• Sonuç bulunamadı

Emmanuel Joseph Sieyes (1748-1836) ile Ulus Egemenliğ

EGEMENLİĞİN KÖKENLERİ VE GELİŞİMİ

2.2. TEOKRATİK EGEMENLİKTEN SEKÜLER EGEMENLİĞE

2.2.5. Emmanuel Joseph Sieyes (1748-1836) ile Ulus Egemenliğ

1789 Fransız devrimi Aydınlanma hareketinin doruk noktasıdır. Burjuvazinin soylulara tanınan ayrıcalıklara duyduğu tepki ile ağır vergiler altında ezilmeye mahkûm edilen köylülerin rahatsızlığı birleşerek ülkeyi devrime sürükleyen itici gücü oluşturmuştur. Yeni egemenlik sürecinde burjuva ön plana çıkmışsa da, feodalizmin yıkılmasında köylülerin rolü çok daha büyüktür. Devrimin politik sonucu, aristokratik ve feodal nitelikli siyasal yapıdan, laik demokratik ve milliyetçi bir siyasal yapıya yöneliş; ekonomik sonucu ise feodalizmden kapitalizme doğru köklü bir dönüşüm olmuştur (Duman, 2008:108).

Yedi yıl savaşlarında (1756-1763) yenilen Fransa, Amerika’daki İngiliz kolonilerinin bağımsızlığı için bol miktarda para harcamıştı ve çokça borçlanmıştı. Oluşan ekonomik yük, soylu ve ruhbanlar vergiden muaf oldukları için daha alt tabakaya yüklenmek durumundaydı. Durumun ciddiyeti karşısında kralın vergi sisteminde değişiklik yapmaya kalkması, soylu tabakayı çılgına döndürmüştü. Aslında üçüncü tabaka devrim düşüncesinde değildi, monarşiyi kaldırma dertleri de yoktu.

İstedikleri soyluların ayrıcalıklarının sona ermesiydi. Vergileri onaylama yetkisine sahip olan Birleşik Meclis; ruhban, asiller ve üçüncü tabakayı bir araya getiren ve 1614 yılından beri toplanmayan, orta çağa mahsus bir temsili meclisti. Kralın meclisi

toplantıya çağırması ile vergiler üzerine yapılan tartışmalar ekonomik sıkıntıyı siyasi sıkıntıya dönüştürmüştü. Üçüncü tabaka bir tepkiyi dile getirmekte ve daha az vergi, daha çok devlet talebinde bulunmaktaydı. Hareketin liderliğine soyunan kişiler; hainlere karşı vatanseverler, aristokratlara karşı vatandaşlar, kötülüğe karşı erdem, düşman tehdidine karşı ulus vb. sloganları kullanarak kutuplaşmayı sağlamaya çalışmaktaydılar. Ayrıca siyasal iktidarı ele geçirdikleri takdirde halkın soylular seviyesine çıkıp zenginleşeceğini vaat ediyorlardı (Harman, 2015:285-286; Trask, 2005:1-9).

Devrimin seyrini öngören, bir anlamda onu başlatan ve bitiren kişinin, rahip Sieyés olduğu söylenebilir. Sieyés’in, ilk üç baskısı isimsiz olan “Üçüncü Tabaka

Nedir” ve “Ayrıcalıklar Üzerine Bir Deneme” adlı broşürleriyle, hem soylu sınıftan

arındırılmış modern ulus düşüncesi, hem de devrim sürecinde kurucu bir ulusal meclis fikrinin oluşması desteklenmişti. Ancak aynı Sieyés 1799'da Napoléon Bonaparte darbesine yol açarak, devrimi bitiren adam olmuştu (Mısır, 2011:139).

Sieyes, mutlakiyetçiliğin yerine ulusal egemenliğin kurulmasını

savunmaktaydı. Ancak, ulus tanımı ve yurttaşlar arasında yaptığı ayırım tamamen ve sadece burjuva çıkarlarını desteklemeye yönelikti (Tuncay, 2005:520-521). Sieyes, üçüncü tabakanın, en üstün liberal ve bilimsel mesleklerden, en az değer verilen ev hizmetlerine kadar geniş alanda çalışarak toplumu ayakta tuttuğunu ama yeteri kadar değer görmediğini söylüyordu. Ona göre üçüncü tabaka ayrıcalıklı sınıfın yapmayı kabul etmediği tüm hizmetlerden sorumlu tutulmuştu ama kazançlı ve şerefli görevler yalnızca ayrıcalıklı tabakaya ayrılmıştı. O halde ayrıcalıklı tabakanın kamu görevlerinden uzaklaştırılıp, üçüncü tabakanın bu görevlerle ihya edilmesi gerekirdi. Çünkü ayrıcalıklı tabaka yetersiz, tembel ve kötü geleneklerin toplumsal çalışmalara yabancılaştırdığı kimseleri kapsayan bir sınıftı (Sieyes, 2005:524-526). Bu sınıf; kendi özel çıkarlarının hizmetine giriyor, böylece üçüncü tabakanın, yani bütün bir ulusun aleyhinde çalışıyor, halkı hizmet etmek için yaratılmış insan topluluğundan ibaret sayıyor, kendisinin ise emretmek ve keyif sürmek için yaratılmış olduğu zannına kapılıyordu. Böylece kendini ayrı bir grup, ulus içinde ayrı bir ulus olarak görüyordu. Ulus için hiçbir faydalı görevi yerine getirmeyen ayrıcalıklılar hiçbir şeydi, üçüncü tabaka ise her şeydi, bütün bir ulustu. Üçüncü tabakanın üç isteği vardı; ilki, Mecliste kendi temsilcilerine yer verilmesi; ikincisi, kendi temsilcilerinin sayısının soylularınki kadar olması; üçüncüsü ise her temsilciye bir oy hakkı tanınması ve soylu temsilcilere

üstün oy hakkı verilmemesi. Ayrıca Sieyes; üçüncü tabakanın, ruhban ve soylu meclisinden “ayrı”, olağanüstü bir kurucu meclis bünyesinde toplanması gerektiğini söylemekteydi (Mısır, 2011:140-142).

Sieyes; ulusun ya da devletin kuruluşundaki üç evreyi; Belli sayıdaki bireyin bir araya gelerek ulusu kurduğu ilk evre, bireysel iradelerin eriyerek ulus iradesine dönüştüğü ikinci evre ve ulusun genel iradesini temsil edecek olan temsili iradenin açığa çıktığı üçüncü evre olarak sıralamıştır. İlk evrede ulus bütün haklara sahiptir.

İkinci evrede bu hakları kullanır ve üçüncü evrede haklarını temsilcilere kullandırır (Mısır, 2012:62)

Sieyes’e göre; ulus, ortak bir yasa altında yaşayan ve aynı yasa koyucu tarafından temsil edilen bir ortaklar topluluğudur. Yani ulusu oluşturan iki öğe ortak yasa ile ortak temsildir. Soylular sınıfı bu tanımı parçalayarak egemenlik içinde bir egemenlik kurmuş, toplumsal çıkarlar yerine özel çıkarlarının peşine düşmüşlerdi. Üçüncü tabaka ulusun gerçek temsilcisi olarak ulusa ait olanı savunacaktı. Dolayısıyla ulusun özgürlüğü üçüncü tabakanın özgürlüğüne bağlıydı (Sieyes, 2005:527). Bununla birlikte Sieyes; köylü, çiftçi gibi fakir kesimleri tamamen dışlıyor ve bu tabakanın özgür oy veremeyecek kadar bağımlı olduğunu iddia ediyordu. Ona göre yönetim yetenek gerektirirdi ve alt kesim bu yetenekten yoksundu. Halk ancak temsilcileri aracılığıyla seçimden seçime devlet yönetimine katılacaktı (Sieyes, 2005:536). Kısacası Sieyes tıpkı aydınlanmacıların burjuva haklarını evrensel insan hakkı olarak ileri sürmeleri gibi, burjuvanın meclise girmesini herkesin temsili olarak sunmaktaydı. Rousseau’nun halkın iradelerini toplayıp genel istemi elde etmesi ve genel istemi her bireyin iradesinden üstün tutması gibi, Sieyes de aynı şeyi ulus için yapmaktaydı. Ama Rousseau’nun halk egemenliği için uygun bulmadığı temsil sistemini Sieyes ulus için uygun bulmuştu. Çünkü ulus halk gibi değildi. Tekti, bölünemezdi ve sürekliydi (Beriş, 2014:77).

Bir ulusun ancak tek bir genel çıkarı olabileceğini iddia eden Sieyes, birden fazla çıkarın kabul edilmesi durumunda düzen kurmanın imkânsızlaşacağını söylüyordu. Toplum düzeni zorunlu olarak amaçlarda birlik ve araçlarda uyum öngörürdü (Hart ve Negri, 2012:120). Kurucu iktidar, daha önceki bir anayasaya bağlı olamazdı. Ulus, kurucu iktidar işlevini beraberinde taşırken, benimsemeyi tercih edeceği sınırlamalar haricindeki tüm sınırlamalardan bağımsızdı. Sieyès’in amacı feodal

beylerin ayrıcalıklarından temizlenmiş bir düzen yaratmaktı, bu amacı sağlayacak şey ise tabii hukuka uygun bir anayasanın yaratılmasıydı. Sieyès’in tabii hukuka uygun düzenden anladığı, Locke’a benzer şekilde özgürlük ve mülkiyetin güvence altına alındığı bir burjuva-hukuk düzeniydi. Kurucu iktidarın yetkisi daima tabiat hali ile çakışır durumdaydı. Bu nedenle bir ulus, anayasasını gözden geçirme ve yenileme hakkını daima elinde bulundururdu. Hatta Sieyès’e göre, anayasanın sürekli gözden geçirilmesini sağlamak için belirli aralıklar saptamak iyi bir çözümdü. Ulustan önce ve onun üstünde yer alan tek şey tabii hukuktu. Dolayısıyla Sieyès’in teorisinde kurucu iktidar, son tahlilde tabii hukuk ilkeleri ile sınırlanmıştır (Zeybekoğlu, 2009:76-78).

Ulus egemenliği, burjuvazi açısından halk egemenliğinden daha kullanışlıydı. Çünkü ulus soyut bir varlıktı ve ulusal istencin belirmesi için somut bir varlık olan halkın bir bütün olarak oy vermesi gerekmezdi. Ulusal çıkarları en iyi biçimde temsil yeteneğine sahip olanların ulus istencini dile getirmeleri yeterli olacaktı. Burjuvazi, bu çizgiyi takip ederek kendi sınıfı dışındakilerin temsilci seçilmesini engellemek amacıyla, “aktif-pasif yurttaş” ayırımı yaptı. Pasif yurttaşlar, 1789 Bildirgesinde belirtilen tüm haklardan yararlanmalarına karşılık, seçme ve seçilme hakkından yoksun tutulmuşlardı. Seçme ve seçilme hakkına sahip olan aktif yurttaşlar ise varlıklı olup devlete belli oranda vergi ödeyenlerdi (Hakyemez, 2004:49).

Kurulan ulusal meclis, önce kralın gücünü dengeleyerek, ülkenin bir parlamenter monarşi haline gelmesini sağlamış, sonra monarşiyi kaldırarak cumhuriyetin temel organı olarak faaliyet göstermiştir (Uslu, 2012:131).

Fransız devrimini en sert şekilde eleştiren kişi İrlandalı Edmund Burke oldu. Burke, Fransız devriminde eski tecrübelerin yok sayılarak işe baştan marazlı olarak başlanıldığı, üçüncü tabakaya seçilen kişilerin sadece teorik bilgiye sahip oldukları, pratik bir devlet yönetimi tecrübelerinin bulunmadığı, ruhban sınıfından seçilenlerin ise genel olarak köylü bir zihniyete sahip oldukları, devletin kuruluş amacının göz ardı edildiği (2016:63-92) kanaatindeydi. Ona göre Meclis üyeleri hiçbir şekilde yönlendiremedikleri ve pek de kazançlı çıkmadıkları bir despotluğun altında ezilmekteydiler (2016:105). Meclisin tüm çalışmalarında ve tüm eğitmenlerinde bir anlayış kıtlığı, hoyratlık ve basitlik hakimdi. Avrupa adap ve medeniyetinin dayalı olduğu iki prensip olan beyefendi ruhu ile din ruhu yani soylu sınıf ile ruhban sınıfı

yeterince önemsenmemekteydi (2016:117-119). Soylu kesim ile ruhban sınıfının hataları her fırsatta abartılarak nefret duyguları ile hareket edilmekte, devletin borcu bahane edilerek Kilisenin malları haksızca kamulaştırılmakta ama üçüncü tabakanın zenginleri mülkiyetlerinden bir şey kaybetmemekteydiler (2016:161-165). Rousseau, Voltaire ve Helvetius’un peşine düşen Fransa, ateizmi dine tercih etmekteydi, ancak devletin dini bir kurumla kutsanması, özgür yurttaşlar üzerinde tam manasıyla korkuyla karışık bir hayranlık hissi uyandırması bakımından gerekliydi (Burke, 2016:128-136).

Kendisi soylu olmadığı halde aristokrasiyi savunan Burke, Amerikan devrimini sonuna kadar desteklerken, Fransız devrimini tümüyle yermekteydi. Henüz Fransız devrim süreci terör aşamasına gelmeden ve kral idam edilmeden önce gidişatın diktatörlüğe olduğu öngörüsünde bulunabilmişti. Devrimin dayandırıldığı evrensel insan hakları gibi söylemlere hiçbir şekilde saygı duymuyor, yerleşmiş geleneklere karşı

şiddet yoluyla girişilen bir hareketin sadece felaket getireceğinde ısrar ediyordu (Tuncay, 2005:573-575). Burke, ulusal egemenliği hükümet ve kamu düzeni kavramlarıyla bağdaştıramıyordu. Siyasal sorunlar zaman, yer ve kişilerden soyutlanmış sorunlar olarak değerlendirilemezlerdi. Tahtı kraldan, parlamentoyu parlamenterden ayrı düşünmeye olanak yoktu (Göze, 2000:230-231). Burke’a göre, Fransa şeytani bir oligarşi ile yönetilmekte ama katışıksız bir demokrasi rolü yapılmaktaydı (Burke, 2016:176). Meclis üyeleri seçmenleri temsil etmiyorlardı. Seçim olgusu üzerine çokça düşülmüş ama seçilmişlerin seçmeni temsil edip etmediği önemsenmemişti (Burke, 2016:258-260). Ulusal mecliste anayasanın tüm gücünü elinde tutan ve dışardan hiçbir kontrole müsaade etmeyen bir yapı gözlenmekteydi (Burke, 2016:271).

Burke’e göre, hedeflenen iyilikleri gerçekleştirebilmek için zamana ihtiyaç vardır. Ani, keskin değişimler ile daha önce denenmemiş bir şeye dönüşüm problemli olmaya mahkûmdur (2016:234). Burke, yetkileri tamamen elinden alınmamış, saygın ve emredebilen bir kralın bünyesindeki anayasal monarşinin dönem Fransa’sı için en uygun yönetim olacağı düşüncesindeydi. Kral savaş ve barışa karar verebilmeli, bakanları atayabilmeli, yürütme erkinde etkin olabilmeliydi. Her şeyden önce kral başkomutan olarak orduyu birleştirip idare edebilmeliydi. Burke, Fransa’nın durumunu askeri demokrasi olarak görmekteydi. Mali sistem, yargı sistemi ve ordu disiplinsiz ve düzensiz bir hal almıştı. Ulusal meclisin yaptığı iyileştirmeler yüzeysel, yaptığı hatalar ise ciddiydi. Yönetim yapılanması eksik, kral bir noterden farksızdı (Burke, 2016).