• Sonuç bulunamadı

IV. EMRİN MÛCEBİ HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERE TOPLU BAKIŞ

1. BÂKILLÂNÎ’NİN et-TAKRÎB İSİMLİ ESERİNDE YER ALAN TARTIŞMALAR

1.2. Delillerin İncelenmesi

1.2.1. Emrin İbâha İfade Ettiği Görüşü

Bâkıllânî bu konuda önce “Emir ile İbâha Arasındaki Fark” şeklinde bir başlık altında ana meseleye ilişkin görüşünü açıklamakta, ardından “Fasıl” şeklinde küçük başlıklar koyarak bu konuda karşı görüş sahiplerince kendilerine yöneltilebilecek sorulara cevaplar vermektedir.

1.2.1.1. İbâha ve Emir Arasındaki Fark

Bâkıllânî “Emir ile İbâha Arasındaki Fark” başlığı altında bu görüşü ele alırken, önce şu hususa dikkat çeker: Ümmetin selef âlimleri ile kelâmcı ve fakihlerin çoğunluğuna göre, 154 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 47. 155 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 47. 156 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 47. 157 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 46-47. 158 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 49. 159 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 47.

30

fiilin mubah kılınması, onun serbest bırakılması, ona izin verilmesi, yapılması ve terkedilmesi arasında muhayyerlik tanınması demektir; ancak terkin kendi mecrasında kalması ve haram bir eyleme dönüşmemesi gerekir.160

Daha sonra Bâkıllânî mubah fiili me’mûrun bih sayanlarla ilgili olarak şu açıklamaları yapar: Belhî (Kâ‘bî) ve takipçileri mubahın me’mûrun bih olduğunu iddia etmişler ve mubahın emredilmesi, yine emirlerden olan vâcip ve nedbden daha aşağı bir seviyededir (rütbe), nitekim her ikisi de emir olmasına rağmen mendup kılmanın (nedb) rütbesi vacip kılmanın (îcâp) rütbesinden daha düşüktür, demişlerdir.161 Bâkıllânî’ye göre, Kâ‘bî ile düşülen ihtilaf muhtemelen lafzî (ibârede) bir görüş ayrılığıdır ve böyle bir konuyu uzun uzadıya tartışmaya gerek yoktur; fakat bazen ihtilafın mânada da vukû bulduğu görülür.162

İhtilafın lafzî olması şu şekilde ifade edilebilir: “Mubah me’mûrun bihtir” sözünün anlamı, fiilin yapılmasına izin verilmesi, serbesti tanınması, bu eylemin helal kılınması ve naklî bir delil ile kişinin fiili hem yapma hem de yapmama hakkı bulunduğuna işaret edilmesidir. Kişinin mubah bir fiili yapması ile yapmaması eşittir. Fiili yapma ve yapmama karşılığında mükafat ve ceza bulunmamaktadır. Kâ‘bî’nin sözüyle kastedilen bu ise, mâna üzerinde ittifak edilmiş olup, ihtilaf lafzîdir.163

Ancak şöyle dendiği takdirde, mânada (gerçek) ihtilaf var demektir: Bir fiilin mubah kılınması, o fiilin îcab yahut nedb üzere gerekli kılındığı ve talep edildiği, mubahın terkinin yasaklandığı ve işlenmesinin kendi mecrasında kalan terkinden daha hayırlı olduğu anlamlarına gelir. Bâkıllânî’ye göre bu yaklaşım bâtıl olup, şu iki durum buna delâlet etmektedir:164

Birincisi: Akıl sahibi herkes, kendi tecrübesiyle, efendinin kölesine ve kendisine

itaat zorunluluğu bulunan kimseye mutlak izin vermesi ile ona emretmesi, ifayı gerekli kılması ve fiilin terkini yasaklaması arasındaki farkı nasıl ayırt edebiliyorsa, aynı şekilde ona bir fiili emretmesi ve yasaklaması ile ona genişlik sağlaması ve onu sıkıştırması

160 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 17. 161 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 17-18. 162 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 18. 163 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 18. 164 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 18.

31

arasındaki farkı da öyle ayırt edebilir. Dolayısıyla muhalifin söyledikleri bâtıl olmaktadır.165

İkincisi: İbâhanın muktezâsı, -daha sonra açıklayacağımız üzere-, fiili emredenin,

emrettiği biçimde olmak üzere fiilin yerine getirilmesini gerekli kılma, talep etme ve onun terkini nehyetme hakkı olduğu halde / olmasına rağmen, mubahın “Dilersen yap” sözünün ifade ettiği bir anlama ve müsaade edilen kişinin takdirine bağlanması gerekir. Bu sebeple ibâha ve emrin durumu birbirinden farklıdır.166

1.2.1.2. Muhtemel Sorulara Cevaplar

Birinci Soru: “Mubah, yapılması ve -tabiî / normal mecrâsında- terkedilmesi hususunda serbestlik tanınmış fiildir, yapılması ve terkedilmesi eşittir” sözünüzün anlamı nedir? 167

Cevap: Mubah dört tür fiil işlenerek terk edilebilir: Birincisi, mubahın kendisi gibi bir başka mubah icra edilerek yapılmamasıdır. İkincisi, mubahı terk ederken gerçekleştirilen fiilin nâfile bir eylem olmasıdır. Bu durumda mubah, yerine getirilmesinden daha hayırlı olan, emre konu bir fiil işlenerek terk edilmiş olur. Üçüncüsü, mubahın geniş zamanlı (müvessa‘) bir vâcib işlenerek terk edilmesidir. Burada terk bir farzın yerine getirilmesiyle gerçekleşir. Dar zamanlı (mudayyak) ve derhal yapılması gereken (müstahak) bir vâcibi ifa yerine mubahın yapılması doğru olmaz, çünkü sıkıştırma (tadyîk) ve muhakkak ifayı gerektirme (istihkak) anında, vâcibi ifanın

zıddını yapmanın (yani herhangi bir şekilde vâcibi yapmamanın) mubah olması doğru

değildir. Dördüncüsü, mubahın haram olan bir mâsiyet icra edilerek yapılmamasıdır. Fakat bu tip terk, mubahı terk olması bakımından haram olmaz; haramlık mubahı terk ederken gerçekleşen fiilin yasaklanmasından kaynaklanır. Mubahı ifa ve terkin birbirine eşit ve kişinin bunu yapıp yapmama hususunda muhayyer olması da bu bağlamda değerlendirilmelidir. Zira ilk üç fiil grubu, mubahı terk olma bakımından bu terk biçimiyle ortaklık arzedebilir.168

Fakat yine de hiç kimsenin “Mubah me’mûrun bihtir” ifadesini, işlenerek mubah terkedilen fiiller arasında haramların da bulunması ve haramı terkin vâcip olması gibi

165 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 18. 166 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 18. 167 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 19. 168 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 19.

32

sebeplere istinaden gerekçelendirme hakkı yoktur. Daha önce de açıkladığımız üzere, mubahı terkin biçimleri içinde terkedilmesi gerekmeyen fiiller de bulunmaktadır, bu bakımından mubahı terk olması nedeniyle haramın terki gerekmez. Şayet mubah me’mûrun bih olsaydı, -işlenerek haram bir mahzurun terk edilmesi halinde- mubahın muhakkak yapılması gereken bir vâcip olması lazım gelirdi, zira mubahı terkin biçimleri içinde terki vâcip olan haramlar da bulunmaktadır. Bu durumun fâsid olduğu üzerinde ittifaka varılınca, söz konusu şüphe bâtıl; mubahın vâcip ve me’mûrun bih olmadığı ise sabit olmuştur.169

İkinci Soru: Mubahın teklifî hükümler kapsamında olduğu kanaatinde misiniz?170 Cevap: Mubahın teklîfî hükümler kapsamına girmesinden maksat, mükellefin mubahı yapmanın helal, serbest ve izin verilmiş olduğunu dinî bildirim (sem‘) yoluyla bilmesi ise, bu doğrudur. Yok öyle değil de mubahın mükellefe farz yahut nâfile olarak emredildiği kastediliyorsa, daha önce de belirttiğimiz üzere bu bâtıldır.171

Üçüncü Soru: Mubah fiillerin hasen veya kabîh olduğu kanaatinde misiniz?172 Cevap: Mubah bu şekilde nitelendirilemez. Zira mubahı işleyeni saygın kabul etme / takdir etme, övme, yerme, kusurlu görme yükümlülüğümüz yoktur. Fiilin hasen veya kabîh olması da, onu işleyeni saygın kabul etme ve övme veya kınama ve yerme ya da onun bunu hak ettiğine inanma yükümlülüğünde olmamızdan öteye bir mâna ifade etmez. Bu vesileyle müellif peygamberlerin ismeti meselesine de değinir.173

Dördüncü Soru: Fâili tarafından işlenmiş bir mubahın, Allah Teâlâ’nın iradesiyle gerçekleştiğini mi düşünüyorsunuz?174

Cevap: Evet.175

Bâkıllânî soruya olumlu cevap vermekle yetinmeyip bu durumun bütün yaratılmışlardan -her birinin kendi özelliği çerçevesinde- sâdır olan fiiller için de geçerli olduğunu belirtmekte, buna ilaveten Allah’ın mubah ile alakalı tavrının Kaderiyye’nin (Mu‘tezile) düşünce sisteminde nasıl bir yansıma bulduğunu ortaya koymaktadır. Nitekim Mu‘tezilî bakış açısına göre, Allah mubahı ne irade eder ne de kerih görür, zira 169 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 19. 170 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 19. 171 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 20. 172 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 20. 173 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 20. 174 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 20. 175 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 20.

33

mubah irade edilmeyi yahut kerih görülmeyi gerektirecek varlığına ilave (zâid) bir sıfata sahip değildir.176 Şayet böyle bir niteliğe sahip olsaydı, Allah mubahı emreder yahut yasaklardı.177

Daha sonra Bâkıllânî muhalifin “‘Yap’ kelimesi, söz konusu fiilin murad edilmesi için söylendiği takdirde emir olur, bu sebeple, Allah’ın, muhatap tarafından yapılacağı bilinen bir fiilin gerçekleştirilmesini irade ederek “yap” diye buyurması halinde mubahı emrediyor olması gerekir” şeklinde bir itirazda bulunduğunu farzeder ve buna şu şekilde bir cevap verir: Söyledikleriniz gerekmez, zira fiilin irade edilmesi sebebiyle değil, nefsi itibariyle emir olduğunu daha önce açıklamıştık. Dolayısıyla söyledikleriniz sâkıt olmuştur.178

Fakat müellif bununla yetinmez; ilgili görüşün fâsid olduğuna delâlet eden hususlardan biri olarak şu konuya temas eder: Allah’ın “Oraya esenlikle girin”179 şeklindeki buyruğu ile cennetliklerin cennete girmesini, “Dünyada yapmakta olduklarınız karşılığında, sıra sıra dizilmiş koltuklara dayanarak afiyetle yiyin için”180 âyetiyle ise yiyip içmelerini irade ettiğini savunanlar bulunmaktadır. Bu yaklaşım, söz konusu iddianın sahiplerini, Allah’ın emir vermek ve yasak koymak suretiyle cennetlikleri teklîf altına soktuğunu ve cennet ahalisinin mihnet ve teklif yurdunda bulunduklarını söyleme mecburiyetinde bırakmaktadır.181

Bu noktada Bâkıllânî, Kaderiyye’nin söz konusu ilzam karşısında köşeye sıkıştığını belirtip, sözlerini şöyle sürdürür: Mu‘tezile’nin iddiasını derinlemesine inceleyen (tahkîk) ve mubahın, me’mûrun bihin irade edilmesi nedeniyle emir olduğunu düşünen herkes, Allah’ın cennetliklerin cennete girme ve yiyip içme gibi tasavvurlarını irade etmediğini söyleyecektir. Zira Mu‘tezilî anlayışa göre, Allah cennete girme ve yiyip içmeyi “Oraya esenlikle girin”182 âyeti dolayısıyla irade etseydi, cennetliklere bunları emretmiş olması gerekeceği gibi ahalisinin bu fiillerin terki ile alakalı olarak korkutulması, azarlanması ve bunları yapmaya teşvik edilmesi itibariyle cennetin imtihan ve mihnet yurdu olması da gerekecektir. Dolayısıyla mevcûd durum, nimetin bozulup, 176 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 20- 21. 177 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 21. 178 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 21. 179 Kâf 50/ 34. 180 Tûr 52/ 19. 181 Bâkıllânî, et-Takrîb, c. II, s. 21. 182 Kâf 50/ 34.

34

cennetliklerin azap niteliği taşıyan kaba muamelelere tabi tutulmasını kaçınılmaz kılması nedeniyle bâtıldır.183

Bunun ardından Bâkıllânî Mu‘tezile’nin ileri gelenlerinden İbnü’l-Cübbâî’nin (Ebû Hâşim) şöyle ifade edilebilecek bir açıklamasına yer verir: Cennetlikler amellerinin mükafatına ancak cennete girerek ulaşırlar. Cennetliklere mükafat vermemek zulümdür, Allah onlara zulmetmeyi kerih görmekte, bu sebeple de amellerinin sevabını alabilmeleri için cennetliklerin cennete girmelerini ve yiyip içmelerini irade ederken, buna mâni olması nedeniyle cennete girmemelerini kerih görmektedir. Emredilmesi yanında terki kerih görülen her fiil farz kılınmış birer vâciptir. Bu durumda, “cennete girin” sözü dolayısıyla cennetliklerin cennete girmesi irade edilirken, bunun terkinin kerih görülmesi, cennete girme emrinin vâcip (vücûb) ve farz olarak verilmesini zorunlu kılar. Allah “Cennete girin” buyurarak cennet ehlinin cennete girmesini hem emretmiş hem de istemiştir. Bir fiilin îcab hükmü kazanıp terkinin yasaklanması, yapılması hususunda teşvik ve vaat, yapılmamasına karşın ise azarlama, korkutma ve tehdit bulunmasına bağlıdır. Cennetlikler ancak teşvik ve tehdit mecrasındaki bu muamelelere maruz kalmaları durumunda, içinde bulunduğumuz bu dünyadaki gibi sıkıntılı bir hayata sürüklenmiş olurlar. Bu düşünce ise icmâya aykırı bir yaklaşım olmanın yanı sıra “yap” sözünün, söz konusu fiilin irade edilmesi sebebiyle emir olmasının gerekmeyeceğine ilişkin delillerden birini de oluşturur. Netice itibariyle, karşıt görüşün müdafileri bu izaha cevap veremeyecektir.184

Ayrıca Bâkıllânî’nin bunun devamında, kişinin kendisine emretmesi ile alakalı bir tartışma yürüttüğü görülür.185