gözlemden sermayenin de iki kat daha yüksek olduğu gerçeği ortaya çıktığından, bu sonuç NBM ile tutarlıdır. Ancak yeni yaklaşımlara göre, sermayenin getirisinin ulusal gelirdeki payı, NBM’ nin ortaya koyduğundan çok daha büyüktür (Baro ve Sala-i Martin, 1995).

Yukarıda ortaya konulan NBM’ nin üç temel sorununda ortaya çıkan ortak nokta, sermayenin ulusal gelirdeki payının, anahtar rol oynamasıdır. Çünkü, sermayenin payı üretim fonksiyonunu da belirlemektedir. Bu pay ne kadar büyük olursa, ortalama

çıktıdaki azalma da o denli yavaşlar. Böylece, daha büyük bir α oranının varlığı, tasarruf oranındaki bir değişikliğin, durağan durum değerini daha büyük ölçüde etkilemesine yol açacaktır. Örneğin α, 2/3 kabul edilirse, yakınsama katsayısı (β), yukarıda hesaplanan değerin 1.5 katı olacaktır. Yeni içsel büyüme modellerine (İBM) göre sermayenin getirisinin ulusal gelirdeki payı, NBM’ nin öngörüsünden çıkan yaklaşık 1/3’den daha büyüktür (MRW, 1992). Bu yeni modellere göre, sermayenin getirisini 2/3 gibi bir orana çıkarmanın yolu, pozitif dışsallıkları tüm topluma mal etmektir. Pozitif dışsallığın ilk kuşak yaklaşımlarda ele alınışı (Romer, 1986; Lucas 1988), bilgi yoluyla olmuştur. Sonraki yaklaşımlarda sermaye bileşik bir tanıma genişletilerek (fiziksel sermaye artı beşeri sermaye) bu sonuç elde edilmiştir.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

3.İÇSEL (ENDOJEN) BÜYÜME TEORİLERİ 3.1. İÇSEL BÜYÜME KAVRAMI

Ekonomik literatürde içsel büyüme teorisinin temellerinin Romer (1986) ve Lucas’ ın (1988) çalışmalarına dayandığı konusunda görüş birliği bulunmaktadır (Grossman ve Helpman 1994, s.27; Pack 1994, s.55; Solow 1994, s.45). Bu alandaki çalışmalar büyümenin, ekonomik sistemin kendi dinamikleri içinde, bir takım faktörlerin etkileşimiyle içsel olarak gerçekleştiğini ileri sürmesi bakımından, büyümeyi, tanımlanan model ve dolayısıyla ekonomik sistem dışındaki etkenlere bağlayan neoklasik büyüme yaklaşımından önemli ölçüde ayrılmaktadır (Ercan, 2000, s.129).

1950’li yıllarda Solow ile başlayan ve 1980’li yıllara kadar etkisini sürdüren neoklasik yaklaşım, ekonomik büyümeyi dışsal faktörler tarafından belirlenen bir kavram olarak ele almaktaydı. Ancak, 1980’li yıllarda eğitim, araştırma ve geliştirme, teknolojik yenilikler ve devletin yeniden keşfedilmesi ekonomik büyüme kavramının ve belirleyicilerinin tekrar ele alınmasını gerektirmiştir. Bu konudaki araştırmaların başlangıcı kabul edilen Romer (1986) ve Lucas (1988)’in çalışmaları, Arrow (1962)’un yaparak öğrenme (learning by doing) fikrini kullanmaktadır. Romer ve Lucas’ ın ilgili çalışmalarında, fiziki sermaye birikiminden ziyade, beşeri sermaye ve bilgi birikimi ön plandadır.

Yeni veya içsel büyüme modellerinin temel çıkış noktası, neoklasik büyüme teorisinin pratikteki somut gelişmeleri ve ülkeler arasındaki büyüme hızlarındaki farklılıkları açıklamakta yetersiz kalması olmuştur. İçsel büyüme teorileri neoklasik büyüme teorisinden şu noktalara ayrılmaktadır:

- Neoklasiklerin aksine, ekonomik büyümenin iktisat içi unsurların ürünü olduğu, sistemi dışarıdan etkileyen güçlerin sonucu olmadığı savunulmaktadır.

- Teknolojik gelişme, ekonomik sistemin içinde oluşmakta ve ekonomik kararlardan etkilenmektedir. Yani içsel büyüme teorileri çerçevesinde teknolojik gelişmenin içselleşmesi söz konusudur.

- Azalan verimlere dayalı neoklasik üretim fonksiyonu yerine, artan verimlere dayalı üretim fonksiyonu kullanılmaktadır. Bu varsayımın temelinde, Romer’ in yatırım ve üretim sürecinde sadece fiziksel ürünün değil aynı zamanda yeni üretim bilgisinin de ortaya çıktığı şeklindeki görüşü yatmaktadır. Romer’ e göre üretim ve yatırım sürecinde bir yan ürün olarak ortaya çıkan bilgi, sadece o şirket için değil, ekonomi genelinde de verimlilik artışları sağlayacaktır (Barro, Martin, 1995, s.227).

- İçsel büyüme teorilerinde tam yakınsama hipotezi reddedilmektedir.

Gelişmekte olan ülkeler gerekli olan önlemleri almazlarsa gelişmiş ülkeler ile aralarındaki gelir farkları gittikçe artabilecektir.

- Neoklasiklerin aksine, eğitim düzeyi, kamu politikaları ve kamu hizmetleri, dış ticaret, vergi, gelir dağılımı, bölgesel faktörler, kültürel yapı, dinsel faktörler, doğurganlık oranı, yönetim şekli, sağlık, enflasyon, yatırım oranı gibi faktörlerin uzun dönemde ekonomik büyüme üzerinde etkileri söz konusudur.

- Son olarak da, içsel büyüme teorilerinde, optimal büyüme oranına ulaşılabilmesi için devlet müdahalesi zorunlu bir unsur olarak ortaya çıkmaktadır.

3.2. İÇSEL BÜYÜMENİN BELİRLEYİCİLERİ

Endojen büyüme teorilerinin ortaya çıkı aşamasında, teknolojik bilgi üretimi hakkında birbirleriyle yakından ilgili şu kavramlar üzerinde önemle durulduğu dikkat çekmektedir.

(1) Bilgi (Knowledge), kısmen veya tamamen gizli bir kamusal mal (latent public good) niteliğindedir. Bilginin kullanımında tüketiciler açısından “birbirine rakip olmama” ve “kimsenin dışlanamaması” söz konusudur (Romer, 1986, s.1003).

(2) Teknolojik gelişme sonucu ortaya çıkan bilgiden diğer ekonomik birimlerin ne ölçüde yararlanılabildikleri (teknolojik dışsallıklar veya taşmaların derecesi) hayati bir öneme sahiptir.

(3) Ortada bir dışsallık varsa, bilginin üretimine özel kesimin yanaşmak istemeyeceği ve böylece piyasanın aksayacağı bir gerçektir4.

(4) Teknolojik gelişme (veya bilgi üretimi) ile, fiziki ve beşeri sermaye yatırımları arasında bir bağlantı/etkileşim bulunmaktadır.

İçsel büyüme sürecinde, büyümenin belirleyicileri ve bu belirleyici politikaların yarattığı sonuçlardan oluşan etkileşim bir bütün halinde Şekil 3.1’den izlenebilir.

Şekil 3.1. Yeni Modeller Çerçevesinde İçsel Büyüme ve Belirleyicileri

Yatırımlar Yatırımlar Yatırımlar

Yatırımlar Yatırımlar

Kaynak: Kibritçioğlu, 1998, s.11

4 Özellikle yüksek teknolojik (high-tech) endüstrilerinde ölçek ekonomilerinden kaynaklana piyasa aksamalarının var olması, korumacılık (protectionism) argümanların geliştirilmesine yol açmaktadır.

Kültürel,

Şekilden de anlaşılacağı gibi sağlık, eğitim ve teknoloji politikaları, beşeri sermaye birikimi ve ar-ge sektörüne katkıda bulunmaktadır. Ülkelerin sahip olduğu kültürel, dini ve sosyolojik etkenler de dolaylı olarak içsel büyüme sürecinde etkin rol oynamaktadır. Romer’ in de (1986 ve 1990) çalışmalarında belirttiği üzere, araştırma ve geliştirme sektöründeki beşeri sermayenin içerilmemiş teknolojik buluşları, büyümenin itici gücüdür. Bunun yanında, bilgi üretimindeki artışın “dağılma (spillover)” etkisiyle ve “yaparak öğrenme (learning by doing)” yoluyla tüm ekonomiye sağlayacağı katkı, firma özelindeki kazanımlardan çok daha fazla olacaktır. Tüm bu kazanımlar sonucunda Schumpeteryan anlamda yenilik oluşmakta; başka bir deyişle yeni ürünlerin, yeni üretim tekniklerinin keşfi ya da bir ünün farklı dizayn ve süreçlerinin bulunması yoluyla iktisadi büyüme gerçekleşmektedir.

3.3. İÇSEL BÜYÜME KURAMLARI

İçsel büyüme teorileri, küçük bir matematiksel ayrıntıya dayanmakla beraber çok geniş imalara sahiptir. Teori, öncelikle teknolojik gelişmenin neoklasik teorinin aksine ekonomik sistemin içinde oluştuğunu, dolayısıyla ekonomik kararlardan etkilendiğini ima etmektedir. İkinci olarak, yakınsama teorisi reddedilmektedir.

Gelişmekte olan ülkeler gerekli önlemleri almazlarsa gelişmiş ülkeler ile aralarındaki gelir farkları gittikçe açılabilir. Üçüncü olarak da, bu teorilerde, optimal büyüme oranına ulaşılması için devlet müdahalelerinin gerekli olduğu ortaya çıkmaktadır (Yülek, 1997, s.2)

Yakınsama öngörüsünün içsel büyüme teorisinde ortadan kalkışı gelişmekte olan Ülkeler için kritik bir öneme sahiptir5. Yeni teori bu farkı kapatmak için, gelişmekte olan ülkelerin aktif politikalar uygulaması gerektiğini ortaya koymaktadır. Bu yüzden, öğrenme potansiyelinin yüksek olduğu ve beşeri sermayeye uygun sektörler önem kazanmaktadır.

5 Yakınsama, neoklasik ve içsel büyüme teorilerinin en önemli ayrıt edici özelliği olması açısından,

Şekil 3.2. İçsel Büyüme Modellerinin Türleri ve Varsayımları

Şekil 3.3. Birinci Tür İçsel Büyüme Modellerinin Alt türleri

Kaynak : Kibritçioğlu, 1998,s.12.

Bu ülkeler, statik Rikardiyen mukayeseli üstünlükler yerine dinamik mukayeseli üstünlüklerin oluşturulmasına önem vermelidirler6. Bu açıdan içsel büyüme teorileri, literatürde Uzakdoğu ülkelerinin gelişiminin açıklanmasında da kullanılmaktadır.

6 Bir ülke belli sektörlere yatırım yaptıkça o konuyu öğrenecek, dolayısıyla birim maliyeleri düşürecek, Teknolojik

İçsel büyüme teorilerini savunanlar birbirinden farklı konuları ön plana çıkarmıştır. Bu nedenle, aslında tek bir teoriden bahsetmek zordur. Bunları grup yapan ortak noktalardan biri, büyümenin uzun dönemde içsel olarak belirlenmesi düşüncesidir ki, bunun da birbirinden farklı iktisadi unsurlarla açıklanması söz konusudur. Reel hasılanın büyüme oranlarının uzun dönemde sıfır olmamasını yani iktisadi büyümenin tıkanmamasını ve kendi kendini besleyebilmesini sağlayan modeller, varsayımlarıyla beraber, Şekil 3.2’de verilmiştir. Birinci tür modellerde, neoklasik büyüme modelindeki temel varsayımlardan üçünün tamamen terk edildiği görülmektedir. Alt türleri de Şekil 3.3’de belirtilen bu modellerde, artan getiriye kaynaklık edecek değişik öneriler sunulmaktadır. Özellikle, Lucas (1998), beşeri sermayenin Romer (1986, 1990) Ar-ge çalışmalarını Barro (1990) kamu harcamalarının artan getiri sağlayacağını ileri sürmektedirler. Bu anlamda (1.tür) içsel büyüme teorileri, “beşeri sermaye modelleri”,

“araştırma&geliştirme (bilgi taşmaları) modeli” ve “kamu politikası modeli” olmak üzere üç ana başlık altında sınıflandırılabilir. Az sayıdaki ikinci tür modellerde ise, büyüme sürecinin içselleştirilmesi için teknolojik gelişmeni içselleştirilmesine gerek bulunmadığı, neoklasiklerin teknolojik gelişmenin sabitliği ve ölçeğe göre getirinin sabit olduğuna dair varsayımları saklı tutularak, sadece biriktirilebilen üretim faktörlerinin (kümülatif sermayenin) marjinal verimliliğinin azalmadığının (yani sabit kaldığı veya arttığının) varsayılması yoluyla bile içsel bir büyüme sürecinin ortaya çıkabileceği kurumsal olarak kanıtlanmıştır.

3.3.1. AK MODELİ (REBELO MODELİ)

Rebelo (1991) bu modelinde, iktisat politikalarındaki farklılıkların yol açabileceği büyüme farklılıklarına dayalı bir yaklaşım geliştirmektedir. Rebelo’ ya göre ekonomilerin farklı büyüme hızlarına sahip olmaları, önemli ölçüde iktisat politikalarının bir sonucudur. Bu tür modellerde, örneğin gelir vergisi gibi iktisat politikaları, fiziksel sermaye yatırımlarının getiri oranlarını azaltarak sermaye birikim oranını düşürür ve bu nedenle büyüme oranı azalır (Rebelo, 1993, s.912).

Model, 2.bölümde anlatılan Solow modelinden hareketle kolaylıkla

türetilebilmektedir. Dışsal teknolojik gelişmenin olmadığı (yani g≡ 0

.

A=

A ) bir modeli

dikkate alalım. Ancak, üretim fonksiyonu, α=1 durumu için yeniden tanımlayalım:

Y=AK (3.1.1.)

Bu fonksiyonda A, ekonominin teknoloji seviyesini gösteren pozitif, bir sabiti, K ise ekonominin sermaye stokunu göstermektedir. Üretim fonksiyonunun bu biçimdeki yazılışı, modele AK tipi adını vermektedir7. Sermaye stokuna bir dönem içinde yapılan eklemeleri hatırlayalım:

.

K = sY-dK (3.1.2)

Burada s, yatırım oranı; d amortisman oranıdır ve her ikisini de sabit olduğu varsayılmıştır. Basitlik sağlamak amacıyla nüfus artışının olmadığı ve bu nedenle büyük harflerin kişi başına değişkenler olduğunu düşünelim (örneğin ekonominin tek bireyden oluştuğunu düşünelim).

Grafik 3.1 AK tipi Model için Grafik 3.2. Solow Diyagramı Solow Diyagramı

7 AK Modeli, Y=AKαLβ şeklindeki Cobb-Douglas tipi üretim fonksiyonundan esinlenerek türetilmiştir.

Burada α+β=1 (ölçeğe göre sabit getiri) ve α=1 varsayımları altında Y=AK üretim fonksiyonuna sY

dK

> > > > K

K0 k*

(n+d)k sy

k

Grafik 3.1’de Solow grafiğine benzer bir grafik bu model için oluşturulmuştur.

dK çizgisi, sermaye stokunun aşınan kısımlarını yerine koymak amacıyla gereken yatırımı miktarını yansıtmaktadır. sY eğrisi de, sermaye stokunun bir fonksiyonu olarak toplam yatırımı göstermektedir. Y, K’ ye göre doğrusal olduğundan, sY düz bir doğrudur ve AK modelinin temel bir özelliğini oluşturur. Şekilde çizildiği gibi, toplam yatırımın toplam amortismandan daha büyük olduğunu varsayıyoruz.

K0 noktasında harekete başlayan bir ekonomiyi dikkate alalım. Bu ekonomide, toplam yatırımlar, toplam amortismandan büyük olduğundan, sermaye stoku büyüme

K0 noktasında harekete başlayan bir ekonomiyi dikkate alalım. Bu ekonomide, toplam yatırımlar, toplam amortismandan büyük olduğundan, sermaye stoku büyüme