• Sonuç bulunamadı

EGEMENLİĞİN VE EGEMENLİK SÖYLEMİNİN DÖNÜŞÜMÜ

3.1. EGEMENLİĞİ DÖNÜŞÜME ZORLAYAN DİNAMİKLER

3.1.3. Küreselleşme ve Egemenlik

3.1.3.2 Siyasal ve Ekonomik Açıdan Küreselleşme

Ekonomik olaylar ile sosyal ve siyasal gelişmeler birbirinden bağımsız olarak ele alınamazlar. Bu üç alan birbirini etkiler, dönüştürür ve şekillendirir.

Siyasal bakış açısına göre küreselleşme; barış, refah, kalkınma gibi iddiaların geri planda kaldığı siyasal bir projedir. Küreselleşme, her şeyi değiştiren, ulus devletlerin ve sendikaların ona karşı çok az şey yapabilecekleri güçlü bir süreçtir. Sınırların her açıdan önemini kaybetmesidir. Solun boğazını sıkan en ağır ideolojik engeldir. Küreselliğin anlamı, ulus devletin ve ulusal toplumun birbirinden ayrılması ve sökülüşüdür (Ekiz, 2010:9). Siyasal küreselleşme; siyasal sınırların bir devlete belirli bir toprak parçası üzerinde mutlak egemenlik sağlama gücünü yitirmesi; yönetim sistemlerinin karşılıklı etkileşiminin artması; demokrasi, insan hakları ve özgürlükler temelinde dış müdahalelerin yoğunluk kazanması, ulus devlet karşısında uluslararası üst kuruluşların önem kazanması olarak değerlendirilebilir (Kumcuoğlu, 2012:162).

Ekonomik bakış açısına göre küreselleşme, ekonomik faaliyetlerin dünya düzeyinde bütünleşmesini ifade etmektedir. Dünya pazarlarında üretilen malların ve sermayenin hiçbir engelle karşılaşmadan serbestçe dolaşması anlamına gelmektedir.

Dünya ticaret hacminde ve yeni teknolojilerle üretimde artışın olması, maliyetlerin düşmesi küreselleşme sürecini hızlandırmıştır (Kumcuoğlu, 2012:88). Küreselleşmenin ekonomik boyutuyla ilgili olarak ekonomik iktidar önem taşımaktadır. Siyasal iktidar ile ekonomik iktidar arasındaki fark; siyasal iktidarın, yasayı söylemesi ve uygulaması, ekonomik iktidarın ise ekonomideki çıkarı azamileştirme amacı gütmesidir. Ekonomik iktidar içte ve dışta siyasal iktidara ihtiyaç duyar (Ekiz, 2010:39). Küreselleşme, iş dünyası önceliğine dayanan, siyasal iktidarın serbest ticaret sistemini korumak dışında bir şey yapmadığı silahsızlanmış bir dünya istemektedir (Hirst ve Thompson, 1998:210).

Ekonomik küreselleşmeden kaynaklanan başlıca siyasi gelişme; egemenlik anlayışında yaşanan değişimin hızlanmasıdır. Serbestçe gerçekleştirilen sınır ötesi ekonomik faaliyetler, uluslararası ekonomik ve mali kurumların yetki alanının genişlemesi, uluslararası hukuk kurallarının bağlayıcılığının artması, kurumların yanı sıra çok uluslu şirketlerin ve uluslararası politikaların dikkate alınması gibi gelişmeler siyasetin ulusötesi boyutunu ön plana çıkartırken, devletin özelleştirmeler yoluyla ekonomik alandan çekilmesi klasik egemenliğin mutlak yapısını ortadan kaldıran başlıca etkenler olmuşlardır (Kumcuoğlu, 2012:163). Tek taraflı politika etkisiz olduğu için, devletler kontrolü elden kaçırmamak adına uluslararası anlaşmalara yönelmişler ve uluslararası işbirliği ile uluslararası hukuki egemenliğin önemi artmıştır (Krasner, 2007:4).

Habermas, XX. yüzyılın üç farklı karşıtlık çerçevesinde ele alındığını söylemektedir. Karşıtlık, ya toplumsal sistemlerin ekonomik düzlemlerine, ya süper güçlerin siyasi düzlemlerine ya da ideolojilerin küresel sistemlerine yerleştirilmektedir. Bu üç okuma tarzının ittifak ettiği tek nokta ise XX yüzyılın, ölüm, şiddet ve barbarlık yüzyılı olduğudur. Ancak 1945 yılından sonra düşüncelerde bir iklim değişimi yaşanmış, bu iklim değişimi soğuk savaş, sömürgeciliğin sonu ve Batı da sosyal devletin inşasının arka planını oluşturmuştur. Derken en geç 1989 yılında bu dönem kapanmış, sosyal devlet tarafından gemlenmiş olan ve kapitalizmin taşıdığı yapısal tehlikeler ile toplum endişesi taşımayan neo-liberalizm canlanmıştır (Habermas, 2002:51-58).

söylem, pratik ve düzenekler bütünüdür. Bu haliyle belli bir yaşam normuna karşılık gelir. Bu norm insanlara, her tarafa yayılmış bir rekabet evreninde yaşamalarını buyurmakta, cemiyet ilişkilerini piyasa modeline göre düzenlemekte ve insanların birbirleri ile sınırsız bir iktisadi mücadele içine girmelerini telkin ederek onları her açıdan dönüşüme zorlamaktadır. Neo-liberal norm 1980’lerden beri kamusal politikaların başını çekmekte, dünya çapında iktisadi ilişkileri yönetmekte, toplumları dönüştürmekte ve öznelliği yeniden biçimlendirmektedir (Dardot ve Laval, 2012:1-2).

Fukuyama’ya göre, ulus devletler dünya sahnesinin en önemli aktörleri olmaya devam etmekle birlikte ideolojilerin belirleyiciliği artık sona ermiştir. Dünyadaki büyük siyasi ve ekonomik yapılar kapitalizm ve liberal demokrasi bünyesinde toplanmışlar ve nihai ideoloji liberalizm olmuştur. Liberal demokratik ideolojiyi paylaşanların karşılıklı düşmanlık beslemeye eğilimli olmamaları da uzun vadede herhangi bir büyük çatışma olmayacağını göstermektedir (Fukuyama; 2001:196,202-204).

Yeni dünya düzeninde ideoloji ya da ekonomi odaklı çatışma olmayacağı konusunda Fukuyama ile yakın düşüncelere sahip olan Huntington, küresel çağda uluslararası politikalar ve güvenlik sorunlarının ABD, İngiltere ve Fransa tarafından, dünyanın iktisadi sorunlarının da ABD, Almanya ve Japonya tarafından çözümlendiğini; Batı’lı olmayan ülkelerin baskı altına alındığını, BM Güvenlik Konseyi ya da IMF gibi kurumların Batı’nın çıkarları doğrultusunda kararlar aldığını ve bu kararları tüm dünyanın ihtiyaçlarına cevap veriyormuşçasına diğer ülkelere direttiğini, kısacası Batı’nın kendi egemenliğini devam ettirebilmek için uluslararası kurumları, askeri gücü ve ekonomik kaynakları fiilen kullandığını söylemektedir. Huntington’a göre, Westphalia antlaşması ile birlikte uluslararası sistem önce prensler arası çatışmalara, ardından uluslararası çatışmalara ve son olarak ideolojiler arası çatışmalara sahne olmuştur. Soğuk savaşın bitmesi ile birlikte liberalizm komünizmi yenmiş ve ideolojiler arası çatışmalar devride bitmiştir. Yeni dönemde mücadelenin kaynağı kültür odaklıdır ve ulus devletler yeni dönemde önemli olsalar da küresel politikaya medeniyetler arası çatışmalar hakim olacaktır. Batı, Konfüçyüs, Japon, İslam, Hint, Slav-Ortadoks, Latin Amerika ve Afrika’dan oluşan sekiz medeniyet arasında olası en güçlü çatışma Batı ve İslam Medeniyetleri arasında olacaktır (Huntington; 2001a:22-25, 39-40, 2001b:85)

Wallerstein küresel dünya ekonomisinin tek amacının sermaye birikimi olduğu kanısındadır. Sistem elindeki tüm imkanları bu amaç için kullanmakta, amaca hizmet edeni ödüllendirmekte, etmeyeni ise cezalandırmaktadır. Teknoloji ve zenginliği yaymış olan sistem yüzde 20’lik üst tabaka ile yüzde 80’lik alt tabaka arasında ekonomik, siyasi, toplumsal ve kültürel bir kutuplaşmayı da doğurmuş ve büyütmüştür (Wallerstein, 2010:64-65). Küresel ekonomi dünyasında cereyan eden hareketler yüzde 60 oranında güç, siyaset, ideoloji ve spekülasyon, yüzde 30 psikoloji, yüzde 10 iktisadi ilkelerin etkisiyle oluşurlar ve bu yüzdeler değişmez (Blum; 2013:294).

1980’lerden beri kamu politikalarını şekillendiren Neo-liberal normun anahtar sözcüğü Yönetişimcilik olmuştur. Çokanlamlılığıyla isabet kaydeden bu terim, iktidarın giderek daha sıkı bir şekilde iç içe geçen, şirketlerin yönlendirilmesi, devletlerin yönlendirilmesi ve dünyanın yönlendirilmesi boyutlarını birleştirir. İyi yönetişim her

şeyden önce ticari ve mali akışların serbest bırakılmasına itaat eden ve dünya piyasası uyum politikasına sıkı sıkıya bağlı olandır. Böylece zaman aşımına uğrayarak değer yitirmiş olan egemenlik teorisinin yerini aldığı söylenebilir. Bir devlet artık belli bir toprak üzerindeki egemenliği sağlama kapasitesiyle değil, yönetişimin hukuksal normlarına ve ekonomik bakımdan iyi uygulanmasına riayet etmesiyle değerlendirilir olmuştur. Devlet yönetimselliği şirket yönetimselliğinden önemli bir ilkeyi ödünç almıştır. Nasıl ki şirket yöneticileri mali gücün egemenliği çerçevesinde hissedarların denetimi altına giriyorsa, devlet yöneticileri de aynı gerekçeyle uluslararası mali topluluğun, uzmanların, normlandırma ajanslarının denetimi altına girmektedir (Dardot ve Laval, 2012:322). Bu durum çok uluslu şirketlerin mutlak erk sahibi oldukları anlamına gelmediği gibi, devletin onların elinde basit bir araç olduğu anlamına da gelmez. Bunun anlamı makroekonomik politikaların büyük ölçüde kamusal ve özel kesimlerin ortak kararının meyvesi olduğudur ve devlet, ulus dışı iktidarlar, STK’lar vs. zarar görse de belli bir alanda özerkliğini korumaya devam eder (Dardot ve Laval, 2012:321-323).