• Sonuç bulunamadı

IV. EMRİN MÛCEBİ HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERE TOPLU BAKIŞ

1. BÂKILLÂNÎ’NİN et-TAKRÎB İSİMLİ ESERİNDE YER ALAN TARTIŞMALAR

1.2. Delillerin İncelenmesi

1.2.3. Emrin Vücûb İfade Ettiği Görüşü

1.2.3.2. Naklî Deliller

1.2.3.2.2. Sünnetten Deliller

Bâkıllânî emrin vücûb ifade ettiği görüşünü savunanların sünnet menşeli delillerini, “Muhaliflerin Sarıldığı Sünnet Kaynaklı Delillerin Zikri ve Onların Yorum Tarzlarına Yöneltilen İtirazlara İlişkin Bir Fasıl” şeklinde bir yan başlık açarak ele almakta, evvelâ söz konusu rivayetlerin mahiyetine dair bazı genel tespitlerde bulunup, bunların emrin 296 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 63. 297 Hicr 15/ 94. 298 Mâide 5/ 67. 299 Fetih 48/ 16. 300 Nisa 4/ 65. 301 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 63. 302 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 63.

59

mûcebi hususunda işlevsellik taşıyıp taşımadıklarını sorgulamakta, sonra vücûba delâlet ile ilgili aşağıda zikredilecek dört delili inceleyip, bunları çeşitli tenkitlere tâbi tutmaktadır.

Bâkıllânî söz konusu rivâyetlerin mahiyeti hakkındaki düşüncelerini, îcab görüşünün müdafileri, sünnet kapsamında yer alan birtakım âhâd haberler ile istidlâlde bulunmuşlardır; fakat haber-i vâhidlerin sıhhati ne zaruret yoluyla ne de bu rivayetlerin sahih olduğunu gösteren bazı deliller kanalıyla bilinmektedir, bundan dolayı söz konusu rivayetlere dayanarak “Şer‘î emirlerin vücûba yorulması gerekir” gibi temel bir kaidenin belirlenmesi (isbât) mümkün değildir, âhâd haberlerin emrin hükmü hususunda hüccet sayılmadığı gibi bunlara sarılmanın imkânsız olduğunun da ortaya konulması halinde, bu rivayetlerin yorumlanması uygun olacaktır, diyerek ifade etmektedir.303

Birinci Delil: Berîre, yine bir köle olan Muğîs ile evliyken âzat edilmiş, bunun akabinde Resûlullah’a eşinden ayrılma isteğini iletmiştir. Hz. Peygamber de ona “Keşke ona dönsen” şeklinde bir karşılık verince, “Bu sizin emriniz midir?” diye sormuş, “Hayır, ben ancak bir arabulucuyum” şeklinde bir cevap almıştır. Buna mukabil Berîre “Benim ona ihtiyacım yok” demiştir.304 Berîre, Resûlullah kendisine emretmesi halinde, söz konusu emrin vâcip olacağını bilmektedir, nitekim ümmet de bu hususu Berîre’nin anladığı gibi anlamıştır.305

Bâkıllânî bu delile şöyle cevap vermektedir: Bu hususta durum sizin vehmettiğiniz / kurguladığınız gibi değildir. Zira haberin zâhiri, Berire’nin Hz. Peygamber’e, Muğîs’e dönmesine ilişkin isteğinin emir mi yoksa arabuluculuk mu olduğunu sormaktan öte bir anlam ifade etmediği gibi Resûlullah’ın emrettiğini ifade etmesi durumunda, Berîre’nin bu emrin vâcip olduğunu anlayacağını da içermemektedir. Tam aksine Berîre imkân itibariyle Resûl-i Ekrem’in emrinin nedb bildirdiğine de inanıyor olabilir. Fakat (gerçekte) böyle bir inanca sahip değildir, kendisi nebevî bir emre imtisalin Allah’a tâat ve failine sevap kazandıran bir kurbet olduğuna inanmakta ve bu soruyu söz konusu talebin Resûlullah’ın bir emri ve kurbet kabilinden fiillerden olup olmadığını öğrenmek için sormaktadır, ki öyle ise sevabını umarak fiili icra etsin.

303 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 64.

304 Hadisin farklı lafızlarla rivayeti için bkz. Buhârî, Talak 16; Ebû Dâvud, Talak 18, 19, 20, 21; Nesâî, Âdâbü’l-Kudât 28; İbn Mâce, Talak 29; Dârimî, Tahyîru’l-eme 2296.

60

Berîre’ye göre, emrin emir olması bakımından vâcip oluşuna gelince, ne böyle bir şey ne de Berîre’nin böyle inandığını bilmek mümkündür.306

Bâkıllânî bu noktada muhalifin, şeriatın Resûlullah’ın şefaatine icabetin nedb olduğunu belirlediği hususunda ittifak edilmiştir, Hz. Peygamber’in emir ve şefaatinin birbirinden ayrılması için söz konusu emrin vücûb ifade etmesi gerekir, gibi bir itirazda bulunması halinde, ona şöyle cevap verilebileceğini belirtir:307

Ümmet dine taalluk eden ve ifa edilmesiyle Allah’a yaklaşılan eylemlere yönelik şefaatin nedb olduğu hususunda hemfikirdir. Dine taalluk etmeyip, Resûlullah’ın şahsına yönelik bir faydayı temin eden, zararı gideren, îsar kabilinden olan ve herhangi bir arzusuna ulaşmayı sağlayan özel isteklerine gelince, bunlar ne Allah rızası için yapılan meşru bir nedb, ne de menfaat temini, zarardan kaçınma gibi sonuçları mahlukata dönük bir hedefin gerçekleşmesini sağlayan meşru nedb kapsamında değerlendirilir. Fakat yine de her mümin –mahiyeti ne olursa olsun- Hz. Peygamber’in şefaatini kabul etmeyi arzular.308 Hz. Peygamber’in emirleri hakkında da buna benzer bir durum söz konusudur, bir diğer ifadeyle, Hz. Peygamber’in, şahsına münhasır fiilleri konu alan ve kişisel dünyevî amaçlarına yönelik olan nebevî buyruklar, gerek Allah’ın rızasını temin gayesiyle meşru kılınan gerekse yaratılmışların faydasını sağlamak üzere verilen emirlerle eşdeğer sayılmadığı gibi vücûb ve nedb de ifade etmemektedir.309 Berîre Mugîs için yapılan arabulucuğun şer‘î emirlerden değil de Resûlullah’ın şahsına ait dünyevî bir amaca mâtuf olabileceğini düşünmesi nedeniyle, “Bu sizin emriniz midir?” diye sormuş, Hz. Peygamber de “Ben ancak bir arabulucuyum” şeklinde bir ifade buyurarak meselenin şer‘î bir özellik taşımadığını belirtmiştir. Belki de Resûllullah, bir arabulucu olarak, isteğine icabet edilmesinden başka bir amaç taşımaksızın Berîre’den kocasına dönmesini talep etmiş, Berîre de bu sebeple “Benim ona ihtiyacım yok” demiştir. Zira Hz. Peygamber’in isteği îcab yahut nedb ifade eden şer‘î bir emir niteliğinde olsaydı, Berîre’nin “Benim ona ihtiyacım yok” demesi caiz olmazdı, çünkü bir müslüman, “Benim vâcip veya nedbi yapmaya, kurbet ve sevabı talep etmeye, en güzeli işlemeye de ihtiyacım yok –nedb seviyesinde bile olsa- senin şeriatınla amel etmeye de” demez; bu

306 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 65. 307 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 65. 308 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 65. 309 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 65-66.

61

bir müminin sözü değildir. Buradan hareketle, Berîre’nin bu soruyu söz konusu talebin meşru olup olmadığını öğrenmek için sorduğu anlaşılır. Şayet Hz. Peygamber’in isteği îcab yahut nedb olarak meşru kılınsaydı, Berîre’nin o fiili -Allah’a yaklaşmak amacıyla- ya îcab ya da nedb olarak yapması doğru olurdu; meşru kılınmaması sebebiyle Berîre o eylemi işlememiştir.310 Dolayısıyla muhaliflerin sözleri işlevsiz bir hale gelmektedir (zevâl).311

Muhalifin itirazını böylece çürüten Bâkıllânî kendi kanaatini ise şöyle dile getirir: Berîre’nin “Benim ona ihtiyacım yok” sözünün zâhiri, onun Hz. Peygamber’in şefaatini kabul etmenin meşru ve mesnûn olmayıp, failine sevap kazandırmadığı yönünde bir inanca sahip olduğuna delâlet eder, emir ve şefaat böylelikle birbirinden ayrılmıştır.312

İkinci Delil: Resûlullah (s.a.v.) “Şayet ümmetime ağır geleceğinden endişe etmeseydim (bir rivayete göre, her namaz vaktinde) onlara misvak kullanmayı emrederdim” buyurmuştur.313 Rivâyet, Hz. Peygamber’in ümmete misvak kullanmayı emretmesi halinde, bu fiilin meşakkat taşıması sebebiyle farz olacağını haber vermektedir, zira Hz. Muhammed misvak kullanmayı ve başka bir fiili nedb olarak emretseydi, söz konusu eylem meşakkatli olmazdı, zira ümmet nedbi terketme hakkına sahiptir.314

Bâkıllânî bu istidlâle üç şekilde cevap vermiştir:

Birinci Cevap: Nedbin me’mûrun bih olduğu ve emrin zâhirinden sadece vücûbun anlaşılmayacağı hususunda daha önce delil getirmiştik. Buradan da anlaşılmaktadır ki, Hz. Peygamber’in misvak kullanma yahut başka bir eylem ile ilgili verdiği bir emrin zâhirinden yalnızca vücûb anlamını çıkarmak doğru olmaz.315

İkinci Cevap: Muhalifler Hz. Peygamber’in, Allah’ın kendisine “Biz ümmete misvak kullanmalarını emretseydik, ancak farz olarak emrederdik” şeklinde vahyetmesinden dolayı “Şayet ümmetime ağır geleceğinden endişe etmeseydim onlara misvak kullanmayı emrederdim”316 diye buyurmasını yadırgamamaktadır. Misvak

310 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 66. 311 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 66- 67. 312 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 67.

313 Bazı lafız farklılıkları ile bkz. Buhârî, Cum‘a 8, Temennî 9, Savm 27; Müslim, Taharet 42; Ebû Dâvud Tahâret 25; Nesâî, Taharet 7; İbn Mâce, Taharet 7.

314 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 67. 315 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 67.

316 Bazı lafız farklılıkları ile bkz. Buhârî, Cum‘a 8; Temennî 9, Savm 27 ; Müslim, Taharet 42; Ebû Dâvud Tahâret 25; Nesâî, Taharet 7; İbn Mâce, Taharet 7.

62

kullanmanın mücerret emirden dolayı meşakkatli bir farz olması mümkün değildir. Bunun yanı sıra Allah’ın “Biz sana, ümmetine her namaz vaktinde misvak kullanmayı emretmeni emretsek ve misvak kullanımını meşrû kılsaydık, ancak vâcip olarak meşru kılardık” diye vahyetmesi de imkânsız görülmez. Sonuç olarak, mevcûd durum muhaliflerin yorumunun sağlıklı olmadığını apaçık bir şekilde ortaya koymaktadır.317

Üçüncü Cevap: Ümmet misvak kullanmanın sünnet kılındığı hususunda icmâ etmektedir. Hz. Peygamber’in misvak kullanımını daha önceden emretmek suretiyle sünnet kılması, kendisi tarafından ikinci bir kez emredildiği takdirde ancak vücûb ifade etmek üzere emredileceğine dair delil ve karîne işlevi görür. Bu durum muhaliflerce yadırganmamaktadır. Zira Hz. Peygamber daha önce meşakkati olmayan nedb özelliğindeki bir emir vermiş ve ümmetine, tekrarlanması halinde bu tâlimatın ancak meşakkatli bir vâcip olacağını öğretmiştir. Çünkü bir emir ya vâcip ya da nedb olur; başka bir ihtimal yoktur. Ümmet -misvak kullanmanın nedb olarak emredildiğinden haberdar olması itibariyle- hadisteki ifadeden, Hz. Peygamberin ikinci kez emretmesi durumunda bu emrin hem kesinlikle meşakkat taşıyacağını hem de nebd hükmüne ilave bir anlam ihtiva eden vâcip bir emir olacağını anlamıştır.318

Üçüncü Delil: Hz. Peygamber, namaz kıldığı bir esnada Ebû Saîd el-Muâllâ’ya seslendi, cevap alamayınca da “Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allah’ın ve Resûlü’nün çağrısına uyun”319 âyetini duymadın mı, diye karşılık verdi.320 Hz. Peygamber’in Ebû Saîd’i çağrısına tepkisiz kalması sebebiyle azarlayıp ayıplaması, mücerret emrin vücûb ifade ettiğine dair delil vazifesi görür.321

Bâkıllânî bu delili iki farklı cevap üzerinden çürütmektedir:

Birinci Cevap: Şeriat Hz. Peygamber’e, seslendiği takdirde kendisine cevap vermenin vâcip olduğunu, -bu hususun ümmet tarafından zaruri olarak idrak edilmesini sağlayacak bir biçimde- bildirmiştir. Şeriatın muhatapta zaruri bilgi oluşturacağını bildirdiği sözler, “Ey Zeyd!” ve “Ey Falanca!” ifadeleridir. Ümmet Resûl-i Ekrem’in çağrısına uymanın vâcip olduğunu sırf “icabet edin” sözünden hareketle anlamaz; ancak

316 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 67. 317 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 67. 318 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 68. 319 Enfâl 8/34.

320 Farklı lafızlarla bkz. Buhârî, Tefsîru’l-Kur’ân 1. 321 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 68.

63

şeriatin bildirmesi sebebiyle bilir. Bir başka deyişle, “icabet edin” sözü icabeti emir olup, hem îcab hem de nedbe muhtemeldir; lâkin ümmet karîne, emare, takipçi (tevâbi‘) ve ek unsurlar (levâhik) yardımıyla, Resûlullah’ın çağrısına icabetin vâcip olduğuna ilişkin şer‘î bildirimi zorunlu olarak idrak etmiş; böylelikle bu tür fiilleri konu alan emirler vâcip olmaya tahsis edilmiştir. Bundan dolayı Hz. Peygamber Ebû Saîd’e hitaben Allah Teâlâ’nın “Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allah’ın ve Resûlü’nün çağrısına uyun”322 âyetini duymadın mı, diye buyurmuştur. Bir diğer ifadeyle, Hz. Peygamber’in bu sözü ile “Sizi çağırdığım vakit bana icabet etme emrinin tevili sana ve ümmete bildirilmedi mi?” gibi bir anlam kastedilmiştir, ki söz konusu emir vücûb üzeredir. Hz. Peygamber Ebû Saîd’in bu durumu ancak şer‘î bildirim sayesinde bilebileceğini düşünmektedir. Nitekim fiillerin emredilmesi ile Hz. Peygamberin, muhatabın bir hususta kendisine yönelmesini sağlamak için çağrıda bulunduğu ibâreler cins bakımından farklı farklıdır. Bu eylem gerek davetine icabet edilen kimse gerekse de bu durumu bilenler açısından Hz. Muhammed’in saygın kabul edilmesi anlamına geldiği için Hz. Peygamber’in çağrısına kesinlikle uyulması gerekmektedir, zira nebevî davete icabet etmemek, davetin sahibini umursamama ve hafife alma olarak değerlendirilir. Allah peygamberini bu gibi tavırlardan muhafaza etmiş, onun saygın kabul edilmesi ile alakalı vâcip niteliğinde bir tâlimat vermiştir. Sonuç itibariyle, mevcûd durum muhaliflerin iddia ettiği gibi değildir.323

İkinci Cevap: Başlanmış bir namazı tamamlamak vâciptir. Buna rağmen Hz. Peygamber Ebû Saîd’i, namazı bölerek kendisine cevap vermemesinden dolayı kınayıp, olayın tekrarlanmaması için uyarmış ve ona hakkında karışıklık bulunan bir vâcibin tamamlanmamasını emretmiştir. Halbuki vâcip terk edilmez; vâcibin ancak daha ileri düzey bir vâcibi işlemek için terkedilmesi gerekir. Meselâ, boğulan bir kimseyi kurtarmak veya bir yangını söndürmek için namazın bölünmesi lazım gelir. Bütün bunlar Hz. Peygamber’in, ashabını, onlara seslenmesi durumunda kendisine cevap vermenin vâcip olduğuna dair bilgilendirdiğini gösterir. Resûlullah’ın “Ey Zeyd, bana yönel!” yahut “Zeyd’i istiyorum” sözleri zımnen, ashaba “Size bana yönelmenizi emrettiğim yahut ‘Zeyd’i istiyorum’ dediğim vakit, bana dönmenizi vâcip kılmışımdır” şeklinde bir hitapta

322 Enfâl 8/ 34.

64

bulunulmuş gibi bir anlam içerir.324 Vücûb ifade ettiği hususunda delil bulunan emirler bir tarafa bırakılırsa, Hz. Peygamber’in bu sözünde, bütün emirlerin vücûba yorulmasını zarurî kılacak herhangi bir şey yoktur.325

Dördüncü Delil: Akra‘ b. Hâbis “Yolculuğa gücü yetenlerin haccetmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır”326 âyeti ile ilgili Hz. Peygamber’e “Sadece bu yılımız için mi, yoksa bütün hayatımız boyunca bizim için kâfi midir?” şeklinde bir soru sormuş, Hz. Peygamber de bu suale “Hayır, bütün ömrünüz içindir. Şayet evet deseydim, vâcip olurdu” diye cevap vermiştir.327 Bu durum bütün nebevî emirlerin vücub ifade etmesini zorunlu kılmaktadır.328

Bâkıllânî’nin bu delile üç şekilde itiraz getirdiği görülür:

Birinci İtiraz: İleri sürülen iddia kabul edilse bile, bu, emrin zâhiri ve dildeki vaz‘ı

bakımından vâcip olmasını gerektirmez; emir ancak şer‘î bildirim sebebiyle vâcip olur. Bazı istisnalar bulunmakla beraber, emrin şeriat tarafından belirlenen ve asıl olarak tayin edilen hükme yorulması gerekeceği noktasında ihtilaf bulunmadığını açıklamıştık.329

İkinci İtiraz: Hz. Peygamber’in -böyle söylemesi halinde- “evet” sözü de Allah’ın

“Yolculuğa gücü yetenlerin haccetmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır”330 şeklindeki âyeti de hacca yönelik birer emirdir. Muhalifler her ikisinin de emir olması bakımından bu iki ifade biçimi arasında bir ayrım gözetmemektedir. Haccın, Resûlullah’ın “evet” sözünden dolayı vâcip ve lâzım olduğunun kabul edilmesi halinde, Allah’ın “Yolculuğa gücü yetenlerin haccetmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır”331 buyruğu sebebiyle bu özelliği kazandığının daha öncelikli olarak kabul edilmesi gerekir. Bâkıllânî bu itirazın akabinde muarıza “‘Resûlullah’ın emri vücûb ifade etmemekle birlikte, hac Hz. Peygamber evet, buyurduğu için vâcip olmuştur. Fakat Allah’ın emri hakkında durum daha farklıdır yani Allah’ın emri vücûb ifade eder’ şeklindeki sözünüz ne anlama geliyor?” şeklinde bir soru yöneltir, fakat cevap hakkı tanımaz.332

324 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 69-70. 325 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 70. 326 Âli İmrân 3/ 97.

327 Farklı lafızlarla bkz. Buhârî, İ‘tisâm 2; Müslim, Hac 412; Nesâî, Menâsik 1. 328 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 70.

329 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 70. 330 Âli İmrân 3/ 97.

331 Âli İmrân 3/ 97.

65

Üçüncü İtiraz: Akra‘ın sorusu, zaten vâcip olduğu bilinen bir emrin tekrar ifade

edip etmediği ile ilgilidir. Akra‘ da ümmetin diğer fertleri de hac emrinin vâcip olduğundan haberdardır, nitekim “Yolculuğa gücü yetenlerin haccetmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır”333 âyeti haccı emretmektedir. Haccın vâcip olduğu, a) bu konudaki bir üst bildirim (tevkîf) ve âyet metni (tilâvet) ile birlikte bulunan bir karîne dolayısıyla veya b) -bazılarına göre- bizâtihî “Yolculuğa gücü yetenlerin haccetmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır”334 sözünden hareketle bilinmektedir. Zira birilerinin aleyhinde ileri sürülen bir şey, ancak farz olur; muhatabın nedb ve mubahı yapma gibi bir görevi bulunmamaktadır. Akra‘ haccın vâcip bir emir olduğunu bildiğinden dolayı Resûlullah’a “Sadece bu yılımız için mi, yoksa bütün hayatımız boyunca bizim için kâfi midir?” diye sormuştur. Bir başka ifadeyle, Akra‘ yerine getirmemiz gereken bu vâcip bir kere mi yoksa tekraren mi gerekmektedir, demek istemiştir. Hz. Peygamber de “Bütün ömrünüz içindir. Şayet evet deseydim, vâcip olurdu” diye cevap vermiştir. Bu cevap, “Şayet evet deseydim, haccın mütekerrir bir farz olduğunu söylemiş olurdum” anlamına gelmektedir. Haccın Resûlullah’ın “Evet, (her yıl haccetmeniz emredilmiştir)” şeklindeki sözünden ötürü farz olmasına gelince, bu aklen uzak bir durumdur, zira Hz. Peygamber sarâhaten “Siz her yıl haccetmekle me’mûrsunuz” deseydi bile, yine de bundan sadece îcab anlaşılmazdı, aksine ancak Hz. Muhammed’in muhataplarına hac ile ilgili emri bildirdiği yönünde bir sonuç çıkarılırdı. Netice itibariyle, haccın muhataplara emredilme düzeyi delile dayanarak belirlenir.335