IV. EMRİN MÛCEBİ HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERE TOPLU BAKIŞ
1. BÂKILLÂNÎ’NİN et-TAKRÎB İSİMLİ ESERİNDE YER ALAN TARTIŞMALAR
1.2. Delillerin İncelenmesi
1.2.2. Emrin Nedb İfade Ettiği Görüşü
1.2.2.1. Aklî Deliller
Bâkıllânî nedbe delâlet ile ilgili üç aklî delil zikretmekte, bu delillerin her birini teker teker inceleyerek eleştirilerini sıralamaktadır, böylelikle bir yandan muhalif argümanın çürütülmesini sağlarken, diğer yandan kendi kanaatini temellendirmektedir.
Birinci Delil: Emrin hamledilmesi gereken anlamların en aşağı derecesi nedbdir. Emir, fiilin yapılmasını gerekli kılmak ve âmirin iradesini yansıtmak üzere vaz‘ edilmiştir; emir, bu anlamları ifade etmek için konulması nedeniyle emir olmuştur. Vâcip, herhangi bir şekilde terkine karşılık tehdit ve kınama bulunan fiildir. Emredilen fiilin, emrin kendisi sebebiyle vâcip olması gerekmez, zira herhangi bir şekilde terkedilerek günaha girilmeyen nedb de emredilmiştir, irade ile alakalı da benzer bir durum geçerlidir. Kişi bir nâfileyi bir şekilde terketmesinden dolayı günaha girmez ve onun irade edilmiş olması onun vücubuna delâlet etmez. Emrin emredilen fiilin murad edildiğini göstermesi sebebiyle vücûba yorulması gerekmez, zira emredilen bir fiil, terkine yönelik tehdit ve haramlık içeren bir karîne ile beraber bulunması halinde vâcip olur. Emir lafzı, emredilen fiilin terkine dair bir tehdit olarak değerlendirilmez, bir başka ifadeyle, sîganın bir fiilin emredilmesine ve murad edildiğine delâleti itibariyle tehdit anlamını içermesi gerekmez. Netice itibariyle, emrin nedbe yorulması gerekir.186
Bâkıllânî verilebileceğini düşündüğü bu cevaba dört şekilde karşı çıkmaktadır:
Birincisi: Dilbilimcilerden mücerret emrin, emredilen fiilin mendup kılınması için
konduğuna dair bir istidlâl nakledilmemiştir. Dil, uylaşım (muvâzaa) ve üst bildirimden (tevkîf) ibarettir; kıyas ve istidlâl yolu ile sabit olmaz. Bâkıllânî bu tezin tereddütle karşılanması ve derinlemesine bir tetkike tabi tutulması gerektiğini düşünür. Ona göre, emrin lügavî açıdan nedb ifade ettiği tartışmalı bir husustur ve söz konusu istidlâlin kabul edilebilir bir forma sokulması (tashîh) mümkün değildir.187
İkincisi: Muhalife yönelik bir hitap üzerinden ilerleyen bu antitez şöyle ifade
edilebilir: Mubahı hasen olarak gören muarızlar, gerek zât-ı ilâhînin faydası gerekse
186 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 39. 187 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 40.
36
mükelleflerin maslahatını sağlama gibi zorlayıcı bir maksat içermemesi sebebiyle, kadîm olan Allah’ın mubahı murad etmesini inkâr ederken; yine âmirin fayda ve maslahatını temin maksadına binaen insanların birbirlerine karşı “Şunu yap, sana yapmayı mubah kıldım” şeklinde bir ifade kullanmalarını yadırgamamaktadırlar. Bir başka ifadeyle, Allah hakkında imkânsız olmakla birlikte, insan cinsinden bir âmirin fayda elde etmek amacıyla mubahı murad etmesi de emretmesi de sahihtir. Buna göre, dilbilimciler de dahil olmak üzere bizlerce (insanlar) verilen emirlerin hem îcab hem nedb hem de ibâha hükmü taşıyabileceği sabittir. Emrin emir olması caizdir. Buna paralel olarak, emrin ibâhaya hamledilmesinin sabit, mubah fiilin irade edilmesinin ise caiz olduğunun kabul edilmesi durumunda, aynı gerekçenin işlevsellik kazanması, bir başka deyişle, emrin taşıyabileceği en alt seviye anlamın ibâha ve mübîh lehin iradesi olarak belirlenmesi gerekir. Emrin ne lafzında ne de iradeye konu teşkilinde nedb anlamı veren ve fiili yapmanın mükafat kazandırdığını bildiren bir unsur bulunmaktadır. Dolayısıyla mücerret emrin, -muhalif iddianın aksine- nedbe değil ibâhaya hamledilmesi gerekir.188
Böylelikle karşıt görüşü çürüten Bâkıllânî, muhalifin bulunabileceği diğer bir itirazı ise şöyle ifade eder: İnsan cinsinden bir âmirin mubahı menfaat elde etmek için irade etmesi caiz olduğundan dolayı emretmesi de caizdir.189 Lâkin mubah bir fiilin işlenmesi ne Allah’a fayda sağlar ne de mükelleflerin maslahatını temin edip karşılığında sevap kazanmalarına yol açar. Dolayısıyla Allah’ın mubahı irade ve emretmesi için herhangi bir sebep bulunmadığı gibi bunlar caiz de değildir.190
Müellif bu itiraza iki şekilde cevap verir:
Birinci Cevap: Burada şer‘î hükümler (hükmü’ş-şer‘) içinde emrin mûceb ve muhtevasının (mazmûn) ne olduğu yahut kadîm olan Allah’ın bir sıfatı ve sıfatları hakkında neyin mümkin neyin müstahîl olduğu değil; dilin vaz‘ında emrin muktezâsının ne olduğu tartışılmaktadır. Bâkıllânî muhaliflerin âmirin kimliğine dayalı bir tasnife giderek, emrin nedb yahut îcaba yorulması gerekmediğini kabul ettiklerini ve bunun ancak şer‘î emirler hakkında gerekeceğini dile getirmektedir. Sonra da söz konusu iddiayı desteklemek üzere muhaliflerce getirilen delilin de kendi kanaatini teyit ettiğini
188 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 40. 189 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 40- 41. 190 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 41.
37
belirtmekte, bütün bunların dille ilgili ilkeler / temel kabuller hakkında söylediklerinin muarızlar tarafından da kabul ile karşılandığını vurgulamaktadır.191
İkinci Cevap: Mu‘tezile’ye göre insanların işlediği mubah fiiller hasendir ve bir kimsenin hasen bir fiili hasen olduğu için yapması caiz ve sahihtir. Bu durumda Allah ve başkalarının, kendilerine yahut mükelleflere râci bir fayda içermeyen mubah bir fiili -sırf hasen olması itibariyle- emretmesi caiz ve sahihtir. Netice itibariyle söylediğiniz sözler hükmünü kaybetmiştir.192
Üçüncüsü: Mu‘tezile âm lafzın istiğrâk bildirmek için vaz‘ edildiğini ileri
sürmektedir. Onlar bu kanaati, âm lafzın –muhtemel anlamların en kısıtlısı olması bakımından- en az sayıda ferdi içeren çoğula (ekallü’l-cem‘) hamledilmesi gerektiğini söyleyerek gerekçelendirmektedirler. Buna göre, âm lafzın -bildirebileceği anlamların en sınırlısını oluşturduğu halde- ekallü’l-cem‘ için vaz‘ına hükmetmek gerekmiyorsa, benzer gerekçeye dayanarak, mutlak emrin nedbe hamledilmesi de lazım gelmeyecektir.193
Dördüncüsü: Lafız fiili terkin haram olduğunu gösteren bir tehdit içermediğinden
dolayı, mutlak emrin vücûba hamledilmesi gerekmediği takdirde, emrin, lafız ve emrin mânasında fiili terkin helal ve caiz olduğuna ilişkin bir öğe bulunmaması sebep gösterilerek nedbe yorulması da lüzum etmez. Bu noktada Bâkıllânî mutlak emrin – mevcûd şartlar altında- yine de nedbe hamledilmesi gerekeceğini düşünen muhalife, “Emrin lafzında, me’murun bihi terkin serbest yahut haram olduğu ne telaffuz edilmekte (mantûkun bih) ne de duyulmaktadır (mesmû‘), o halde mutlak emri ibâha ve vücûba hamledenleri niçin yadırgıyorsunuz?” şeklinde bir soru yöneltir, fakat muarıza cevap hakkı tanımaz; bu sualin cevapsız kalmaya mahkum olduğunu belirtir.194
Kanaatimizce, bu cevabın, müellifin asıl kanaatini yansıtan tahkikî bir cevap değil, sırf muarızın iddiasını çürütmek amacıyla kurgulanmış ilzâmî bir cevap olduğu anlaşılmaktadır. Zira burada Bâkıllânî, muhalifin emre lafız dışı bir mâna yüklediğini söyleyerek, fikrî tutarlılık adına onu, yine nedb gibi lafız dışı unsurlardan çıkarılmış birer
191 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 41. 192 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 41. 193 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 41. 194 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 42.
38
mânaya tekabül eden vücûb ve ibâha anlamlarının emre verilebileceğini de kabule davet etmektedir.
Cevaplarını bu şekilde sıralayan Bâkıllânî muarız ile şu iki konuyu münakaşa etmektedir:
İlk münakaşa, muhalife atfedilen şu itiraz ile başlar: Emir, mutlak olması halinde, emredilen fiilin hasen ve irade edilmiş olduğunu gösterir ve emrin fiili terkin haram olmasını gerektirecek bir karîneden âri bulunmasıyla, o fiilin terkinin haram olmadığını anlarız. Zira me’mûrun bihin terkedilmesi haram olsaydı, bu terk kabîh olurdu, bir mefsedet teşkil ederdi; o takdirde de fiilin yapılmasını emretme ve onu irade etmeye ilave olarak bize bunu (terkin kabihliğini) gösteren bir şeyin olması gerekirdi.195
Bâkıllânî bu itiraza, muhaliflere hitaben şöyle söyleyenlerden ayrılın, diye seslenerek karşı çıkar: Allah’ın bir fiili emretmesi, o fiilin hasen ve irade edilmiş; terkinin ise kabîh bir mekruh olduğunu gösterir, zira me’mûrun bihi terkin kabîh bir mekruh olmadığı bilinseydi, bu durum terkin hali ve serbest bırakılmasından anlaşılırdı. Bir fiili terkin serbest bırakıldığı, irade edildiği, hasen ve me’mûrun bih olmasından hareketle bilinmez, çünkü –fiili terkin helal ve hasen olmaması bir yana bırakılırsa- iradeye konu, hasen ve emredilmiş olmak vâcibin birer özelliğidir. Bu durumda, me’mûrun bihi terkin mubah kılındığına delâlet etmeyen mücerret bir emir, söz konusu fiili yapmamanın haram olduğunu gösterir. Dolayısıyla mücerret emrin vücûba hamledilmesi gerekir. Bu akıl yürütmenin tasvirini böylece tamamlayan Bâkıllânî, son olarak söz konusu argümana cevap verilemeyeceğini belirtir.196
Diğer münakaşanın konusunu ise muhalifin şu sözü oluşturur: Şer‘î bir ibadetin emredilmesi, hasen ve irade edilmiş olduğunu gösterir.197 Emre konu bir fiili terkin mubah olduğu ise dinî bildirim (sem‘) gelmeden önce aklen bilinmektedir, bu sebeple söz konusu eylemi yapmamanın mubah olması hususunda nassın müdahalesine (tevkîf) ihtiyaç duyulmaz; dinî bildirime ancak emredilen fiili terkin haram kılınması hususunda
195 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 42. 196 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 42.
197 “Ve izâ verade’l-emru bihî delle alâ husnihî ve kevnihî murâden” ibâresine “Bir fiilin emredilmesi, hasen ve irade edilmiş olduğunu gösterir” gibi bir anlam vermek mümkündür, fakat lafza böyle bir mâna verilmesi halinde, söz konusu önerme ile iddianın sonucunu oluşturan “Şer‘î bir ibadeti terkin mubah olduğu aklen mâlumdur” önermesi arasında bağlantı kopukluğu oluşacaktır, bu sebeple ibârenin “Şer‘î bir ibadetin emredilmesi, hasen ve irade edilmiş olduğunu gösterir” şeklinde anlamlandırılması daha uygun görünmektedir.
39
ihtiyaç hissedilir, çünkü haramlık yeni ve aklın hükmüne muhalif bir durumdur. Dolayısıyla şer‘î bir ibadeti terkin mubah olduğu aklen mâlumdur.198
Bâkıllânî bu itiraza, durum muhalifin ifade ettiği gibi değildir, zira -daha önce de açıkladığımız üzere- ibâha, aklî değil sem‘î bir kavram olmanın yanı sıra şeriattan elde edilmiş yeni bir hükümdür, bu konuda Mu‘tezile’nin “İbadeti terkin mubah olduğu aklen mâlumdur” yerine “İbadeti terkin mahzurlu ve haram olmadığı aklen mâlumdur; ibadeti terk dinî bildirim (sem‘) geldikten sonra da daha önceki hali üzere kalır” şeklinde bir ifade kullanması sorunun bir çözüme kavuşturulması için kâfidir, diyerek karşılık verir.199
Ardından da muhalifin “İbadeti terkin mahzurlu ve haram olmadığı aklen mâlumdur; ibadeti terk dinî bildirim geldikten sonra da daha önceki hali üzere kalır” şeklinde bir ifade kullanması halinde, ona şöyle cevap verileceğini belirtir: 200
Emredilen bir fiili terkin hükmü ile alakalı üç yaklaşım bulunmaktadır:
Birinci Yaklaşım: Karînelerden soyutlanmış emir hüküm ifade eder; fiilin
terkedilmesinin hükmünü aklın hükmü olan “mahzurlu ve haram olmama”dan çıkarıp “mahzurlu ve haram olma”ya nakleder. İnsanların çoğu bu istikamette düşünür.201
İkinci Yaklaşım: Mücerret emre konu bir fiilin terkedilmesi, aklın hükmü üzere
kalmaktadır. Bu kanaat Mu‘tezile’nin benimsediği görüştür.202
Üçüncü Yaklaşım: Bir fiilin emredilmemesi halinde, o eylemi terkin haram
olmadığı aklen bilinebilir, hatta bunu bilmenin tek yolu söz konusu eylemin emredilmemesidir, fakat bu fiil emredildiği takdirde durum değişir; onun terkinin olduğu hal üzere kaldığı bilinmez. Bâkıllânî bu yaklaşımı savunmakta olup, doğru görüşün bu olduğunu vurgulamaktadır. Ona göre, bu durumun iki sebebi bulunduğu söylenebilir: Bunların ilki, söz konusu emrin, terkedilmesi haram bir emir olabilmesi, diğeri ise fiilin terkinin hükmünün -fiilin yapılması ile yapılmaması arasında mevcûd eşitlik üzere kurulu dengeyi koruyacak biçimde- aklın hükmü üzere kalan bir emir olabilmesidir. Bir başka ifadeyle, mücerret biçimde gelen bir emirden hareketle, emredilen bir fiilin terkinin aklın hükmü üzere kalıp başka bir hükme intikal etmediği anlaşılmaz. Bütün bu ihtilaflar emir gelmeden önce ortadan kalkmıştır. Bir fiilin emredilmesi, o eylemin terkinin hükmünü 198 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 42. 199 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 43. 200 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 43. 201 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 43. 202 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 43.
40
değiştirebildiği gibi bu konuda fikir ayrılıklarının çıkmasına da imkân tanımaktadır; bu sebeple, bir fiilin emredilmesine rağmen hakkında istishâbü’l- hâli işletmek doğru olmaz. Sonuç olarak, muhalifin yukarıdaki ifadeleri savunanlardan ayrıldığını ortaya koymak amacıyla geliştirdiği bu argüman bâtıl olmaktadır.203
İkinci Delil: Bir lafzın tekit edilmesi, o lafızdan bir anlam çıkarılıp türetildiği (lifk-tıbk) mânasına gelir. Bir kimse “Yap, sana yapmayı mendup kıldım ve irşâd ettim” diyebilir, bu durumda, âmirin iradesini, “yap” lafzının tekidi mevkiinde bulunan öğenin yansıtması gerekir. Sonuç olarak, emir nedb ifade eder.204
Bâkıllânî’nin bu delile iki farklı şekilde cevap verdiği görülür:
Birinci Cevap: “Mendup kıldım” ve “irşâd ettim” ifadeleri, “yap” lafzı ya da “Sana emrettim” sözünün tekidi olarak değerlendirilemez; bunlar âmirin maksadını beyan ve tefsir eden birer unsurdur, zira emir hangi maksatla verildiği açıklanmadan önce farklı bir mânaya gelebilir. Dolayısıyla muhalifler aklen uzak bir yaklaşım sergilemektedir. Bâkıllânî bunları söylemekle yetinmez, muhalife “Niçin ‘Sana mendup kıldım’ ve ‘Seni irşâd ettim’ ifadelerinin tekit olduğunu ileri sürüyorsunuz?” şeklinde bir soru da yöneltir.205
İkinci Cevap: Bu cevapta Bâkıllânî nedb görüşünü savunanlara “Mutlak emri vücûba hamledenler de görüşlerini temellendirmek için sizinle aynı gerekçeyi sunabilir, onlardan ayrılmanızı sağlayacak bir izah getirin (infisâl)” şeklinde bir çağrıda bulunur ve sözlerini vücûb görüşünün müdafilerinin şöyle diyebileceklerini belirterek sürdürür: Tekid lafızdan mâna çıkarılması (lifk-tıbk) hususunda hayatî bir role sahiptir. Bir kimse “Yap, sana lâzım kıldım, sana vâcip kıldım, kesin yaptım, farz kıldım, yazdım” gibi bir cümle kurabilir. Bu durumda emrin peşinden gelen öğelerin vücûb ifade etmesi gerekir. Müellife göre, nedb müdafileri açısından, vücûba delâleti savunanlardan ayrılmanın tek bir yolu vardır; o da emrin akabinde gelen öğelerin tekid değil beyan olarak kabul edilmesidir.206 203 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 43. 204 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 43. 205 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 44. 206 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 44.
41
Üçüncü Delil: Vücûbu ifade etmek için “vâcip kıldım”, “zorunlu yaptım”, “lâzım kıldım” ve “farz kıldım” gibi hususi lafızlar bulunmaktadır. Bu lafızlarla beraber bulunmayan bir emrin nedbe hamledilmesi gerekir.207
Bâkıllânî’nin bu delile cevaben şöyle söyler: Bu söylenenlerin aksine emir vücûb bildirmek için vaz‘ edilmiştir, zira nedb anlamını ifade etmek için “Sana mendup kıldım”, “Seni irşad ettim” ve “Seni teşvik ettim” gibi özel lafızlar bulunmaktadır, bu gibi ibâreler ile birlikte bulunmayan bir emre nedb değil; îcab anlamının verilmesi gerekir” diyenlerden ayrılın. Bu itirazdan kurtulmanın bir yolu bulunmadığını belirtir.208