• Sonuç bulunamadı

II. BÖLÜM: NEOLİBERAL İDEOLOJİ’DE SERMAYE-MEKÂN İLİŞKİSİ VE

2.4. Neoliberal Dönüşümün Esasları

2.4.1. Sanayisizleştirme-Finansallaşma-Esnekleştirme

Somut ürün üretimindeki artan rekabet, sendikal örgütlenmeler sayesinde güçlenen işgücünün sermayeye maliyeti, sermayenin yeniden üretimi için zamansal ve mekânsal engelleri aşma eğilimi gibi sebepler neticesinde, küresel boyutta bir finansallaşma akımı ortaya çıkmıştır. Bir diğer deyişle, kapitalizmin dinamizmini kaybetmeye yüz tuttuğu, büyümesinin yavaşladığı ve kârlılığının azaldığı bir dönemde (1970’ler), önemli yapısal dönüşümler hayata geçmeye başlamıştır. Bu dönüşümlerin tetikleyici faktörleri yukarıda da görüldüğü üzere ortak olmakla birlikte, somut unsurları birbirlerini tamamlayan, yayılmacı ve çok boyutlu etkiler yaratması konularında benzeşmektedir. Bunlardan ilki, endüstriyel üretimin mekânsal transferidir.

Sermayenin, azalan kârlılığa ve sendikal hakların güçlenmesiyle birlikte emek süreçleri üzerindeki tahakkümünün zayıflamasına karşın geliştirdiği mekânsal bir çözüm olarak bakıldığında sanayisizleştirme, sermaye-mekân ilişkisi bağlamında yeni bir düzlem olarak ön plana çıkmaktadır. Bir diğer deyişle, sanayisizleştirme süreci, üretimin mekânsallığında gerçekleşen bir değişimi ifade etmekte ve yansımaları, toplumsal ve mekânsal boyutlarda ön plana çıkmaktadır.

Uluslararası işbölümü dikkate alındığında, gelişmiş ülkelerde gözlemlenen sanayisizleştirme sürecinin, dünya genelinde eşzamanlı olarak gerçekleştiği iki farklı

119

örüntü dikkat çekmektedir. Bunlar, hizmet sektörünün büyümesi ve bu sektördeki istihdamın artışı ile sanayi üretiminin maliyet açısından daha avantajlı ülkelere ihracıdır.

Tüm bunların sonucu olarak da hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerdeki kentsel mekân organizasyonları, iktisadi eğilimler, emek gücünün yapısı ve sektörel dağılımı değişime uğramaktadır.

Ağır sanayi üretimini daha ucuz maliyetli ülkelere ihraç eden gelişmiş ülkeler, karar alma merkezlerine (headquarters) ev sahipliği yapmayı sürdürürken, istihdam yapıları beyaz yakalı ağırlıklı olmakta ve endüstriyel sektördeki istihdamın oranı düşmektedir. Örneğin, 1990-2010 yılları arasında sanayideki istihdamın toplam istihdamdaki payları OECD ülkelerinde %28’den %23’e, Kuzey Amerika ülkelerinde

%24’ten %17’ye, Avrupa Birliği ülkelerinde ise %31’den %25’e düşmüştür. Aynı dönemde bu ülkelerdeki hizmet sektörü istihdamının oranı ise sırasıyla %63’ten %72’ye,

%73’ten %81’e ve %59’dan %69’a yükselmiştir.24 Benzer bir eğilimi, G7 ülkelerinde imalat sektöründeki istihdam oranında da görmek mümkündür (Bkz. Şekil 9).

Şekil 9: G7 Ülkelerinde İmalat Sektöründeki İstihdam Oranları: 1962-2008

Kaynak: Rowthorn ve Coutts (2013), s.4.

24 http://data.worldbank.org (23.02.2017)

120

Sanayisizleştirme süreciyle eşzamanlı gerçekleşen bir diğer olgu finansallaşmadır. Temelde somut ürün üretiminde gerçekleşen el koyma işlemi ile kârlılığını sürdüren sermaye gücü, söz konusu dönemde yöntemsel bir kopuş aracılığıyla kendini yeniden üretmek durumunda kalmıştır. II. Dünya Savaşı sonrası, refah devleti uygulamalarıyla ve artan büyüme/kârlılık rakamlarıyla ‘altın dönemi’ni yaşayan kapitalizm, giderek artan borçlanma, enflasyon ve kârlılıktaki kaçınılmaz azalma gibi yapısal sorunlarla karşılaşmış; hem bir çözüm arayışı olarak hem de doğası gereği engel/sınır aşma ve yayılma zorunlulukları doğrultusunda finansal boyutta bir açılım gerçekleştirmiştir (Bkz Şekil 10).

Şekil 10: Toplam Kârların Yüzdesi Olarak Finansal Kârlar (Beş Yıllık Hareketli Ortalama)

Kaynak: Economic Report of the President, Corporate Profits by Industry, 2008’den aktaran Foster, 2008: 67.

Sweezy’ye göre, kapitalizmin yakın tarihinde (1974-75 ile başlayan dönemle birlikte) üç önemli eğilim söz konusudur. Bunlar; toplam büyüme oranının azalması, tekel ya da oligopol çokuluslu şirketlerin dünya çapında yayılması ve sermaye birikim sürecinin finansallaşması (Sweezy, 1997). Kapitalizmde iktisadi etkinliğin ağırlık merkezinin üretimden finansa doğru kayması olarak tanımlanabilecek finansallaşma (Foster, 2008: 45), özellikle 1970’li yıllardan başlayarak, üretime dayalı kapitalizmde

121

gerçekleşen içsel sorunlara yönelik bir çözüm çabası olarak ön plana çıkmaya başlamıştır.

Sermaye fazlasının emilmesi, kârlılığın azalması ve talep eksikliği sorunları bu içsel sorunların en önde gelenleridir. Her ne kadar bir geçiş ya da tercihten ziyade zorunluluk olarak tanımlamak daha doğru olsa da (Harvey, 2010: 40), finansallaşma bu üç sorun için de kritik çözümler sağlıyordu. Bir diğer deyişle, küresel sermaye gruplarının spekülasyon temelli ve kısa vadede kârlılığı artırabilecekleri finansal sermayeye yönelişleriyle dönemin iktisadi bunalımı birbiriyle doğrudan bağlantılıdır. Bu ilişkiyi bir simbiyoz olarak tanımlayan Foster’a göre, ekonomik durgunluk kapitalistlerin para sermayelerini korumak ve genişletmek için finansın büyümesine giderek daha fazla bağımlı hale gelmelerine neden oldu (Foster, 2008: 55). Bu sayede, öncesinde karlılığını imalat sanayisi yoluyla gerçekleştiren sermaye, artan bir ivmeyle finans alanına yerleşerek kârlılığını bu yolla artırmayı başardı (Bkz. Şekil 11).

Şekil 11: ABD Şirketlerinin Kârlarının Kaynaklarında Ters Dönme (1945-2010)

Kaynak: Ray Dallo, Bridgeway Associates’ten aktaran Harvey, 2010: 32.

Sermayenin finansallaşması bir yandan durgunluk, azalan kârlılık ve talep yetersizliği gibi sorunlara çözüm üretiyormuş gibi görünse de, kaçınılmaz olarak gelir eşitsizliği ve sömürüyü yeniden üretmiştir. Bankacılık, kredi ve konut ödenci piyasasının

122

güçlenmesi ile birlikte ortaya çıkan tablo, bu konuya ciddi bir örnek teşkil etmektedir.

Öyle ki, ABD’de ortalama hane halkı borcu 1980 yılında 40 bin dolar iken, bu sayı 2010 yılında 130 bin dolara yükselmiştir (Harvey, 2010: 27). Ayrıca konut piyasasındaki talep yokluğunun çözümü de yine finansallaşma yoluyla aşılmıştır. Düzenli geliri olmayan insanlar, finans kurumları tarafından krediler yoluyla finanse edilmiş, böylece hane halkının konut talebinin temeli oluşturulmuştur (Harvey, 2010: 27).

Kapitalizmin 1970’lere gelince yaşadığı açmazın ve artık denetleyemez hale geldiği çelişkilerinin tetikleyicisi, sistemin katılığı olmuştur (Harvey, 2012a: 165). Bu soruna verilen yanıt bir yandan çözüme ilişkin mantıksal bir karşılığı içerirken diğer yandan kapitalist sistemin öncülleriyle de uyum içinde olma niteliğine sahiptir: Esneklik.

Sermayenin zaman ve mekânda sınırsız mobilizasyonu, bu boyutlardaki olası tüm engellerin kaldırılması, pazarın genişlemesi gibi amaçlarla kusursuz bir uyum içindeki esneklik, neoliberal paradigma değişiminin ana temasını oluşturmuştur.

Esneklik konusu çalışmanın bu noktasında dört boyutuyla incelenecektir. Bunlar sırasıyla mekân, emek, sermaye ve zaman boyutlarıdır. Bu değişimler sonucu kapitalizmin bu yeni işleyiş yöntemiyle birlikte, emek süreçleri, mekânsal organizasyon, kültürel ve toplumsal yapı da yeni bir yapıya bürünmüştür. Bu dönüşüm ise, sermayenin çıkarları doğrultusunda gerçekleşmiş ve ortaya çıkan yeni düzen sermayenin öncülüğünde şekillenmiştir. Bir diğer deyişle, kapitalizmdeki kriz, bir düzeltme operasyonunu gerçekleştirme işlevine hizmet etmiştir (Boratav, 2009: 194).

Emek rejiminin dönüşümü ve esnekleştirilmesi, neoliberal birikim rejiminin en temel politikalarından birisidir. Sermayenin azalan kârlılığını artırmada en basit taktiği olan emek gücünün değersizleştirilmesi, bu yeni işgücü rejiminin ve sermaye-emek ilişkisinin de teorik altyapısını oluşturmaktadır. Campbell’a göre (2014: 321-322) sermayenin emek gücüne yönelttiği ve aralarındaki ilişkiyi yeni bir boyuta taşıyan ciddi somut saldırılar olmuştur: Bunlardan ilki, denizaşırı üretimin ve ithal girdi alımını

123

artmasıyla birçok ülkede işsizliğin artmasıdır. İkincisi, sermayenin emek üzerinde ücret dondurma ya da kesinti yapma uygulamalarına zemin hazırlamasıdır. Üçüncüsü, yeni işe girenlerin eskiye oranla daha düşük ücret karşılığında çalışmasına sebep olan iki kademeli ücret yapılarının ortaya çıkmasıdır. Örneğin bu sistemle yeni alınan bir işçi yarı ücretle işe başlatılıp yıllarca bu şekilde çalıştırıldıktan sonra tam maaşa hak kazanabiliyordu.

Harvey’e göre (2015: 177-178) ise bu değersizleştirme saldırısı iki koldan gerçekleşir. İlk olarak işçi sendikalarının gücü devletin de yardımıyla dizginlenir ya da tamamen ortadan kaldırılır. Örneğin, sendikalı işgücü oranı 1945’te %35 iken, 1955’te %33’e, 1960’ta

%31’e, 1970’te %27’ye ve 1980’de %23’e düşmüştür (Campbell, 2014: 320). İkincisi ise emek piyasasının zamansal ve mekânsal dönüşümüne ilişkindir. Sermaye coğrafi hareket avantajını, ucuz emek gücü bulma konusunda da kullanarak kârlılığını artırır. Bu yeni rejimin yarattığı işgücü piyasasında üç tür istihdam yapısı öne çıkar (Harvey, 2012a: 173-174): Tam zamanlı ve kalıcı bir şekilde istihdam edilen çekirdek işgücü, vasıf gerektirmeyen bedensel işler içeren ve her an bulunabilecek ve tam zamanlı çalışan personellerin oluşturduğu çevre işgücü ya da taşeron işçilerin, kısmi zamanlı çalışanların oluşturduğu ve daha düşük iş güvencesine sahip çevre işgücü. Emek gücünün mübadele ekseninde yeniden tanımlanması ise mekân üzerinde bir hareketlilik yaratmış, pek çok insan işgücüne ihtiyaç duyulan mekânlara göç ederek buralarda yoğunlaşmışlardır (Yırtıcı, 2005: 38). Dolayısıyla emek üzerindeki esnekleştirme ve metalaştırma süreçleri, mekânsal yapılanma ve dönüşümlerle de doğrudan bir ilişki içindedir.

Tablo 4: Fordist ve Esnek Üretim’de İşgücünün Karşılaştırılması Fordist Üretim’de İşgücü Esnek Üretim’de İşgücü -Her işçinin bir işten sorumlu

olması

-Belirli kıstaslara göre eşit ücret -Yüksek uzmanlaşma düzeyi -Kısıtlı düzeyde, işbaşında eğitim -Düşey işgücü örgütlenmesi -Sendikalaşma

-Çok işte sorumluluk

-Kişisel beceri ve başarıya dayalı ücret düzeyi

-Görev sınırlandırmalarından kaçınma -Uzun süreli, işbaşında eğitim

-Yatay işgücü örgütlenmesi -Sendikaların önemini kaybetmesi Kaynak: Eraydın, 1992: 27.

124

Neoliberal yapılanma ile birlikte güvenceli çalışma olanakları azaltılırken, sözleşme tabanlı, geçici ve belirsiz süreli istihdam yapısı sistemli bir şekilde dayatılmaktadır. Bir diğer deyişle, yeni emek piyasasında asgari ücretlerin reel değerleri düşmekte, sendikal haklar zayıflamakta ve güvencesiz bir emek ortamı yaratılmaktadır (Palley, 2014: 49). Örneğin, gelişmekte olan ülkelerde uygulanan yapısal uyum politikaları neticesinde işsiz kalan milyonlarca kişi bir yandan sosyal güvenlik ağının dışına itilirken diğer yandan işe girmek istediğinde kısa süreli sözleşmeli, güvencesiz, taşeron firmalar dâhilinde düşük ücretli işlere mecbur bırakılmıştır (Chang, 2014: 417).

Emek gücü bir bakıma ‘kullan at’ işçiliğe dönüşmüş (Harvey, 2015: 178), sermayenin emek üzerindeki denetim gücü hiç olmadığı kadar artmıştır. Aslında burada gözlemlenen şey, emeğin kapitalizmin tarihinde hiç olmadığı kadar metaya indirgenmesidir.

Dolayısıyla, esnekliğin istihdam rejimine yansıması, sermayeyi odağa alan, sınıfsal temelli, metalaştırıcı ve eşitsizliği artıran bir nitelikte gerçekleşmiştir.

Yaratılan yeni emek gücü rejiminin mekânsal yansıması da çarpıcı olmuştur.

Sermayenin mekân üzerindeki esnekliğini oluşturan ve artıran olguların başında, finansallaşma ve uluslararası iş bölümündeki değişim gelmektedir. Sanayi üretiminden finans kapitale geçiş, sermayenin mekânsal zincirlerinden kurtularak küresel boyutta karlılık arayışına temel oluşturmuş, bu sayede birikim rejiminin esnekleştirilmesi söz konusu olmuştur. Sermaye, küresel ölçekte artan hareket kabiliyeti bağlamında kentleri yatırım alma yarışına çekmiş, hem kentler arasında hem de kentlerin içinde mekânsal düzensizlikler, eşitsizlikler üretmiştir. Mekân organizasyonunda ve istihdam yapısındaki köklü değişim, kaçınılmaz olarak birey, toplum ve kültür açısından da yeni bir düzlem yaratmıştır. Bu değişimler de farklı bir toplumsal yapı ve gündelik hayatın yaratılmasını tetiklemiştir.

Esnekliğin zamansal boyuttaki yansıması ise, teknolojik gelişmelerle koşut olarak sermayenin üretimi, tüketimi ve sermayenin yeniden üretimini örgütleme gücündeki

125

artışla ilgilidir. Teknolojik yenilik ve buluşlar sayesinde sermaye dünya piyasasındaki faaliyetlerini genişletme ve yoğunlaştırma fırsatına da kavuşmuştur (Jessop, 2016: 7). Bir diğer deyişle, kapitalizmde kârlılık için çok hayati olan devir hızı, teknolojik gelişmelerle ve üretim tarzındaki yeni açılımlarla (stoksuz, anında -just in time- üretim gibi) artırılmıştır. Hatta bu hız artışı, kendisini kaçınılmaz olarak tüketimde de göstermiş, çok çabuk değişen modaların imajın ve geçiciliğin dayatılmasıyla hem tüketim örgütlenmiş hem de kültürel metalaşma, postmodern estetik çerçevesinde yaşama geçirilmiştir.

(Harvey, 2012a: 180).

Sanayisizleştirme, finansallaşma ve esnekleştirme, Fordist üretim tarzının kapitalist çerçevede etkinliğini ve verimliliğini kaybettiği noktada, sermayenin özel sektör alanındaki ana çözüm yolları olarak ön plana çıkmıştır. Bu durumun kamusal alan yansıması -ileride ayrıntılı olarak incelendiği üzere- özelleştirme, kuralsızlaştırma, yapısal reformlar ve devletin rolüne yönelik iken toplumsal ve mekânsal yansımaları ise, yukarıda sayılan dönüşümlere koşut olarak gerçekleşen, kent mekânı ve kültürünün metalaşması, kültürel ve toplumsal tektipleştirme, gündelik hayatın metalaşması, kamusal alan kaybı, kentsel yönetişim, yeni kentsel politikalar, mekânsal ayrışma, siyasal düzlemden uzaklaşma, artan gelir eşitsizliği, yalıtık birey gibi, günümüz kentlerinde gözlemlediğimiz durumlardır. Tüm bu dönüşümlerin ana teması ise, piyasa egemenliğinin ve mantığının/etiğinin temel çözüm reçetesi olduğuna ilişkindir.