• Sonuç bulunamadı

Süveydâ (Sevda): Gaybı mükâşefe mahallidir; âriflere hakîkî irfan burada ihsân edilir.

Belgede Klasik Türk şiirinde gönül (sayfa 82-97)

Değişimi ve Gelişim

B. Tasavvuf Kaynaklarında Gönül/Kalp

6. Süveydâ (Sevda): Gaybı mükâşefe mahallidir; âriflere hakîkî irfan burada ihsân edilir.

7. Mühcetü’l-kalb: İlâhî nurların tecelli mahallidir; mürşidlere yüce irşâd görevi burada ihsân olunur.” (Uludağ, 2005:205; Ceylan, 2000:233).

Yukarıda kısaca tasavvufun temel amaçlarından, bu amaçlara ulaşmanın yolu olarak görülen seyr ü sülûktan ve kalbin yedi tavrından bahsedilmiştir. Şimdi de kalple ilgili belli başlı tasavvuf terimleri sözlüklerindeki40 bilgilere ve

mutasavvıfların bu konuyla ilgili beyanlarına bakalım:

Kâşânî (2004:457), kalbin tanımını “Ruhânî ruhun huylarında gerçekleşen itidâl…” olarak verir.

Uludağ, kalbin tanımını şu şekilde yapmıştır:

“1. Çevirme, döndürme, değiştirme. 2. Gönül (fars. dil) vicdan. 3. tas. a) İlâhî hitabın mahalli ve muhatabı. b) Marifet ve irfan denilen tasavvufi bilginin kaynağı, keşf ve ilham mahalli. c) İlahi genişlik mahalli; Allah’ın evi, yere ve göğe sığmayan Allah’ın içine sığdığı yer. d) Tecelli aynası, ilâhî isim ve sıfatların en mükemmel şekilde tecelli ettiği yer. e) Kalp gözü. Bu gözle insan gayb ve ilahi âleme ait huşuları görür. f) Kalb-i vücut, varlığın kalbi, insan-ı kâmil” anlamlarındadır (Uludağ, 2005:205).

Ethem Cebecioğlu’nun Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü’nde kalple ilgili şu bilgiler verilmiştir:

“Arapça, bir şeyin altını üstüne getirmek, çevirmek, vs. gibi anlamları ihtiva eden bir kelimedir. Biyolojik ve anatomik olarak insan göğsünün sol tarafında bulunan çam kozalağına benzeyen bir et parçasıdır. Ana rahminde, insan varlığının jinekolojik oluşum sürecinde meydana gelen (gebeliğin üçüncü haftasının sonunda) ilk organdır. Tasavvufi olarak kalb; insanın mahiyeti, madde ile mânânın birleştiği yer, akıl, ruh, Allah’ın tecellî ettiği mahal, İlâhî latîfe gibi çok yönlü manaları ifâde eder. Biyolojik manadaki kalb, insanda olduğu gibi, hayvanlarda da bulunur. İkinci anlamdaki kalb ise, sadece insanda bulunur ve insanı hayvandan ayıran özelliktir…”

[http://tasavvufkitapligi.com/i/uploads/429779tasavvuf-terimleri-ve-deyimleri- sozlugu.pdf (ET. 30.05.2016)].

Ünlü mutasavvıflardan İmâm-ı Gazâlî (1972:8, 9, Cilt:6)’ye göre kalp kelimesinin iki anlamı vardır: Bunlardan birincisi, göğsün sol tarafına konulmuş olan çam kozalığı şeklindeki bir et parçasıdır. İçinde oluğumsu boşluklar vardır ve o boşluklarda simsiyah bir kan bulunur. Burası ruhun maddesi ve kaynağıdır… Bu kalp hayvanlarda belki ölülerde de vardır. Gazâlî, herhangi bir dinî gayeye bağlı olmadığı için bu anlamdaki kalbin şeklini ve keyfiyetini izah etmek niyetinde olmadığını, bunun doktorların vazifesi olduğunu, söyler. İkincisi ise; rabbani, ruhani bir latife ve incelik olup onun bu cismani kalple bağlantısı vardır. İşte bu latife insan oğlunun hakikatidir. İdrak eden, bilen ve kavrayan odur. Muhatab olan, cezalandıran, kınanan ve sorumlu tutulan da odur. Onun cismani kalble alakası vardır. Ancak insanların pek çoğu bu ruhi kalp ile cismani kalbin arasındaki alakayı idrak etmek konusunda hayrete düşmüştür… Gazâlî; kalbin, “cismânî kalple ilişkisi bulunan rabbânî bir lâtife” olduğunu söylemekle birlikte iki manadan dolayı açıklamaktan çekindiğini söyler. Ona göre, birincisi bu konuyu açıklamak mükâşefe ilimleriyle ilgilidir. İkincisi, bu konuyu açıklamak, ruhun sırrını açıklamayı gerektirmektedir. Ancak ruh sırrının ifşası, Hz. Peygamber’in bile hakkında konuşmadığı bir konudur. Bu bakımdan Hz. Peygamber’in hakkında konuşmadığı bir konuyu başkalarının konuşmaya yetkisi yoktur. Gazâlî, kitabında kullandığı kalb kelimesinden maksadının bu rabbani ve ruhani latife olduğunu, gayesinin de bunun zatının hakikatini değil; vasıf ve hallerini zikretmek olduğunu belirtir. Çünkü ona göre muamele ilmi kalp ve ruhun hakikatinden söz etmeye değil; sıfatlarının marifetine ve hâllerini anlamaya muhtaçtır.

Gazâlî’nin kalb için, “cismânî kalple ilişkisi bulunan rabbânî bir lâtife” sözünden de anlaşılacağı üzere bir et parçası olan yürek ile rabbânî lâtife olarak görülen gönül arasında yakından ilgi bulunmaktadır. Ayrıca yukarıda ayetler ve hadisler arasında zikrettiğimiz “Göğüslerde bulunan kalplerin kör olabileceği” (el- Hac/46) ile ilgili ayet ve Peygamberimizin kalbin bulunduğu yeri işaret ederek: “Allah sizin suretlerinize ve kalıplarınıza bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize

bakar. Takva şuradadır” dediği rivayet edilen hadis ile “Haberiniz olsun, cesette bir et parçası var ki eğer o sağlıklı olursa, cesedin tamamı sağlıklı olur, eğer o bozulursa, cesedin tamamı bozulur. Haberiniz olsun bu et parçası kalptir.” hadisi, cismani ve ruhani kalbin, yani yürek ve gönlün bir şekilde birlikteliğini göstermektedir, denilebilir.

Yürek ve gönlün birlikteliği konusunda âlimler, farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Gazâlî’nin yanı sıra yürek ve gönül arasında bir ilişki olduğu yönünde görüş bildiren âlimlerden biri de Elmalılı Hamdi Yazır’dır. Elmalılı da Gazâlî gibi kalbin, yürek ve gönül manalarına geldiğini, yani iki manada kullanıldığını belirtir. İlki tıp ilminin meşgul olduğu, bedeni ve yeri belli olan kalptir. Buna Türkçede ‘yürek’ denir. İkincisi ise ruhani, ilahi bir lütuf olan ve bütün şuur, vicdan, sezgi ve duygularımızın, düşünme kuvvetimizin kaynağı yani manevi âlemimizin merkezi olan, yeri belli olmayan kalptir ki ona ‘insan ruhu’ da denilir. İnsanın asıl gerçeği işte bu kalptir. Ona göre şüphesiz mekânsız olan bu ruhani kalbin, bütün beden ve cisim olan kalp ile bir ilişkisi bulunmaktadır. Yani ruhani kalbin, cismani kalple bir ilgisi olduğu açıktır (Yazır, ty:193, Cilt: I).

Elmalılı Hamdi, cismani ve ruhani kalp arasındaki ilişki için ayrıca şunları söyler:

“Bedenimizde, dışa ait hareketlerin izlenimlerinden etkilenen ve onları alan aletlerimiz, açık duygularımız, sinirlerimiz, beynimiz olmakla beraber, bunların cereyanının bedendeki kendi hareketimizin kıymetine borçlu olduğu ve bu şahsî hareketin bizzat hareket eden, bedene ait kalpte bulunup ondan başladığı ve bunun hastalığı hâlinde, hissî üzüntülerin, gizli kederlerin ilgisinin de açıkça görüldüğü yönden, harekete başlayarak şuurun kaynağını birleştirmek için, ruhânî kalbin ilk ilgisini de cisim olan kalbe bağlamak, hem tabiî hem de - hemen her dilde denecek derecede- ikisinin de aynı isimle anılagelmiş bulunmasından anlaşılan, genel bir fikir birliğine uygun olduğunda şüphe yoktur” der. (Yazır, ty:194, Cilt: I).

Yukarıda da bahsedildiği üzere Gazâlî; kalbin, “cismânî kalple ilişkisi bulunan rabbânî bir lâtife” olduğunu söylemekle birlikte manasını açıklamaktan çekindiğini söylemiştir. Gazâlî gibi İmam-ı Rabbânî de kalbin mahiyetinin bilinebileceğini; fakat bu ilme herkesin vâkıf olamayacağını söyler. Ona göre bu ilme vâkıf olmak ancak tasavvuf yolundaki mertebeleri etraflıca ve tamamen geçip, nihayete varan evliyanın büyüklerine nasip olur. Âlem-i emrin bilgilerini ve dolayısıyla onun birinci basamağı olan kalp ilmini anlatmak yasak edilmiştir. Çünkü bunlar çok ince bilgilerdir ve dinleyenler yanlış anlar (İmâm-ı Rabbânî, 1968:68,69).

Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın bu konudaki görüşleri Gazâlî ve İmam-ı Rabbânî’ye benzerlik gösterir. İbrahim Hakkı, kalbin mahallinin lahm-ı sanavber olduğunu (çam kozalağı şeklindeki et parçası) lakin kendisinin mahal ve mekândan, ayıp ve noksandan berî olduğunu söyler. Ona göre, kalbin libâsı nâsûtî, kendisi ise lâhûtîdir. Bununla birlikte kalbin mahiyeti hakkında “Onu bilen demez, söyleyen bilmez” demiştir (İbrahim Hakkı Erzurûmî, 1330:294; Ergül, 1998:50). Nitekim onun, gönlün hakkıyla vasfedilemeyeceğine dair yazmış olduğu gazelin ilk beyti şöyledir:

Vaṣf-ı lisān senüñledür vaṣf idemem göñül seni Nuṭḳ u beyān senüñledür vaṣf idemem göñül seni

(Erzurumlu İbrahim Hakkı, G/302/1/349)

Kalbin sözle ifadesinin mümkün olamayacağını ileri süren mutasavvıfların yanı sıra kalbi tanımlamaya çalışanlar da bulunmaktadır. Kalbi tanımlamaya çalışanlardan biri de Hakîm et-Tirmizî’dir. Tirmizî, Kalbin Anlamı41başlıklı eserinde

sadr, kalp, fuâd ve lübb kelimelerinin tasavvufi anlamlarını ve birbirleriyle olan ilişkilerini konuyla ilgili ayetlerin yorumlarına dayandırarak geniş bir şekilde ele almıştır. Tirmizî’nin bu konudaki görüşleri şunlardır:

41 Eserin özgün adı: “Beyanü’l-fark beyne’s-sadri ve’l-kalbi ve’l-fu’adi ve’l-lübbi” dir. Bk. (Tirmizî, 2009: 2).

“Kalp, insanın içinin ve derinlerinin bütün derecelerini kendinde toplayan genel anlamlı bir addır. İnsanın içinde bir kısmı kalbin dışında bir kısmı kalbin içinde bulunan birtakım yerler vardır. Bu bağlamda, kalbe en çok benzeyen kelime (göz anlamındaki) ‘ayn’ kelimesidir. Göz (ayn) kelimesi, iki göz kapağı arasındaki beyazlık ile siyahlığa işaret ettiği gibi gözyuvarlağını ve onun içindeki ışığı da içeren çok anlamlı bir kelimedir. Söz konusu şeylerin her birinin kendi başına bir hükmü ve eşanlamlı diğer kelimede bulunmayan bir anlamı vardır. Bununla beraber bu anlamların bir kısmı diğerlerine yardımcıdır. Dışta olan her şey, içte kendisinden sonra gelen kısmın esasıdır. Gözdeki ışık (başka bir ifadeyle görme yeteneği) bütün bu kısımların fiilen var olmasıyla var olabilir.” (Tirmizî, 2009:15).

Tirmizî, kalp kelimesinin bâtıni makamlar olarak belirttiği sadr, kalp, fuâd ve lübb kavramlarının bütününü ihtiva eden çok anlamlı bir kelime olduğunu ifade eder. Bununla birlikte “kalp, genel anlamından ayrı olarak bâtıni makamların ikincisinin de adıdır ki dışı ‘sadr’; içi de ‘fuâd’ ve ‘lüb’dür” (Ergül, 1998:51).

Tirmizî kalp kelimesinin çok anlamlılığını belirtmek için göz kelimesinin yanı sıra ev, harem, kandil ve ceviz kelimeleriyle de benzerlik kurar ve bu benzetmeler üzerinden bâtıni makamlar arasındaki ilişkiyi anlatır. Buna göre ceviz benzetmesinden hareketle Tirmizî’nin görüşlerini şu şekilde verebiliriz:

Sadr, göğüs anlamındadır ve bir mekân olarak kalbi barındıran yerin adıdır. Bu yönüyle kalbin evi gibidir. Aynı zamanda Tirmizî (2009:17, 18, 61)’ye göre sadr ile kalp arasındaki ilişki ceviz ile cevizin dış kabuğunun ilişkisi gibidir. Ceviz kuruduğunda, o dış kabuktan ortaya çıkar. Sadr, kuruntu ve tehlikelerin kalbe giriş yeridir. Kötülüğü emreden nefsin yönetim yeridir. Bazen daralır, bazen de genişler. Tirmizî, bu durumu kenelerin, böcek ve sineklerin cevizin dış kabuğuna konmasına benzetir. Kabuk, cevizin dış tarafıdır ve parçalandığında küçük canlılar cevizin içine girebilir… Ayrıca sadrın nurunun bir bitimi varken kalbin nurunun herhangi bir bitimi, sonu veya kesilmesi söz konusu değildir…

Tirmizî (2009:18, 19)’ye göre kalp, sadr’daki ikinci duraktır. Bu yönüyle dış kabuğa göre cevizin iç kısmına benzer. Kalp, iman nurunun, Allah korkusu, sevgisi, Allah’tan sakınma duygusu, kesin inanç, razı olma, ümit, sabır ve kanaatin yeridir. Aynı zamanda bilginin esaslarının kaynağıdır. Kesin inanç, bilgi ve niyet kalpten taşıp sadra çıkar. Bu durumda kalp, kök; sadr ise daldır. Kalp, Allah’ın bir rahmeti olarak, nefsin kontrolü altında değildir. Çünkü kalp hükümdar, nefs ise ülkedir.

Tirmizî (2009:20, 66), fuâdın üçüncü yer olduğunu söyler. Buna göre fuâd, cevizin içindeki özdür. Fuâd, bilginin ve düşüncelerin olduğu yerdir. Aynı zamanda görme de burada gerçekleşir. İnsan bir şey öğrendiğinde önce fuâd denilen yer öğrenir, sonra kalp öğrenir… Fuâd ismi, kalp isminden daha incedir. Bunların anlamları, Rahman ve Rahim isimlerinin anlamları gibi birbirine yakındır. Rahman, kalbin koruyucusudur. Çünkü kalp, imanın kaynağıdır. Mümin, imanının doğruluğuyla Rahman’a tevekkül gösterir.

Fuâdın içinde lübbün durumu ise cevizin özünde saklı bulunan yağ gibidir. Bu yer, birleme nurunun yeridir ve aynı zamanda Hakk’ı ayrıştırmanın da yeridir. Söz konusu nur, en yetkin nurdur ve en yüce otoritedir (Tirmizî, 2009:21).

Tirmizî, kalbin kalp diye isimlendirilmesinin nedeninin, hızlı bir şekilde başkalaşması olduğunu ifade eder ve şu sözlerle devam eder:

“Bir hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: ‘Kalbin durumu, boş bir yerdeki tüye benzer (rüzgârın etkisiyle hareket eder).’ Hz. Peygamber, bu hadiste kalbini imanda sabitleyip- hızlı değişse bile- onu imana sevk etmesi sayesinde Hakkın zayıf ve biçare kuluna dönük ihsanının bir yönüne dikkat çeker. Bu sayede kul, Allah gücü ve yardımı sayesinde doğru yoldan ayrılmaz.” (Tirmizî, 2009:63).

Kalbin değişken bir yapısının olduğunu söyleyen bir diğer önemli isim, Yunus Emre’dir. Nitekim şair, aşağıda ilk beytini verdiğimiz ‘olur’ redifli gazelinin tamamında kalpteki bu değişkenlikten bahseder.

Ḥaḳ bir göñül virdi baña ḥā dimedin ḥayrān olur Bir dem gelür şādī olur bir dem gelür giryān olur

(Yûnus Emre, G/63/1/42)

Ünlü mutasavvıf Muhyiddin İbn Arabî’ye göre “kalp hakikati, gayb âlemindendir.” (Ergül, 1998:52’den nkl. Muhyiddin İbn Arabî, 1997:303, Cilt:I).

“Zâtî tecellîden ibaret olan yâkut-ı ahmer (kırmızı yakut) olması itibariyle ilâhî hazretin tecellî etttiği her kalb, müşâhede eden, mükemmel ve âlim kalbdir. Hiç kimse tecellîde O’ndan (Zât’dan) üstün değildir. Bunun altında sıfatların tecellîsi, bunların da altında fiillerin tecellîsi vardır. Ancak bunların tecellîleri İlâhî Hazret’tendir…” (Erginli, 2006:523’ten nkl. Muhyiddin İbn Arabî, 1997:137, Cilt:I).

İsmail Hakkı Bursevî’nin bu konudaki görüşleri ise şu şekildedir:

“Kalbin bâtını, ‘ruh’tur ki, gayb-ı izâfîdir. Ve rûhun dahi bâtını ‘sır’dır ki gayb-i mutlaktır. Ve kalbin zâhiri ‘sadr’dır ki şehâdet-i izâfiyyedir. Ve sadrın dahi zâhiri ceseddir ki şehâdet-i mutlakadır. Pes, kalb iki taraf miyânında ‘aᶜrâf’ gibi oldu ki, taraf-ı zâhiri nâr gibi zulmânî ve taraf-ı bâtını cennet gibi nûrânîdir.” (İsmail Hakkı Bursevî, 1997:29, Cilt: II).

Bursevî’nin konuyla ilgili bir diğer görüşü de şöyledir:

“İnsânî cevher, ilk yaratılışta oldukça güçlü bir varlık olarak, bir tek hakikatten ibarettir. Bu hakikate sûfîler ‘ruh’ ve ve ‘kalp’, filozoflar ‘nefs-i nâtıka’ derler. Bu hakikat bedene taalluk edince, nuru gizlenir, gücü ortaya çıkmaya başlar ve çok çeşitli mertebeler oluşur. Bedenin gelişip büyümeye ve değişikliklere maruz kalmaya başlaması sebebiyle bu nûr perdelenince ‘nefs’, bedenden tecerrüd edip de nuru ortaya çıkınca ‘akıl’, Hakk’a yönelip, kuds âlemine dönünce ‘ruh’, Hakk’ı ve sıfatlarını bilmesi yönüyle ‘kalp’, sadece cüz’iyyâtı idrak etmesi ve melekûtî vasıflar taşıyıp fiilerin görüntüsüne

kaynak olması açısından da ‘nefs’ diye isimlendirilmiştir.” (Namlı, 1994:47; Ergül, 1998:53).

Mutasavvıfların büyük bir kısmı kalple ilgili değerlendirmeler yaparken Allah’ın kalpte aranması hususu üzerinde durmuştur. Yukarıda Hadisler başlığı altında da bahsi geçtiği üzere çoğu mutasavvıf, gönlü Hakk’ın mahalli olarak gördükleri görüşünü “Yarattığım yerlere ve göklere sığmadım ama mümin kulumun kalbine sığdım” hadisine dayandırmaktadır.

Allah’ın kalpte aranması gerektiğini söyleyen mutasavvıflardan biri de Abdülkadir el-Geylânî’dir. Ona göre “Tevhîd kalbdedir, takvâ kalbdedir, mârifet kalbdedir, Hakk’ı bilmek kalbdedir, Hakk Teâlâ’yı sevmek kalbdedir, O’na yaklaşmak kalbdedir.” (Erginli, 2006: 522’den nkl. Abdülkadir el-Geylânî, H.1403:49).

İbn Arâbî, İmâm-ı Rabbânî, Mevlânâ da sözü edilen hadisten hareketle kalbin sınırsızlığından ve mekânsızlığından söz eden mutasavvıflardandır:

İbn Arâbî, “Kalp, Allah’ın her şeyi kuşatan rahmetinden bile geniştir.”der (Ergül, 1998:55’ten nkl. Muhyiddin İbn Arabî, 1997:6, Cilt:IV).

İmâm-ı Rabbânî’ye göre, müminin kalbi mekânsızdır ve mekânsız olan, mekânda yerleşemez.

“Vücûb mertebesinde yani Allahü Teâlâ’da ve sıfatlarında bulunanların, insanda bir sûreti, birer benzeri vardır. İnsanın kalbi de böyle bir topluluktur. İnsanda bulunan her şey kalpte de vardır… Bütün maddeler ve gökler ve Arş ve Kürsî kalpte bulunmaktadır. Mekânlı ve mekânsız, maddeli ve maddesiz her şey, kalpte bulunmaktadır… Ancak Arş çok büyük ise de maddeden yapılmıştır ve mahlûktur. Mekânı olan yani maddeden yapılmış olan bir şey, ne kadar geniş olursa olsun, mekânsız olanın yanında çok küçük kalır.” (İmâm-ı Rabbânî, 1968:155).

Bununla birlikte hadis-i kudsîde Allah Teâlâ’nın “Göğe yere sığmam. Fakat mümin kulumun kalbine sığarım” buyurduğunu belirten Rabbânî, burada da vücûb mertebesinin kendisinin değil; sûretinin, örneğinin sığmakta olduğunu, kendisinin sığmasının düşünülemeyeceğini, kalbin maddesiz, mekânsız şeylerden daha geniş olmasının, onların kendilerinden değil; sûretlerinden daha geniş olması olarak değerlendirilmesinin gerektiğini vurgular (İmam-ı Rabbânî, 1968:157).

Mevlânâ ise kalbin sınırsızlığı konusunda “Gönül öyle bir varlıktır ki bu yedi gök gibi yedi yüz tanesini oraya koysan kaybolur gider” der (Mevlânâ, 1974:73, Cilt:V, beyit:872).

Yunus Emre ve Niyâzî-i Mısrî gibi mutasavvıf şairler de gönlün Hakk’ın mahalli olduğu yönündeki görüşlerini şu beyitleriyle ifade etmişlerdir:

İstemegil Ḥaḳḳ’ı ıraḳ göñüldedür Ḥaḳḳa duraḳ Sen senligün elden bıraḳ tenden içerü candadur

(Yûnus Emre, G/58/2/39) Yûnus sen diler iseñ dōstı görem dir iseñ Āyāndur görenlere ol göñüller içinde

(Yûnus Emre, G/238/7/168)

“Yire göge sıġmayan bir müᵓminüñ ḳalbindedür” Ḳaṭremüñ içinde ᶜummānumdur Allâh hū diyen (Niyâzî-i Mısrî, G/130/5/160)

Mutasavvıflar, sözü edilen kutsi hadisten hareketle Allah’ın arşa istiva ettiği gibi mümin kulunun kalbine de istiva ettiğini, orada isim ve sıfatlarıyla tecelli ettiğini söylerler. Bu durumda ‘kalb, Allah’ın arşı, gönül Çalab’ın tahtı’ hâline geldiği için bütün ilâhî isimlerin mazharı olan insan-ı kâmile ‘el-arşü’l-mahdûd’ denilmektedir (Uludağ, 1991:410). Mutasavvıflar, bu anlayışla bağlantılı olarak gerçek Kâbe’nin kalp olduğu yönünde değerlendirmeler de yapmışlardır. Ayrıca

çalışmamızın Hadisler başlığı altında verdiğimiz ve Peygamberimiz’in bir gün Kâbe’ye bakarak söylediği rivayet edilen “Sen ne büyüksün, senin şanın ne yücedir. Müminin Allah katındaki şerefi senden daha büyüktür” sözü de mutasavvıfların “Gönül, Kâbe’den üstündür” görüşünü dayandırdıkları bir başka hadistir.

Ünlü mutasavvıf İbn Arâbî’ye göre kalbin Kâbe oluşu, irfani bilginin kaynağı oluşundandır. (Ergül, 1998:57’den nkl. Muhyiddin İbn Arabî, 1997:7, Cilt: IV).

Hücvîrî, “Marifet mahalli olan gönül, hizmet kıblesi olan Kâbe’den daha üstündür. Kâbe sürekli olarak kulun baktığı bir şeydir; kalp ise devamlı olarak Mevlâ’nın nazar ettiği bir yerdir” der (Ergül, 1998:57’den nkl. Hücvîrî, 1995:204).

Gönlün Kâbe’den üstün olduğuna dair değişik kaynaklara göre Mevlânâ’ya nisbet edilen veya Mollâ Câmî’ye izafe edilen aşağıdaki Farsça kıt’a meşhurdur:

Dil be-dest āver ki ḥacc-ı ekberest Ez hezārān Kaᶜbe yek dil bihterest Kaᶜbe bünyād-ı Ḫalīl-i Āẕerest Dil naẓargāh-ı Celīl-i ekberest

[Gönül ele al ki hacc-ı ekber budur. Bir gönül binlerce Kâbe’den daha üstündür. Kâbe, Âzer oğlu İbrahim Aleyhisselâm’ın yaptığı bir binadır. Gönül ise Cenâb-ı Hakk’ın nazar ettiği yerdir.]

Benzer bir ifade Yunus Emre’nin şu beytinde de görülmektedir: Göñül mi yig Kaᶜbe mi yig eyit baña ᶜaḳlı iren Göñül yigdürür zīrā kim göñüldedür dōst ṭuraḳı

(Yûnus Emre, G/282/7/201)

Hacı Bektâş-ı Velî de müminin gönlünün Kâbe’ye benzediğini ifade eden mutasavvıflardandır. Hacı Bektâş-ı Velî bu konuda şunları söyler:

“Kâbe’ye varan ayağıyla yürür ama gönül isteyen, yüzü üzre varmalıdır. Onun için âşıklar yüzlerini yere sürerler. Kâbe’ye gidene kılavuz gerekir ve Kur’an kılavuzdur. Gönle gidene ise bizzat Çalap Tanrı yoldaştır.” (Hacı Bektâş-ı Velî, 1996:40).

İnsân-ı kâmilin gönlünün Kâbe’ye benzetildiği bir başka görüş de Bursevî’ye aittir. İsmail Hakkı Bursevî’nin bu konudaki görüşü şöyledir:

“Kâbe kalbin suretidir ve sırr suretten efdaldir. Kalbe giren kimse Kâbe’ye girenden daha hayırlıdır. Bu sebepten ehl-i salâha ve mazınne-i velâyet olanlara: ‘Bizi gönülden çıkarmayınız’ derler ve istimdâd-ı feyz ve taleb-i himmet ederler. Zira ârifler ve kâmillere göre, insân-ı kâmilin makbûlü olan kimse, makbûl-i Hak ve merdûdu olan dahi merdûd-ı Hak’dır.” (İsmail Hakkı Bursevî, 1997:379, Cilt:I).

Mutasavvıflara göre ancak insân-ı kâmilin gönlü Arş ve Kâbe’ye benzetilebilir. Nitekim Abdülkâdir Geylânî, “Mâsivâdan arınmış bir gönül, marifetullâh tâliplerine Kâbe olur” der (Ergül, 1998:58’den nkl. Abdülkadir el- Geylânî, ty:101). Daha önce de belirtildiği üzere tasavvuf ilminin temel amaçlarından biri, Allah hakkında doğru bilgi (marifetullâh) elde etmektir ve irfani bilginin kaynağı kalptir. Mutasavvıflar, bu düşüncelerini “Eğer takvâ üzere olursanız Allah size bir furkan (ilham) verir (el-Enfâl 8/29)” mealindeki ayete ve “Müftüler sana fetva verse de, sen kalbine sor.” hadisine dayandırmışlardır. Bu bağlamda Geylânî şunları söylemiştir:

“Kalbin fetvâsı, fakihin fetvasını bozar. Çünkü fakih kendi içtihadına göre fetvâ verir. Halbuki kalb, sadece azimetle, Hakk’ın râzı olduğu ve O’na muvâfakat eden fetvâyı verir.” (Erginli, 2006:522’den nkl. Abdülkadir el- Geylânî, H.1403:286).

Kalbin irfani bilginin kaynağı olması hususunda Mevlânâ (1974:104, Cilt: II, beyit: 1364), gönlün gizli bir havuz olduğunu ve bu havuzun denize gizli bir yolunun bulunduğunu ifade eder.

Kalp, irfani bilginin kaynağı olmasının yanı sıra Allah’ın nazargâhı olarak da düşünülmüştür. Mutasavvıflar “Allah sizin suretlerinize ve kalıplarınıza bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar.” hadisinden de hareketle gönlü nazargâh-ı İlahî olarak tanımlarlar. Bu nedenle gönlü Allah’tan gayrı her şeyden yani mâsivâdan temizlemek gerekir.

Mevlânâ’ya (1974:64, Cilt:II, beyit: 837-838) göre gönül olmasa ten konuşmayı da araştırmayı da bilmez. Bu nedenle Tanrı’nın nazargâhı da ten değil, gönüldür.

İbrahim Hakkı Erzurûmî bu konuda ehlullahın görüşünü şu şekilde aktarır: “Allah insanın kalbine bakar. Kalbi, Allah’ın gayrısından temizlemek her

Belgede Klasik Türk şiirinde gönül (sayfa 82-97)