• Sonuç bulunamadı

EGEMENLİĞİN KÖKENLERİ VE GELİŞİMİ

2.2. TEOKRATİK EGEMENLİKTEN SEKÜLER EGEMENLİĞE

2.2.1 Burjuvazinin Doğuşu, Rönesans ve Reform

XIV ve XV'inci yüzyıllar da kriz yaşayan feodal yapı, yavaş yavaş kent devletlerine dönüşüm sürecine girmiş, günümüz parlamentolarının öncülleri olan kent parlamentoları kurulmuş, üretim daha sonra kapitalizm tarafından yıkılacak olan lonca sistemi üzerinden örgütlemişti (Köktürk, 2011:89). Feodalitenin karşıtı olarak görülebilecek olan burjuvazi, yeni döneme şekil verecek bir gücün sahibiydi.

düzenlenmiş bir belgede geçmektedir. Yeni bir insan tipinden söz eden belge “ … eğer burjuvalar rahiplere karşı ayaklanırlarsa” demektedir. Burjuva senyör vesayetinden kurtulmuş, kentte oturan, üründen vergi almak yerine şahıstan vergi almayı icat eden, kentteki adaleti de kendisi sağlamak isteyen bir sınıftır. Kent meydanında bir belediye binası yapmış, katedralin çan kulesinin yanına laik insanı resmeden bir belediye kulesi dikmişti. Burjuva zengin demekti (Pernoud, 1991:29-39).

Max Weber’e göre, sabitlenmiş idari düzenlemeler aracılığıyla gerçekleşen ihtilafları çözümleme yöntemi, hiçbir şekilde güvence altına alınmış hakların varlığına işaret etmemektedir. Ancak sadece nesnel ve sabitlenmiş normların varlığı değil, tam anlamıyla hukukun varlığı bir güvence oluşturabilir. Bu nedenle burjuvazi ve monarşi çıkarlarının ittifakı, biçimsel hukukun rasyonalizasyonuna yol açan en önemli faktörlerdendir. Prens düzen istemekteydi, bu istek hem yönetimin teknik ihtiyaçlarından, hem memurların kişisel çıkarları açısından önemliydi. Hukuksal tek biçimcilik memurun ülkenin her bölgesinde görev yapabilmesine, yerellik kalıbından kurtulup kariyer yapabilmesine imkân tanırdı. Burjuva adalet alanında kesinlik ararken, memurlar hukukun anlaşılırlığı ve düzeniyle ilgilenmekteydiler (2012b:213-214).

Burjuvanın işleri uyuşmazlık kaynağıydı, bu nedenle bir oğlu hukuk okurdu. Ancak burjuvayı cezbeden herhangi bir hukuk değildi; onun gözdesi tüccarın en çok işine yarayan Roma hukukuydu ve burjuva Roma hukukunu tutkuyla incelemekteydi. Roma hukuku, kralı örfün ve kilisenin etkisinden kurtarıyor, ona istediği gibi yasa yapma imkanı veriyordu. Bu hukuk her tarafta ilgi uyandırmıştı, kilise ve papalar bile Roma hukukundan etkilenmekten kendilerini alamıyorlardı. Çünkü Roma hukuku; mutlak, sınırsız, bölünemez bir egemenlik vaat ediyordu. Burjuva hukukçuları, senyör ve kilise hukukuna karşı yoğun bir şekilde kralın hukukunu desteklemekteydiler. Amaç merkezi devletin iktidarını sağlamaktı (Pernoud, 1991:61-71).

Roma hukukuna ve bu hukuk eğitimine saygının, erken modern dönemin hepsi üniversite eğitimli avukatların rasyonalizminin ürünü olan tüm monarşik kanunlaştırmalarına egemen olduğunu söyleyen Weber’e göre, dönemin üniversite eğitimli yargıç ve noterleri, ile üniversite eğitimli avukatları hukukun tipik ileri gelenleriydiler. Ulusal çapta örgütlenmeye sahip olmayan bir hukuk mesleğinin olmadığı her yerde Roma hukuku galip gelmiş, Hiçbir batılı hukuk sistemi,

İngiltere’ninki bile kendini bu etkilerden tamamen kurtaramamıştı (Weber, 2012b:219- 221).

Rönesans ve reform hareketleri ile feodaliteden burjuvaziye geçişin aynı döneme denk gelmesi elbette tesadüfi değildi. Her iki hareket birbirini tetikliyordu. Katolik kilisesi ve Feodal ekonomi kapalı yapılar olup, kendi içinde dairesel bir devinim sergilemekteydiler. Katolik mezhebinden olan Feodal, dünyayı aşağılar ve riyazet yoluyla ahirete yönelirdi. Bireysel özgürlük peşinde olan burjuva Protestan’dı. Katolik dünya malını kötülerken, Protestan dünya malına yöneldi. Katolik daha sakindi, kazanç sağlama içgüdüleri zayıftı. Sonunda başarı ve zenginlik elde edebileceği bir maceraya girişmek yerine daha az paralı güvenli bir yaşamı tercih ederdi. Protestan yaşamını laik bir çerçeveye oturtmuştu. Katolik’in durgun yaşamı yerine daha iyi bir yaşam peşindeydi (Weber, 2011:39).

Reform, kilisenin yaşam üzerindeki etkisini yitirmesi değil, var olan etki biçiminin yeni bir anlama kavuşturulmasıydı (Weber, 2011:32). Reform, her ne kadar dinsel yönleri ağır basıyor görünse de özünde siyasal bir hareketti. Bu hareket Kilisenin hiyerarşik sistemini bozmuş, aynı dönemde başlayan Rönesans ile birlikte modern toplumun temellerini atmıştı. Reform hareketinin başlamasında Martin Luther’in, Tanrısal kurtuluş ve adaletin, günahı ve günahkârı cezalandırmak olmadığı, insanın yalnızca iman ederek Tanrısal kurtuluşa ulaşabileceği şeklindeki görüşleri oldukça etkili olmuştu. Bu düşünce imanı eylemin önüne çıkarıyor ve kilise cemaati içinde olmasa da bireyin imanla kurtulabileceğini savunuyordu. Buradan hareketle kilisenin din ticareti yapıp kurtuluş belgeleri satması İncil’e aykırıydı. Kilisenin aracılığına gerek yoktu ve insan imana yalnızca İsa ile ulaşabilirdi. Hatta Luther daha da ileri giderek, Katolik Kilisesi ve Papanın en büyük günah kaynakları olduğunu, Papanın bir deccal olup ortadan kaldırılması gerektiğini söyledi ve Roma Kilisesi ile tüm bağlarını kopararak kendi kilisesini kurmaya yöneldi. Luther, Pavlus ve Augustinus’a dayanarak siyasi iktidarın Tanrı tarafından, günahkâr insanlar arasında barış ve düzeni sağlasın diye laik yöneticilere verildiğini kabul ederek, gücünü Tanrıdan alan prensin iktidarını meşrulaştırdı. Hareketin başka bir öncüsü olan Jean Calvin’de, Luther gibi İncil’in meşruluğunun kiliseye bağlı olmadığını, kilisenin aracılığına da ihtiyaç bulunmadığını söylemekteydi (Ağaoğulları ve Köker, 1991:98-138).

Luther’de dini yaşam mistik bir kültür taşırken, Calvin de zahitlik vardı (Weber, 2011:142). Calvincilik insanları bıktıran ve İncil ile alakası olmayan sıkı bir çalışma disiplini yerleştirmişti. Max Weber, bu sıkı çalışma disiplini ile sermayenin biriktirildiğini ve kapitalizmi doğuran güce ulaşıldığını ileri sürmektedir. Weber’e göre, Protestanlık mal sahibi olmanın verdiği mutluluğu olumsuzlayarak lüks tüketimi yavaşlatmıştı. Buna karşın mal kazancını Katolik sıkıntılardan kurtararak Tanrının isteği haline getirmişti (2011:253). Bu durum burjuvanın ihtiyaçlarını destekleyecek bir ahlak doğurmuş; burjuvanın emrine çalışkan, ölçülü ve mesleği Tanrının istediği bir yaşam amacı olarak gören işçiler vermişti (Weber, 2011:265).

Eski Yunan ve Roma kültürünü yeniden canlandırmayı amaçlayan ve “Yeniden Doğuş” anlamına gelen Rönesans, Reform hareketi ile eşzamanlı olarak başlamıştı. Bu hareket, V. yüzyıl ile XV. yüzyıl sonları arasında kalan “Karanlık Orta Çağ” olarak tanımlanan Katolik Kilisesi kontrolündeki zaman diliminden sonra; İtalyan kent devletlerinde ortaya çıkan, öncelikle edebiyat, resim, mimarlık gibi sanat alanlarında beliren, sonra Batı Avrupa ya yayılan bir yenileşme hareketiydi (Ağaoğulları ve Köker, 1991:149).

İnsan aklının edindiği bilgi artık ikinci dereceden bir bilgi değil, ilahi bilgiye eşdeğer bir bilgi olarak kabul edilecektir. Bu akıl, artık doğanın bilgisine sahip olabilir, bilgi sayesinde doğayı dönüştürme imkânını yakalayabilir ve doğayı yeniden üretebilir yücelikte görülecektir. Hatta Galileo; insana ait anlayışın doğanın anlayışına eşit hale geldiğini, az da olsa insan zekasının kavrayabildiği şeylere ait bilgisinin nesnel kesinlik bakımından ilahi bilgiye eşit olduğunu söyleyecektir (Karaböcek, 2011:53-54).