• Sonuç bulunamadı

Siyasal İletişim ve Kuramsal Yaklaşımlar

I. BÖLÜM: YENİ MEDYA ve SİYASAL İLETİŞİMİN DÖNÜŞÜMÜ

1.4. Siyasal İletişim ve Kuramsal Yaklaşımlar

İletişim ve siyaset arasındaki ilişki kuramsal olarak da tartışılagelmiştir. Günümüzdeki anlamı ile iletişim araştırmalarının kökenleri kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması ile birlikte, eğitim, propaganda, reklam ve insan ilişkilerini anlama ve etkilerini araştırma motivasyonu ile birlikte ortaya çıkmıştır. “İletişim üzerinde düşünme Batı’da, özellikle A.B.D.’de, siyasal, askeri ve ekonomik gereksinimleri gidermek için gelişmiştir” (Erdoğan, 2009:1). A.B.D.’de Chicago Ekolü’nün temsilcilerinden siyaset bilimci Walter Lippman’ın Public Opinion (1922) adlı çalışması siyasal iletişim alanındaki ilk yayınlardan birisi olarak kabul edilmektedir.

Lippman bu kitabında medyanın zihin haritalarını şekillendiren bir araç olduğunu dile getirmiştir. Lippmann, bilgili ve siyasi duruşa sahip bir kamunun bir yanılsama olduğuna inanmaktadır. “Çağdaş dünyanın karmaşıklığı nedeniyle bireyler, gazeteler, resimler, radyo haberleri ve başkalarından duyulan sözler gibi ikinci el bilgi kaynaklarına dayanmak zorundadır. Bu kaynaklar ise güvenilmez olabilirler veya en iyi olasılıkla ancak yüzeysel bilgiler sağlayabilirler. Bu yüzden insanlar, görüşlerini biçimlendiren puslu izlenimlere ve yarı bilinçli stereotiplere dayanırlar. Dolayısıyla, sıradan bir yurttaşın her kamusal meselede güvenilir bir kanaate sahip olmasını beklemek akıllıca değildir” (Rosen’dan aktaran Uzun, 2006: 638).

Lippman’ın tersine Dewey ise iletişimin bireysel ayrılıkların gereği olduğunu düşünür. “Birey, benzeştiren güçlerin tam egemenliği altında olsa da, onlardan

67

kurtulma gücüne de sahiptir. İletişimi toplumsal bütünleşmenin ve siyasal demokrasinin kayboluşunun hem nedeni hem umarı gören Dewey’in araştırmaları boyunca karşılaşılan gerilim bundan kaynaklanır” (Mattelart ve Mattelart, 2006:28). Bu bağlamda özellikle demokrasi konusunda Lippman ve Dewey’in iki farklı yaklaşımı benimsediği görülmektedir.

Lippman’a göre: “Yurttaşların modern demokrasideki yerleri sınırlıdır ve kararları yönlendirilebilir. Dolayısıyla, yurttaşların başlıca demokratik etkinliğini oy kullanmak olarak gören Lippmann’ın kafasındaki demokrasi, iyi eğitimli seçkinlerin yönetimi altında daha iyi çalışacaktır. Lippmann’ın aksine, Dewey, yurttaşların kamusal meselelerde belli bir bilgelik geliştirme kapasitesine derinden inanır. Dewey’e göre, bir kamu, sadece paylaştığı ortak sorunları fark eden insanların adı değildir. Demokrasi bu sorunların tartışılmasını ve anlatılmasını da gerektirir ve bu umuttan vazgeçmek, demokrasinin kendisinden vazgeçmektir. Kamu, “gelişmemiş” ve “bilgisiz” de olsa potansiyel olarak vardır ve potansiyel olarak gerçektir. Dewey için demokrasi, bir hükümet sistemi değil, fakat bütünüyle bir yaşam biçimidir ve kamuya mücadele şansı tanıyan bir yaşam biçimi yaratılabilir” (Rosen’dan aktaran Uzun, 2006: 638) .

A.B.D. kökenli bu iki siyaset bilimcinin tartıştıkları konular aslında dönemin siyasal, ekonomik ve sosyal şartları ile yakından ilişkili olarak iletişim çalışmalarını etkilemiştir. İletişim araştırmalarında ampirik çalışmaların büyük çapta A.B.D.’de gerçekleşmesine paralel olarak İkinci Dünya Savaşı sonrası propaganda araştırmaları iletişim bilimlerini besleyen ve siyasal iletişimin ortaya çıkmasına neden olan en önemli alan olmuştur. “İkinci Dünya Savaşı sonrasında soğuk savaşın başlamasıyla psikolojik savaş araştırmaları buna eklenmiştir. Bu araştırmalar iletişimde yapıldığında isim değiştirerek “izleyici, dinleyici, seyirci” ve “etki” araştırması olarak adlandırılır” (Erdoğan, 2009:6).

Siyasal iletişim çalışmaları üzerinde Chicago Ekolü olarak bilinen Amerika kökenli yaklaşımın etkisi büyük olmuştur. Siyasal iletişim çalışmalarının ilk örnekleri bu ekol tarafından ortaya konulmuştur. Özellikle Chicago Üniversite’sinde siyaset bilimci olarak çalışan Harold D. Lasswell’in önemli katkıları bulunmaktadır. “Siyasal iktidarın fiziksel güç kadar simge manipülasyonuna da dayandığı

68

postülasından hareket eden Lasswell, özel yoksunlukların ve içsel çatışmanın nasıl kamusal (yani ikincil) simgelere eklendiğini belgelemeye çalıştı; nicel içerik analizinin sadece gizli propaganda temalarını bulmakta değil, aynı zamanda iletişimcilere ve iletişimcilerin izler kitlelerinin etkiye açıklığı üzerinde nasıl oynadıklarına ilişkin çıkarımlar yapmakta da kullanılabileceğini gösterdi” (Lang, 2010:32).

Lasswell’in 1948’de yazdığı makalesi aynı zamanda iletişim araştırmalarının en bilinen kuramını içermiştir. “Kim? Ne Söyler? Hangi Kanal İle? Kime? Ne Gibi Bir Etki İle? İşte bu tümce o günden beri Lasswell formülü olarak bilinmekte ve anılmaktadır (McQuail ve Windahl, 1997:23). İlk dönem iletişim araştırmalarının temel çalışma sahalarından birisi olan ‘etki’ üzerine oldukça önemli bir modeldir ve siyasal iletişim çalışmalarının gelişmesine neden olmuştur. Lasswell’in bu modeli özellikle siyasal propaganda çalışmalarında kullanılmıştır. Fiske’ye göre Lasswell’in modeli anlam yerine etki sorununu gündeme getirir. “Etki, alıcıda, süreçteki tanımlanabilir öğelerin neden olduğu gözlemlenebilir ve ölçülebilir değişimi içerimler. Öğelerin birinin değişmesi etkiyi değiştirecektir: Kodlayıcıyı değiştirebiliriz, iletiyi değiştirebiliriz, kanalı değiştirebiliriz: Bu değişimlerin her biri etkide uygun değişim sağlayacaktır” (Fiske, 1990:51).

Fiske’den başka siyasal iletişimin doğuşu üzerine çalışmaları bulunan Ithiel de Sola Pool hem siyaset ve medya konusuna yönelmesi hem de yöntem açısından getirdiği yeniliklerle Lasswell’in siyasal iletişim çalışmalarına yaptığı katkıyı şöyle belirtmiştir:

1930’larda Lasswell, farklı dönem ve yerlerde siyasal propagandayı karşılaştırılacak bir araç olarak içerik çözümlemesinin kullanımını başlatmıştır. Bu araştırma İkinci Dünya Savaşı ve savaş sonrası yıllarda Hoover Enstitüsü’nde Kongre Kitaplığı’nda sürdürülmüştür. Hoover Enstitüsü’ndeki RADIR araştırmaları, 60 yıllık bir dönem boyunca beş ülkenin belli başlı gazetelerindeki baş yazılarda kullanılan siyasal simgeleri gözden geçirmiştir. Bunlar yoksullukla ilgili düşüncelere verilen önemde bir azalma ve refaha duyulan ilgide bir artış gibi eğilimleri ortaya koymuştur (Pool’dan aktaran Gerbner, 2010: 75).

69

Mesajların içerik çözümlemesi ile incelenmesi Lasswell ile birlikte artış göstermiş ve daha sonraki iletişim araştırmalarında içerik çözümlemesine duyulan kalıcı bir ilgiye neden olmuştur. Bu tür nicel, ampirik metotları kullanan araştırmalar özellikle yayıncılık ve siyasal kuruluşların desteğini almıştır. “Araştırmalara maddi destek sağlayan kuruluşların temel amacı, ne tip siyasal propagandaların ya da ikna tekniklerinin istenilen etkiyi ürettiğini öğrenmektir. Böylece onların amacı insanların oy verme, satın alma yönündeki tutum ve davranışlarını etkileyerek bu insanlarda kendi istedikleri tutum ve davranış değişikliklerini yaratmaktır” (Yaylagül, 2008:30). Amerika’nın başlattığı bu eğilim soğuk savaş dönemi ile birlikte artmış, seçim kampanyası çalışmaları ile devam etmiş ve siyasal iletişim çalışmalarını geliştiren en önemli etmenler haline gelmiştir. Ayrıca bu dönemde araştırmaların sayısında önemli bir artış olmuş ve farklı iletişim modellerinin gelişiminin önü açılmıştır.

Bu bağlamda Lasswell’in modeli siyasal iletişim çalışmalarında; mesajla ilgili olarak içerik analizlerini, kanal ile ilgili olarak medya analizlerini, izleyici ile ilgili olarak izleyici analizlerini, mesajların izleyiciler üzerindeki etkileri ile ilgili olarak da etki analizlerinin önünü açmıştır. Bu çalışmalar A.B.D.’de özellikle seçim dönemlerinde oy verme davranışı üzerindeki etkiler bağlamında siyasal iletişim çalışmalarına yön vermiştir. Lasswell’in çalışmalarını 1940’larda Berelson ve Lazarsfeld’in çalışmaları izlemiştir. Berelson ve Lazarsfeld izleyici medya ilişkisinde, kişilerarası iletişimin rolü üzerinde durmuşlardır. Daha sonra Katz ve Lazarsfeld ‘İki Aşamalı Akış Modeli’ni geliştirmişler ve medyanın izleyici üzerindeki etkisinin kısa dönemli olduğunu ortaya koymuşlardır.

Bu model ilk kez 1940 Amerikan Başkanlık seçimleri ile ilgili olarak ortaya çıkmıştır. Bu araştırma bulguları göstermiştir ki: “Fikirler çoğu kez radyo ve basından fikir öncülerine, buradan da nüfusun daha az etkin bölümlerine akar. Bu, etkinin iki aşamalı akış modelinin klasik cümlesidir” (McQuail ve Windahl, 1997:77). McQuail ve Windahl ‘iki aşamalı akış’ modelinin aşağıdaki temel varsayımları içerdiğini belirtmişlerdir:

1. Bireyler izole edilmiş toplumsal canlılar değil; diğer insanlarla etkileşimde bulunan toplumsal grupların üyeleridir.

70

2. Kitle iletişim gönderisine tepki ve cevap anında ve doğrudan olmaz, bunlar toplumsal ilişkiler aracılığıyla aktarılır ve bunlar tarafından etkilenir.

3. Birisi alımlama ve ilgi; diğeri etki veya enformasyon girişimini kabul etme veya reddetme şeklinde cevap vermekten oluşan iki süreç vardır. Alımlama ne cevap vermeye eşittir ne de alımlamama cevap vermemeye eşittir (kişisel ilişkilerden kaynaklanan ikincil kabul nedeni ile).

4. Kitle iletişim kampanyaları karşısında bireyler eşit değildir, fakat iletişim süreci içinde farklı rolleri vardır, özellikle de kitle iletişim araçlarından fikirler alıp onları aktarmada etkin olanlar ile rehberleri olarak daha çok diğer kişisel ilişkilere dayananlar olarak ayrılabilirler.

5. Daha etkin rol üstelenenler (fikir öncüleri) kitle iletişimini daha çok kullanmaları ile daha yüksek düzeylerde toplumsal olmalarıyla diğerleri üzerinde etkili olduklarının farkında olmalarıyla, kaynak ve rehber rolü üstlenmeleri ile ötekilerden ayırt edilirler (McQuail ve Windahl, 1997:9).

Bu model seçmenlerin oy verme davranışlarını etkilemede kitle iletişim araçlarını sorgulaması açısından dönemin önemli çalışmalarından birisi olmuştur. Model ile birlikte kişilerarası etkinin kitle iletişim etkisinden daha güçlü olduğu fikri yaygınlık kazanmıştır. Katz ve Lazersfeld’in siyasal iletişim çalışmalarına katkısı medyanın seçmen davranışları üzerindeki etkisinin tahmin edildiği oranda yüksek olmadığını ortaya çıkarması açısından önemlidir.

Katz aynı zamanda medya içeriği ile izleyiciler arasında işlevsel bir ilişki olduğunu varsayan ‘Kullanımlar ve Doyumlar’ yaklaşımının temellerini atmıştır. “Katz’a göre insanların toplumsal ve psikolojik kökenli ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçlar sonunda insanlar, medyadan ve diğer kaynaklardan bu ihtiyaçlarını gidermek için birtakım beklentilere girerler. Medyaya maruz kalma neticesinde bu ihtiyaçlardan bazılarını giderirler” (Yaylagül, 2008:62).

Bu yaklaşım, bireylerin kolayca manipüle edilebileceği dolayısıyla da edilgen alıcı olduğu yönündeki okumayı ters yüz ederek, bireylerin kendi ihtiyaçları doğrultusunda medyayı kullandığını ortaya koymaktadır. ‘Kullanımlar ve Doyumlar’ yaklaşımının izleyiciyi aktif şekilde konumlandırması ve kişisel deneyimleri sonucu medya içeriğini tükettiğini öne sürmesi; siyasal iletişim çalışmalarında etki araştırmalarının bir değişkeni olarak ele alınmasını sağlamıştır.

71

Siyasal iletişim çalışmalarına damgasını vuran bir diğer yaklaşım ise gündem üzerine geliştirilmiştir. Gündem belirleme yaklaşımı, temel olarak bazı konuların görece önemli kabul edilmesinde, kitle iletişim araçlarının o konuya verdiği önemden kaynaklandığını iddia etmektedir. Bu bağlamda medyanın uzun dönemdeki güçlü etkilerine vurgu yapılmaktadır. McCombs ve Shaw 1972 yılında yazdıkları “Gündem Belirleme Fonksiyonu ve Kitle İletişimi” (McCombs ve Shaw, 1972) adlı çalışmaları ile gündem belirleme teorisinin temellerini atmıştır.

Bu çalışmaya yön veren en önemli varsayım Cohen tarafından dile getirilen: “Basın insanlara neyi düşünmeleri gerektiğini anlatma konusunda çoğu kez başarılı olamayabilir fakat okuyuculara ne hakkında düşünmeleri gerektiğini anlatma konusunda son derece başarılıdır” (1963: 13) ifadesi olmuştur. Gündem belirleme yaklaşımına göre “kitle iletişim araçlarının belirli bir konuya ayırdığı (dergi ve gazete için) yer ya da (televizyon ve radyo için) zaman miktarının ölçülmesi ile elde edilecek veriler, izleyenlerin (kamunun) aynı konuya gösterdiği ilgi miktarıyla ya da onların bu konunun önemliliğine ilişkin yargılarıyla yakından ilişkili olmaktadır” (Yüksel 2001:27).

McCombs ve Shaw kitle iletişim araştırmalarının, daha çok tutum ve davranış değişikliği üzerinde durduklarını, ancak etkilerin temelde dört aşamada gerçekleştiğini belirtmişlerdir. “İlk aşama; haberdar etme, farkındalık yaratma aşamasıdır. Bu aşamada etki; insanların çevrelerinde olup biten olaylardan haberdar olması ve farkına varması şeklinde ortaya çıkmaktadır. İkinci aşama; bilgi edinme aşamasıdır. Bu aşamada, çevresinde olan olayların farkına varan, medya aracılığıyla öğrenme sürecine giren birey, bilgi edinmeye başlamaktadır. Üçüncü aşama; tutum değişikliği, son asama ise, davranış değişikliğidir” (Yüksel 2001:22).

Ayrıca süreç içerisinde gündem belirleme ile ilgili farklı araştırma gelenekleri ortaya çıkmıştır. “İlk araştırma geleneğinde medya; ikinci araştırma geleneğinde kamu; üçüncü araştırma geleneğinde siyasal gündem ele alınmış ve gündem belirleme bu üç gündemin arasındaki ilişkiden oluşan bir süreç olarak değerlendirilmiştir” (Dearing ve Rogers 1996:5-6). Aşağıdaki tabloda gündem belirleme yaklaşımının üç ana unsurunun şeması yer almaktadır:

72

Şekil 1.2. Dearing ve Rogers’a Göre Gündem Belirlemede Üç Gelenek ve Birbiri İle İlişkileri

Kaynak: Dearing, J. W., ve Rogers, E. (1996). Agenda-setting. Sage Publications. s.5.

Gündem belirleme yaklaşımında araştırmacının motivasyonu medya, kamu ve siyaset arasındaki gündeme dair ilişkileri açığa çıkarmaktır. Böylece bu üç gündemin analizi ile bu kurumların birbirlerine olan etkileri bu etkilerin nasıl biçimlendiğinin ortaya çıkartılması amaçlanmaktadır. Medyanın siyasal süreçte her şeyden önce kamuoyunu şekillendirmede ve siyasal karar alma sürecinde belirleyici rol oynaması, gündeme taşıdıkları konular ve haberler ile siyaseti etkileme güçleri, medyanın kamuoyu ve siyaset gündemi üzerindeki rolünü açıkça ortaya koymaktadır. Bu aslında şu sonucu da doğurmaktadır; medya konu seçerek ve hangi haberin nasıl sunulacağına karar vererek siyasetin doğasını ve siyasal aktörlerin eylemlerini etkilemektedir.

Seksenli yıllara gelindiğinde siyasal iletişim çalışmalarına Elisabeth Noelle- Neumann’ın “Kamuoyu: Suskunluk Sarmalı’nın Keşfi” kitabı damgasını vurmuştur. Gündem koyma ve saptama araştırmalarının hemen arkasından gelen Suskunluk Sarmalı Kuramı 1974 yılında Elisabeth Noelle-Neumann tarafından ortaya atılmıştır. Noelle-Neumann bu kuramda insanların toplumdan dışlanma korkusu ile fikirlerini açığa vurmaktan çekindiklerini iddia etmiştir: “Kurtlarla beraber ulumak elbette daha mutlu kılar insanı, ama genel olarak kabul gören bu durum sizin tarafınızdan onaylanmıyorsa, en iyisi susmaktır” (Noelle-Neumann, 1998:32).

73

Noelle-Neumann, kuramın başlıca varsayımlarında: “Toplumun, sapkın bireyleri yalnız bırakmakla tehdit ettiğini, bireylerin devamlı yalnızlık korkusu ile yaşadıklarını, bu yalnızlık korkusunun bireylerin her zaman fikir iklimini tayin etmeye çalışmasına neden olduğunu, bu tahminin sonuçlarının kamunun davranışlarını, özellikle de düşüncelerin açıkça ifadesini ya da gizlenmesini etkilediğini iddia etmektedir” (McQuail ve Windahl, 1997:146). Bu sosyo-psikolojik süreç egemen görüşlerin daha da yaygınlaşmasına neden olmaktadır.

Toplumsal hayat içerisinde bireyler hangi görüşlerin kabul edilip hangilerinin edilmeyeceğini kitle iletişim araçlarının gündeminde yer alan haberler aracılığı ile öğrenmektedirler. Medyada yeteri kadar yer bulmayan görüşler, toplumda daha az kabul edilen görüşler olmakta; medyada çok temsil edilen görüşler ise toplum tarafından kabul edilen görüşler olmaktadır. Yurttaşlar kendi görüşlerinin azınlıkta kaldıklarını hissettiklerinde, çoğunluğun yanında yer alma ihtiyacı içine girmektedirler. Böylece toplumun geniş kısmının onayladığı görüşler daha çok kabul görmekte ve bu görüşlerin taraftarları artmaktadır. Görüşleri azınlıkta kalan insanlar suskun kaldıklarından, görüşleri giderek daha az yaygın ve geçerli görülmekte ve bir suskunluk sarmalı oluşmaktadır.

Toplumda çoğunluğun görüşüne sahip olan kişilerin görüşlerinin dışında kalan azınlıktaki görüşler giderek suskunlaşmaktadır ve kitle iletişim araçları tarafından gündeme getirilen görüşler baskın ve doğru görüş olarak kabul edilmektedir. Kitle iletişim araçlarının işlevi azınlık ve çoğunluk görüşlerinin oluşmasında önem kazanmaktadır. Dolayısıyla medya kamuoyunu oluşturarak yurttaşları siyasal bir güce dönüştürmektedir.

1940’lı yıllardan itibaren Amerikan kökenli araştırmaların gelişmesinde büyük etkisi olan ve yukarıda sözü edilen egemen akım siyasal iletişim çalışmalarına karşıt kuramsal yaklaşımlar da gelişmiştir. ‘Eleştirel Kuram’ olarak adlandırılan bu yaklaşım özellikle Frankfurt Okulu’nun çalışmaları ile birlikte anılmaktadır. Frankfurt Okulu, Marksist ekonomi politik araştırmalar, ideolojik eleştiriler, yapısalcı analizler, kültürel çalışmalar üzerinde derin etkiler bırakmıştır. Kitle iletişim araçlarını kültürel ve ideolojik aygıtlar olarak gören Frankfurt Okulu’nun

74

dışında Gramsci, Althusser, İngiliz Kültürel İncelemeler Ekolü ve Yapısalcı Dilbilim yaklaşımları medya araçlarının siyasi ve ideolojik analizlerini yapmışlardır.

Neo-Marksist geleneğin izindeki bu yaklaşımlar “kitle iletişim kurumlarının da dahil olduğu toplumsal kurumları status quonun korunmasına çalışan ya da egemen sistemi meşrulaştıran kurumlar olarak değerlendirmektedirler. Medya, yer verdiği olay ve olgulara belirli anlamlar yükleyerek biçim vermekte ve böylece egemen sınıfın ideolojisinin topluma yayılmasını sağlamaktadır” (Yaylagül, 2008: 83). Bu yaklaşım içinde özellikle siyasal iletişim çalışmaları açısından Althusser, Gramsci ve Hall ile Frankfurt Okulu ilk dönem temsilcilerinden Adorno, Horkheimer, Marcuse ve ikinci kuşak temsilcilerinden Habermas önem taşımaktadır.

Frankfurt Okulunun ilk dönem temsilcileri medya konusunda oldukça karamsar bir çözümleme içindedirler. Eleştirel Kuram, “kültür ve ideoloji eleştirisine, kültürün ve ideolojinin çağdaş kapitalist toplumlardaki merkezi rolü nedeniyle büyük önem atfetmiştir” (Kellner, 2010:234). Bu kurama göre; “medyanın ve kültür endüstrilerinin burjuva bireyciliğini ve işçi sınıfının devrimci potansiyelini yok eden ideolojik bir işlevi vardır” (Woollacot’dan aktaran Yaylagül, 2008:94). Eleştirel kuramcılar, kitle kültürü üzerine yaptıkları araştırmalarla toplumsal yeniden üretimde kitle kültürü ve iletişim arasındaki ilişki üzerine çalışma yapan ilk araştırmacılardır.

Adorno ve Horkheimer kırklı yılların ortasında kültür endüstrisi kavramını ortaya atmışlardır. Kültür varlıklarının endüstriyel üretimini, kültürün meta gibi toptan üretildiği hareket olarak incelemişlerdir. Yine Frankfurt Okulu’ndan Benjamin, “yeniden üretim ilkesinin (sinema gibi temel bir sanatın varlık nedeninin tekil üretim aşamasında değil de ancak yeniden üretim aşamasında olabileceğini çok güzel gösterir) “tapınma” olarak adlandırdığı eski sanat anlayışının nasıl artık geçersiz kıldığını belirtir” (Mattelart ve Mattelart, 2006:63). Benjamin sinema gibi kitle kültürüne ait ürünlerin, kitlelerin bilincini ve belleğini zayıflattığını iddia etmiştir.

Frankfurt Okulu’nun bir diğer temsilcisi Marcuse’dur. Siyasal egemenliğin yeni biçimlerinin neler olduğu üzerine çalışan Marcuse, “Teknoloji ve bilim tarafından giderek daha fazla biçimlenen bir dünyanın ussallık görünümlerinin

75

altında, bireyi özgürleştirmek yerine onu köleleştiren bir toplumsal örgütlenme modelinin us dışılığı görünür. Teknik ussallık ve araçsal us söylem ve düşünceyi, nesne ile görevini, gerçek ile görünüşü, öz ile var oluşu birbirlerine uyduran bir tek boyuta indirgemişlerdir” (Mattelart ve Mattelart, 2006:65).

Marcuse tek boyutlu dil kavramı ile medyadaki söylem hakkında da eleştiriler yapmıştır. Marcuse’un bilim ve teknik arasındaki uzlaşma seçeneğinin tümüyle devrim geçirmesine bağlı olduğu düşüncesine rağmen Habermas, ussallaştırma sürecinin izlediği kurumsallaşmış biçimleri çözümleyerek bilimin sorununu toplumsal siyasal alan içinde tartışmıştır. “Horkheimer, Adorno, Marcuse, Habermas ve diğerlerinin ortaya attıkları çağdaş kapitalizm eleştirisinin merkezinde kapitalist toplumsal örgütlenme biçiminin kamusal alanı ortaya çıkardığı, ama bu alanın toplumun liberal kurumların ortaya çıkışının vaat eder göründüğü diyalog ve kolektif öz-düşünüm sürecini yerleşikleştiremediği tezi bulunmaktadır” (Hallin, 2010:291).

Habermas’a göre, kamusal alan kavramı ile toplumsal yaşantı içinde tüm yurttaşların erişmesi garanti altına alınmış, kamuoyuna benzer bir şeyin oluşturulduğu bir alan kastedilmektedir. “Bu çerçevede özel bireylerin kamusal bir gövde oluşturarak toplandıkları her konuşma durumunda, kamusal alanın bir parçası varlık kazanmış olur. Yurttaşlar, genel yarara ilişkin meseleler üzerinde kısıtlanmamış bir tarzda yani toplanma, örgütlenme, kanaatlerini ifade etme ve yayınlama özgürlükleri garantilenmiş şekilde tartışabildiklerinde kamusal bir gövde oluşturabilirler” (Habermas, 2010: 95).

Habermas bu bağlamda ‘İletişimsel Eylem Kuramı’ ile iletişimsel akıl aracılığı ile toplumsal eylemlerde bulunan insanların kolektif eylemler yapabileceğini iddia etmiştir. ‘İletişimsel Eylem Kuramı’, “insanoğlunun kendisini ve toplumun üyeleri