• Sonuç bulunamadı

EGEMENLİĞİN VE EGEMENLİK SÖYLEMİNİN DÖNÜŞÜMÜ

3.1. EGEMENLİĞİ DÖNÜŞÜME ZORLAYAN DİNAMİKLER

3.1.4. Evrensel Hukuk Anlayışı ve İnsan Hakları

İnsan hakları, hangi devletin vatandaşı olursa olsun, insanların yalnızca insan olmaları hasebiyle sahip oldukları doğal haklardır. İnsan hakları demek, hukuki haklar demek değildir. İnsan haklarının hukuki haklara dönüştürülmesi arzu edilir olmakla beraber, insan hakları siyasi bir iddia olarak ortaya çıkmış ahlaki haklardırlar. Yani bu haklar çeşitli resmi belgeler, sözleşme ve yaslarla insanlara verilemezler. Bu sözleşme ve yasaların yaptığı şey insan haklarını tanımak ve yasal bir güvenceye almaktan ibarettir (Erdoğan, 2012:24-27). İnsan hakları, zaman ve mekanla sınırlandırılamayan evrensel haklar olup, hiçbir gerekçeye dayandırılarak tanınmamazlık edilemezler. Çünkü bütün insanlar; herhangi bir zamana ve mekana, kültüre, cinsiyete, dine, dile, ırka, sosyal kökene, sınıfa vs. bağlı olmaksızın bu haklara sahiptirler. Bu haklar, devlet için sınır, bireyler için özgürlük ve adalet anlamına gelirler (Erdoğan, 2012:304).

Çağdaş insan hakları tarihi, modernlik tarihi ile yaşıttır. Bu paralellikle ele alınan insan hakları olgusu, başta sosyal sözleşme ve doğal haklar doktrinleri olmak

üzere, devletin meşruluğunu konu edinen teorilerle yakından ilişkilidir (Erdoğan, 2012:1). Modern dönem öncesi hukukun insan hakları yaklaşımını değerlendiren Tomlinson, XV. Yüzyıl İngiltere’sinden bir olay aktarmaktadır. Bir değirmenci yolu kazıp kil almış, oradan geçen bir eldiven satıcısı çukuru fark etmeyip içine düşmüş ve ölmüştür. Değirmencinin, ihtiyacı olan kili başka yerde bulamadığını dikkate alan jüri, değirmenciyi suçsuz bulmuştur. Bu karar, 1400 lü yılların İngiltere’sinde, insan hakları söz konusu olduğunda, yerel ihtiyaçların ulaşımdan daha hayati görüldüğünü göstermektedir (Akpınar, 2012:19). Küreselleşme çağında bu kararın tersyüz edildiğini söyleyebiliriz. Artık ulaşım ve iletişim, yerel ihtiyaçlardan çok daha ön planda tutulmaktadır.

Uzun yıllar boyunca devletin iç meselesi olarak görülen insan hakları, uluslararası siyasette söz konusu yapılmamıştır (Beriş, 2014:138). Ancak II. Dünya Savaşı sonrası dönemde, uluslararası politikayı çok yoğun bir biçimde meşgul etmiş, devletlerin bu alandaki egemenliklerini baskılamaya başlamıştır (Hakyemez, 2004:267). BM kuruluş aşamasında uluslararası barışın insan haklarıyla doğrudan doğruya ilgili olduğunu kabul etmiş ve 1948 yılında meşhur İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’ni yayınlamıştır (Erdoğan, 2012:2). Yine küreselleşme üzerine yapılan açıklamalar, hukuki açıdan çok fazla bilgi içermeseler de, küreselleşme süreci de uluslararası ilişkilerle birlikte insan haklarını ön plana çıkarmıştır (Ekiz, 2010:10). Böylece uluslararası barışın ancak insan haklarının korunmasıyla mümkün olabileceği gerçeğinin etkisiyle dönüşüm yaşayan ulusal ve uluslararası düzeylerdeki insan hakları koruma sistemleri, zamanla bir “insan hakları hukuku” alanını ortaya çıkarmışlardır (Erdoğan, 2012:151,305). Bu yeni hukuk, ulus devlet sınırlarını aşarak devletlerin iç hukukları üzerinde etkili olabilen, insan hakları ve özgürlükler ekseninde biçimlendirilmiş bir hukuk yapısı ortaya koymuş, bireylerin temel hak ve özgürlüklerini güvence altına almak adına devletlerin iç egemenlik yetkilerini törpüleyebilmiştir (Kumcuoğlu, 2012:80, Ekiz, 2010:10). Ulus devlet egemenliğinin ulusüstü hukuk sistemi ile kısıtlanması, devletin niteliklerinde de değişime yol açmıştır (Beriş, 2014:201). Artık devletin özelliklerinin sıralanmasında hukukun üstünlüğü ilk sırayı almaya başlamıştır.

İnsanlar varlıklarını devam ettirmek için zorunlu olarak devlete ihtiyaç duyarlar. Devlet de var oluşunu halka borçludur. Dolayısıyla halk ve devlet birlikte olmak zorundadırlar. Bu birliktelikteki asıl sıkıntı devletin nerde durması gerektiği

sorunudur. Devlet halka rağmen etkinlik alanını genişletebilir mi? yoksa halkın faydasına etkinlik alanını daraltmalı mı? Liberal yaklaşım, hukuk devleti anlayışı çerçevesinde, devletin etkinlik alanını azaltmasının sivil toplumu güçlendireceğini ileri sürmektedir (Beriş, 2014:237-238). Bu çerçevede günümüz insan hakları anlayışı, modern insanının siyasi baskı karşısında ihtiyaç duyduğu korunma duygusu tarafından geliştirilmiştir. Prensip olarak siyasi niteliğe sahiptir ve devlete karşı ileri sürülür. Devlet karşısında ileri sürülmesi, en çok devlet tarafından ihlal edildiği anlamını taşır. Bununla birlikte insan haklarını koruma görevi de paradoksal bir şekilde yine devlete düşmektedir. Dar anlamda, devlet hem kendisi hem de yetkilendirdiği kimi kişi ve grupların insan haklarını ihlal etmesini önlemek, geniş anlamda ise elverişli bir ekonomik, toplumsal ve siyasal ortamı yaratmak veya destekleyerek insan haklarını korumakla yükümlüdür (Erdoğan, 2012:303). İnsan haklarını koruma görevi ilk olarak egemen devletin kendisine ait olduğu için, iç hukuk yolları tüketilmeden uluslararası hukuk yollarına başvurulamayacağı ilkesi benimsenmiştir (Erdoğan, 2012:314).

İnsan haklarının uluslararsılaşmasının temel amacının, egemen ulus devletlerin despotik uygulamalara girmesini önlemek olduğu iddia edilir. Günümüzde, parlamentoların anayasanın üstünlüğü ilkesine uyup uymadıklarını denetleyen Anayasa Mahkemeleri kurulmuştur. Artık klasik devlet anlayışından farklı olarak, insan haklarına uyma, egemen devlet için bir meşruluk şartı sayılmaktadır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin hayata geçirdiği “bireysel başvuru hakkı” bu amaç kapsamında devreye sokulmuş bir uygulama olarak kabul edilmektedir (Hakyemez, 2004: 106-110).

Tüm bu olumlu gelişmelerin yanında, insan hakları emperyal amaçları gerçekleştirmenin araçları olarak da kullanılmaktadırlar. Wallerstein’e göre, Batı Avrupalı uluslar dünyaya müdahale etmeyi kendileri için bir hak bilmektedirler. Müdahaleyi haklılaştırmak için XVI. yüzyılda doğal hukuk ve Hristiyanlığı yayma,

XIX. yüzyılda medenileştirme misyonu kullanılmıştı. Emperyal denetimi

meşrulaştırmak için artık Hristiyan yapma ya da medenileştirme argümanları kullanılacak durumda değildi. Sömürünün yeni aracı yeni dönemde büyük bir güç ve anlam kazanmış bir şey olmalıydı. Aranan şey çok geçmeden bulundu, XX. yüzyıl ile birlikte insan hakları ve demokrasi araç olarak kullanılacaktı ve artık müdahaleler masumları savunmak adına yapılacaktı. Müdahale edenler yani Batı Avrupa ülkeleri kendi evrensel değerlerini küresel evrenselcilik olarak diretmekteydiler. Ancak Avrupa

evrenselciliği aynı anda hem masumları savunmayı hem sömürüyü meşrulaştırmayı sağlayan, belirsiz ahlaka sahip bir öğretiydi. Bazı suçları ve suçluları hedef alırken bazılarını görmemezlikten gelebilmekteydi (Wallerstein, 2010:25, 37-40).

ABD 1965 yılından beri Vietnam, Kamboçya, Laos, Nikaragua, El Salvador, Panama, Yugoslavya, Afganistan, Irak ve daha birçok yere insan hakları adına acı yaşatırken Amerikan halkı ABD’nin iyi niyetli olduğuna inanmaktaydı (Blum; 2013:153). Çünkü insanlık adına müdahale emperyalizmin en büyük pazarlama yöntemi olmuştu ve özellikle ABD piyasasında karşılık bulmakta zorlanmıyordu (Blum; 2013:187).

ABD eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’in, petrolün kontrolü ile ulusların, gıdanın kontrolü ile insanların denetim altına alınacağı değerlendirmesi (Dura, 2011:85) yeni dönemde sadece ülkelerin değil bireylerin de tek tek sömürüye konu olabileceklerinin habercisi olmuştur. İnsanın en temel sosyal ihtiyaçlarını bile zaruri bireysel ihtiyaçları uğruna feda edebileceği bir gerçektir. İnsan hakları çerçevesinde üçüncü dünyaya öyle şartlar dayatılır ki insanlar bireysel ihtiyaçlarını düşünmekten öteye geçmeyi başaramazlar. Bu ülke aydınlarına bazı doyumlar sunmak ihanet etmelerini sağlayabilmektedir. İşte böyle bir duruma direnebilmek güçlü bir ahlaki yapı gerektirir. Buna karşın güçlü devletler kendi insanlarını bencillik duygusu etrafında birleştirebilmişlerdir. Bu nedenle dünyevi çıkarları uğruna kenetlenmekte zorlanmazlar (Dura, 2011:90-93).

Güçlü ülkelerdeki bencillik duygusuna dikkat çeken Brzezinski, Batı’nın halihazır durumuyla insan haklarını taşıyabileceğine inanmamaktadır. Çünkü Batı sekülerizmi hedonizm, kendini tatmin, tüketim gibi dayanaklar üzerinden bir iyi hayat tanımı yapmaktadır. Bu derece maneviyattan yoksunluk kültürel yok oluşu kendi içinde taşımaktadır ve ABD tam da bu nedenle egemen güç konumunu uzun süre muhafaza edemeyebilir (2001:187). Brzezinski’ye göre, tarih boyunca yıkıcı olarak kabul edilmiş olan tamahkârlık, şiddet, zevke düşkünlük, ahlaki ilkesizlik gibi değerler göz alıcı bir biçimde çocuklara sunulmaktadır. Böyle bir toplum gelecek için ahlaki örneklik teşkil edemez. Dünya düzeninin liderliğini yapan ülkelerin ruhu onarılamayacak derecede tahribat görmüştür (2001:191).