• Sonuç bulunamadı

II. BÖLÜM: NEOLİBERAL İDEOLOJİ’DE SERMAYE-MEKÂN İLİŞKİSİ VE

2.4. Neoliberal Dönüşümün Esasları

2.4.5. Kent Yönetiminin Neoliberalizasyonu

136

üstlendiği, özel sektörün ise kârı topladığı” (2012b: 417) bir model olarak tanımladığı KÖİ, yerel yönetim birimleri ile sermaye arasında gerçekleşen bir işbirliği modeli olarak ön plana çıkmıştır.

Yukarıda da değinildiği üzere, planlamadan proje odaklı bir yönetsel anlayışa geçiş konusu, bu model çerçevesinde somutlaşarak kent yönetimi, rekabet ve girişimcilik odaklı bir sermaye çekme yarışına evrilmiştir. Piyasa ve değişim değeri odaklı neoliberal ideolojiyle tam uyum içerisinde olan bu geçişle birlikte sermayenin mekân üzerinden kendini yeniden üretmesinin kolaylaşması da bir diğer önemli değişimi işaret etmektedir.

Öyle ki, Harvey’e göre “ bu kamu-özel ortaklığı, öncelikli ekonomik ve siyasi amaç olarak, belirli bir yöredeki koşulları geliştirmeye değil, yerin spekülatif inşası ile gelen yatırım ve ekonomik gelişmeye odaklanmıştır” (2012b: 418). Dolayısıyla kentsel rantın üretilmesi ve el konulması açısından KÖİ, neoliberal yönetsel anlayış açısından son derece kullanışlı bir model olarak ön plana çıkmıştır.

137

kaymıştır. Söz konusu dayatma süreci, gelişmekte olan ülkelerde IMF ve Dünya Bankası’nın neoliberal kentsel yönetişime uygun hareket edenleri ödüllendirip aykırı hareket edenleri cezalandırması yoluyla işlerken, gelişmiş ülke kentlerinde ise bu rolü finansallaşmanın getirdiği şartlar yerine getirmiştir (Hackworth, 2007: 18). Kentlerin yönetimindeki temel vurgu emeğin yeniden üretiminden sermayenin yeniden üretimine kayarken, aynı zamanda kentlerde kullanım değerinden ziyade değişim değeri odaklı bir şekillendirmeye geçiş söz konusu olmuştur (Kaçar, 2008: 38).

Neoliberal dönüşümün kent yönetimi anlayışında yarattığı dönüşüm incelendiğinde, piyasa mantığının egemenliği ve olası tüm alanlara entegrasyonu hedefine yönelik bir sürecin varlığı göze çarpmaktadır. Teknolojik gelişmeler ve bunların özellikle finans piyasasındaki olumlu yansımaları sayesinde yerel yönetimler aktif birer piyasa katılımcısı olarak tanımlanmış ve küresel sermaye ilişkileriyle doğrudan/yüz yüze ilişki kurma ‘şansına’ erişmişlerdir. Bu yeni rolün gereksinimlerine uygun olarak yerel yönetimler ulus ölçekli karar alma mekanizmalarından soyutlanarak hem içerde hem dışarda ‘bağımsız’ bir yönetsel anlayışı içselleştirmişlerdir. Ancak bu süreç, yukarıda da değinildiği üzere bir üst belirlenim ve dayatma yöntemiyle eşzamanlı giderek, deyim yerindeyse, yerel yönetimlere başka bir yol bırakılmamıştır. Hackworth’e göre (2007: 22-23) bu yöntemin uygulanış aşamasında şu kritik gelişme ön plana çıkmıştır: İlk olarak yerel yönetimlerin yetkileri artırılırken27 gelirleri azaltılmış ve borçlanmaya yönlendirilmiştir. Söz konusu borçlanma uluslararası finans sermayesince karşılandığı için de yerel yönetimler küresel ekonomik düzendeki kararlara karşı aşırı hassas hale gelmişlerdir. Bir diğer deyişle yerel yönetimlerin borçlanması geleneksel yöntemden ayrılarak daha oynak/tehlikeli bir zeminde işleyen, doğrudan finans sermayesi kuruluşlarıyla muhatap olma durumuna geçilmiştir.

27 Bu noktada yapısal uyum programlarının dayattığı mali disiplin, kamu harcamalarının kısılması ve yerel yönetimlere yönelik ‘yönetişimci’ politikalar temel belirleyiciler olmuşlardır.

138

Yerel yönetimlere dayatılan yeni iktisadi düzenin bir diğer boyutu girişimci olma zorunluluğudur. Aktif ve ‘bağımsız’ özneler olan yerel yönetimlerin bu zorunluluğunu besleyen üç unsurun varlığından söz edilebilir. İlk olarak, artan borçlanma ve bütçe açıklarıyla mücadele etmek durumunda bırakılan yerel yönetimler bu sorunun çözümü için piyasaya kanalize edilmiştir. Dahası, her katılımcı, piyasa ortamının gereği olarak faydasını ençoklaştırmaya çalışan hamleler yapmakla yükümlü olduğu için yerel yönetimler de piyasada etkin ve verimli olma adına bu yükümlülüğe uygun hareket etmek durumunda kalmışlardır. Böylece, piyasada farklılaşmanın gereği olarak rekabet temelli politikalar ve buna bağlı olarak yatırım çekme yarışı, ikinci ve üçüncü unsurları oluşturmuştur.

Kent yönetiminde neoliberal temalı dönüşümün hem kent yaşamına hem de kent mekânına (mekânsal dağılım, mekân organizasyonu gibi) yansıması çarpıcı olmuştur. Söz konusu unsurların politika araçları, kent mekânını arsa spekülasyonu ve toprak rantı çerçevesinde metalaştıran ve değişim değeri temelli piyasa anlayışının gereğine koşut olarak uygulanmıştır. Bu noktada göze ilk çarpan, kentsel ya da ulusal ölçekli planlamadan proje odaklı bir yönetsel anlayışa geçiştir. Bu geçiş, sermayenin zamansal-mekânsal sınırları aşma eğilimi, mümkün olan en kısa sürede dolaşımını gerçekleştirmek ve karar alma süreçlerindeki zorlaştırıcı etmenleri (imar değişikliği prosedürü gibi) bertaraf edebilmek için gerekli bir adımdır. Kent mekânı ve yönetimi üzerindeki bu gerekliliği ‘gerektiren’ ise, Harvey’in temel tezinde öne sürdüğü üzere (2012b: 408-435), sermayenin azalan kârlılığını ve aşırı birikim sorununu çözmek için kentsel mekânı kullanmasıyla ilgilidir. Kent yönetimi anlayışının değişim değeri eksenli yeniden üretimi ve sermayenin kenti mekânsal olarak yeni bir kârlılık alanı olarak değerlendirmesi ile birlikte hem kent mekânı hem de kentsel yaşamın özgün unsurları metalaşma ve piyasalaşma süreçleriyle karşı karşıya kalmıştır. Öyle ki, neoliberalizmle gerçekleşen bu

139

dönüşümle beraber, kentsel sistem giderek daha yoğun bir şekilde piyasa ilişkileri içine çekilmiştir (Doğan, 2002: 89).

Yeni faaliyet alanı hem kentsel hem ulusal hem de ulus üstü ölçekte gerçekleşen ve zaman-mekân kısıtlamalarından kendini soyutlamayı başaran sermayenin etkinliği, kentsel yönetim anlayışının bu yeni sisteme eklemlenmesi ihtiyacını da beraberinde getirmiş ve kentler aktif birer piyasa aktörü olarak yeniden tanımlanmışlardır. Bu doğrultuda, her piyasa katılımcısının yapacağı üzere kentler de kârlılık ve rekabette üstünlük arayışına yönelmişlerdir. Bu arayışlar ise kentsel politik iklimi önemli ölçüde değişime uğratmıştır. Öyle ki, öncesinde kentsel kamusal hizmetleri sağlama gibi geleneksel faaliyetler yürüten kent yönetimleri, sermaye yatırımları çekebilmek ve kentin ekonomik konumunu bir bütün olarak avantajlı hale getirmek adına çok çeşitli teşvikler ve politik düzenlemelere yönelmişlerdir (Leitner, 1990: 147-150).

Kentleri girişimciliğe kanalize eden neoliberalizmin bunu hangi yollarla gerçekleştirdiği, kent mekânındaki değişimleri anlamada kritik bir noktayı oluşturmaktadır. Bu soruya yanıt arayan Peck ve Tickell’ a göre (2002: 394-395), şu unsurlardan söz etmek mümkündür:

 Neoliberalizm, ‘önce büyüme’ yaklaşımını hem teşvik ederek hem de normalleştirerek kent yönetimlerine dayatmaktadır.

 Piyasa mantığının doğallaştırılması ve siyasa üretme anlayışında baskın hale gelmesi söz konusudur.

 Neoliberalizm bir yandan özelleştirme, serbestleştirme, düzenleme dışı bırakma gibi yolları kullanırken diğer yandan belediyelerin borçlandırılması ve rekabete yönlendirilmesi ile alternatif yolların kullanımını da engellemektedir.

 Rekabet odaklı kentleşme sürecinde geride kalan kentler, iktisadi yaptırımlarla cezalandırılmaktadır.

140

Bu noktada altı çizilmesi gereken bir konu da, söz konusu dönüşümle birlikte yerelde karar alma süreçlerinin sermaye lehine yeniden üretimiyle ilgilidir. Kentteki politik atmosfer ve politika oluşturma sürecinin ana aktörü artık kentle toplumsal bağı olmayan uluslararası sermaye haline gelmektedir. Bu durum kent yönetiminin, kentliler ve kentsel ihtiyaçlarca belirlenmesini engelleyerek kent mekânındaki toplumsal, siyasal, ekonomik ve kültürel süreçlerin sermaye tarafından değişim değeri odaklı bir üst ölçekli belirlenimini getirmektedir.

Öte yandan, devletin rolünün yeniden üretilmesinde olduğu gibi, kent yönetimlerinde de tümelci planlama anlayışı yerini projelere bırakmış ve özellikle kamu-özel işbirliği yoluyla kentin rekabette öne çıkmasını amaçlayan adımlar ön plana çıkmıştır. Yine ulus devlet ölçeğine benzer olarak riski alan kamu kanadı iken spekülatif kâr, sermaye grupları tarafından sahiplenilmiştir. Yerel kurum ve aktörlere güç olmaksızın sorumluluk yüklenirken uluslararası kurum ve aktörler ise sorumlulukları olmaksızın güç kazanmakta (Peck ve Tickell, 2002: 386) ve bunu bir kârlılık imkânı olarak kullanmaktaydı. Bunlara ek olarak, girişimci ve marka olma amacının kent yönetimlerinde başat hale gelmesinin nedenselliği üzerinde çalışmalar yapan Leitner’e göre, sermaye bilhassa özel sektör yatırımlarının kârlılığını garanti altına alma ve sermaye dolaşımını destekleme amacıyla kent yönetimine baskı uygularken, bir başka koldan ise mali istikrarın sağlanması ve kentlilere kamusal hizmet sunma ve toplumsal düzeni sürdürme konuları baskı unsuru olmaktadır. Sermaye hem karar alma süreçlerindeki iktisadi gücü hem de yerel medya aracılığıyla halk üzerindeki manipülatif yetenekleri sayesinde, kent yönetimindeki belirleyici aktör haline gelmektedir (Leitner, 1990: 156-157).

141

Neoliberal ideolojinin kente bakış açısını aydınlatmak amacıyla Dünya Komisyonu’nun hazırladığı Kentsel Gelecek 21’e Dair Dünya Raporu’nu28 inceleyen Jessop (2002: 465-466), raporun kent-neoliberalizm ilişkisi açısından 4 temel savını şu şekilde sıralamaktadır:

 Kentler uluslararası rekabetin, ekonomik, toplumsal ve siyasal yeniliklerin anahtar aktörü ve iktisadi kalkınmanın motorları olarak görülmektedir.

 Refah devletleri maliyetli ve verimsizdir. Kentte, toplumsal yeniden üretim süreçlerinde gözlemlenen sorunlar, piyasa temelli çözümlerle giderilmelidir.

 Ulus ölçekli ekonomik yapının yaşadığı krizlere yanıt olarak, küresel boyutun önemi anlaşılmalıdır. Bu yapılırken yerel ve bölgesel ölçeğin canlandırılması önemlidir. Kentler, bu küresel ve yerel ölçekler arasında bir arayüz/ortak zemin görevini başarmalıdır.

 Kamu-özel sektör arasındaki işbirliği bu süreçte çok önem taşımaktadır.

Kentsel yönetimdeki ve kapitalizmin kent mekânındaki bu yeni eylemliliğinin en somut yansımaları Yeni Kentsel Politikalar şeklinde adlandırılan siyasa demetinde gözlemlenebilmektedir. Kentlerin markalaşması ve küresel ekonomik düzene tam entegrasyonu temelinde işleyen bu politikalar ile, kent mekânının, rekabet odaklı kentsel anlayışa uygun olarak yeniden yaratılması söz konusu olmuştur (Swyngedouw vd., 2002:

545). Yeni Kentsel Politikalara örnek oluşturan projelere bakıldığında, neoliberalizmin kent ölçeğindeki yansımalarının tamamen korunduğu görülmektedir. Öyle ki, söz konusu projeler incelendiğinde maliyetin ve riskin toplumsallaştırılırken potansiyel faydaların özelleştirildiği sonucuna ulaşılmaktadır (Swyngedouw vd., 2002: 552). Kent mekânına bu müdahale sınıfsal temelli ve kâr odaklı olduğu için de sonuç, toplumsal ve mekânsal ayrışma olmaktadır.

28 World Report on the Urban Future 21, World Commission, 2000, http://www.ub.edu/escult/doctorat/html/lecturas/report.pdf (06.06.2017).

142

Şekil 12: Yeni İktisadi Politika, Yeni Kentsel Politika ve Kentsel Gelişme Projeleri Arasındaki İlişki

Kaynak: Swyngedouw vd., 2002: 548.

Piyasanın ve sermayenin hareket alanının genişlemesi hedefinin temel aracı olan kentlerin, birer piyasa aktörü olarak faaliyet göstermesi, söz konusu dönüşümün doğal sonuçlarından birisi olarak ön plana çıkmıştır. Bu döneme kadar idari bir çerçevede algılanan kentsel yönetim anlayışı, 1970’lerle birlikte ‘tanıtıcı ve girişimci’ bir niteliğe bürünmüş (Harvey, 2019: 173), ‘halkın refahının yerini şirketlerin refahı’ almış ve ‘yerel yönetimin demokratik ve temsile dayalı olma özellikleri’ zayıflamıştır (Harvey, 2015:

55). Yeni Kentsel Politika yaklaşımının temel stratejilerinden olan kamu-özel ortaklığı ise yukarıda da değinildiği üzere, söz konusu dönüşümün somutlaşmasını sağlayarak, kent mekanını bir yatırım, istihdam, rant spekülasyonu ve sermayenin soğrulmasının birincil aracı olarak değerlendirmiştir. Bu sayede kent yönetimlerinin birer piyasa aktörü olarak faaliyet göstermeleri ve markalaşma amacına yönelik olarak girişimci bir niteliğe bürünmeleri mümkün olmaktadır. Bir ‘ortaklık’ olarak görülmesine karşın, piyasadaki faaliyetlerde riskin kamu sektörü, potansiyel getirilerin ve kârın ise özel sektör tarafından

143

üstlenilmesi, kent girişimciliği ve markalaşma politikalarının en belirgin sonuçları olarak ortaya çıkmaktadır (Harvey, 2015: 85; 2019: 180).

Neoliberal iktisadi yaklaşımın başat stratejisi olan esneklik, kent yönetiminin neoliberalizasyonu açısından da aynı ölçüde önem taşımaktadır. Kentsel rekabetin doğası gereği kent yönetimleri, ‘üretim şekilleri, finans ve tüketim akışlarını’ (Harvey, 2019:

188) esnekleştirip, sermayeyi bu noktadan ikna ederek kendine çekmeye çalışmaktadır.

Böylece, emek, üretim ve mekânsal organizasyonun üretimi/yeniden üretimi süreçlerinde uygulanan esnekleştirme stratejisi, kentsel rekabetin de başlıca aracı olarak ön plana çıkmaktadır. Buna göre, esnek birikimin yükselişi kentsel rekabetle doğrudan ilişkilidir çünkü “kentlerarası rekabet yeni ve esnek emek süreçlerinin daha kolay yürütüleceği yeni mekânlar oluşturdu” (Harvey, 2016:358). Harvey, bu durumu bir adım ileri götürerek esnekleştirme ile postmodern kültürel eğilime yönelme arasında da bir bağlantı olduğunu ileri sürmektedir29.