• Sonuç bulunamadı

Psikolojik İde, Paralojizm’ler, Antonomi’ler ve Teolojik İde

Belgede Foucault'da özne sorunu (sayfa 73-79)

BÖLÜM 3. KANT’TA BİLEN ÖZNENİN NELİĞİ

3.2. Kant’ta Öznenin Deneyim-Bilgi Kurgusu

3.2.2. Psikolojik İde, Paralojizm’ler, Antonomi’ler ve Teolojik İde

Psikolojik ide ve bu konudaki paralojizm’ler, ruhun varlığı ve ölümsüzlüğü iddiası ile ilişkili olduğu ifade edilebilir. Ayrıntılı olarak incelenmiş olan ideler ve kategoriler ayrımı bağlamında bedenden ayrı ve insan yaşamı ve edimlerini belirleyen manevi bir tözün varlığının, insanın kendi ruhsal varlığına dair bilgiden türetilemeyeceği ve ide’leri nesneler gibi belirlenmiş şekilde bilme iddiasında bulunulamayacağı açıktır (Kant, 1920, s. 99). Dolayısıyla ruh konusundaki bilgiden yani “ben birliğinden” hareketle hiçbir koşula bağlı olmayan ölümsüz bir ruhun var olduğu yargısına varmak aslında yanlış bir çıkarım, bir başka ifade ile paralojizm (mantıksal uydurma ya da yakıştırma) olacaktır (Heimsoeth, 1993, s. 106-107).

Kant’a göre anlama yetisi, spesifik doğası gereği her şeyi kavramlara bağlı olarak mantıksal çıkarımlarla düşünmektedir. Bir şeyin (Alm. “Ding an Sich”) bir başka şeye yüklemlenmesi bilinebilenken, daha önce numen’ler konusu işlenirken belirtildiği gibi şeyin kendisi ya da mutlak öznesi bilinemeyen yani düşünülemeyendir (Kant, 1920, s. 100). Bu durum aynı şekilde “düşünüyorum o halde varım” yargısı yani tözsel olanın a priori bilgisine ulaşıldığı tezi için de iddia edilebilir. O halde bu bağlamda Descartes’ın düşünen özneden, düşünceyi çıkarmasının kabul edilebilir olduğu, ama aynı yargıdan düşünen bir “ben”e varması ve bu benin ruhsal bir bütünlük olmasının kabul edilemez olduğu ifade edilebilir. “ben”e dair mantıksal çıkarımlar konusunda bir sorun olmasa da “ben”in direkt kendisine dair mutlak yargılar birer yanılsama olarak görülmektedir. Bu düşünme ediminin ardında, mutlak bir öznenin var olduğu yanılgısı öznenin ide olarak değil nesne olarak görülmesinden kaynaklanmaktadır (Kant, 1920, s. 100). Böylece “ben’in cevher olarak varlığını kanıtlamak mümkün değilse, insan ruhunun basitliği, gayrimaddiliği ve ölmezliği doktrinleri de böylece tehlikeye düşmüş olur” (Weber, 2015, s. 336). Buna karşılık Kant’a göre eğer bu ide temelinde mantıksal çıkarımlar sürdürülmezse, kurmaca mantığa dayanarak ruhun ölmezliğini kanıtlama yoluna gidilmezse ve bu tözün nesnel olgusallık değil, sadece bir ide olduğu kabul edilirse, ruhun bir töz olduğu yargısı geçerli olarak kabul edilebilir (Kant, 1993, s. 196)

65

(AUE, A 350-351). “Benim yerim, deneyin verimli derinleridir” (Kant, 2002, s. 129) diyen Kant, deneye dayanmayan ruhun ölümsüzlüğünün bilgisine ulaşmanın yolunu ironik bir şekilde yine mümkün bir deneyim ile verir: ruhun ölümsüzlüğünün kantı ancak ve ancak yaşamaya (yani deneyimlemeye) devam etmek yani ölmemektir (Kant, 1920, s. 102). Dolayısıyla ruh ile ilgili ortaya konulanlar aklın doğal bir sonucu olarak kabul edilebilirken, anlama yetisinin kavramlarına bağlı olan türden bir bilgi içeriği olarak kabul edilememektedir.

Bu idelerde ruhtan farklı olarak duyuma gelen ide’lerden, maddeden ve özellikle de evren kavramından yola çıkarak aklın sınırlarını aşma konusu analiz edilmektedir. Bu incelemelerle Kant, “zaman ve mekân bağları ile bağlanmış olan biz insanlar için, şeylerin bütününü kavramak isteyen evren idesinin, hiçbir şekilde gerçeklikle doldurulamayacak boş bir kavram olduğunu gösteriyor.” (Heimsoeth, 1993, s. 107) Çünkü ona göre “dünyanın ezelden beri olup olmadığı, maddenin sonsuz olarak bölünüp bölünemeyeceği ya da yalın parçacıklardan oluştuğu” durumların deneyle bilinmesi mümkün değildir (Kant, 2002, s. 94). Bu bağlamda ortaya çıkan ikisi matematiksel, diğer ikisi dinamik olmak üzere dört antinomi söz konusudur (Kant, 1920, s. 111). Antinomi (çatışkı) deneyim olanağının olmadığı, hiçbir şekilde doğrulanamayan ya da çürütülemeyen önermelere işaret etmektedir. Bu önermeleri hem evetlemek (tezler) hem de değillemek (anti-tezler) aynı derecede olanaklıdır. Özet olarak birinci antinomi, nicelik ile ilgilidir ve evren sınırlıdır ya da sonsuzdur, ikinci antinomi, nitelik ile ilgilidir ve evrende her şey yalın olandan oluşur ya da oluşmaz, üçüncüsü bağıntı ile ilgilidir ve özgürlük vardır ya da yoktur, dördüncü ve sonuncusu ise modalite (kiplik) ile ilgilidir ve Tanrı (nedenler dizisinde zorunlu bir varlık) vardır ya da yoktur diyalektik önermelerinden oluşmaktadır (Kant, 1920, ss. 105-106).

a. Nicelik Antinomi’si: Bu antinomi’de ele alınan tez ve anti-tez şunlardır: Tez: “Evrenin zamanda bir başlangıcı vardır, ve uzay açısından da sınırlar içinde kapalıdır.”, Anti-tez: “Evrenin hiçbir başlangıcı, ve uzayda hiçbir sınırı yoktur; tersine, zaman açısından olduğu gibi uzay açısından da sonsuzdur.” (Kant, 1993, s. 231)

Evrenin sonsuzluğuna ya da bütününe dair olan ide, diğer ide’ler gibi akıl için vazgeçilmezdir. Bu ide’ye dair kesin bilgi iddialarında bulunmak onu bir gerçeklik olarak kavramaya çalışmak demek, bu ide’yi zaman ve mekân formları içinde kavrama

66

çabası olacaktır ki, bu hatalı bir yaklaşımdır. Bu formların evreni sonlu ya da sonsuz olarak bilmemizi sağlayacak olanakları yoktur (Heimsoeth, 1993, s. 108-109). Ayrıca ek olarak ne tez ne de anti-tez deneyi de içermez. Çünkü bunlar sadece ide’dir ve sonsuz zaman ve mekânın deneyi olanaklı değildir (Kant, 1920, s. 110). Dolayısıyla kendinde şeye dair ifade edilecek olan fenomen’ler alanına ait bir kavram, doğası gereği çelişkili ve bu idenin örneğin boyutlarına dair yargılar ister tezde olsun ister anti-tezde olsun zorunlu olarak bir yanılsama yaratacak ve yanlış olacaktır (Kant, 1920, s. 110).

b. Nitelik Antinomi’si: Bu antinomi’de ele alınan tez ve anti-tez şunlardır: Tez: “Evrendeki her bir bileşik töz yalın parçalardan oluşur, ve genel olarak yalın olandan ya da bundan bileşmiş olandan başka hiçbir şey yoktur.” (Kant, 1993, s. 235) Bu durum cismin sonsuz derecede bölünebileceğine de karşılık gelmektedir. Anti-tez: “Evrende hiçbir bileşik şey yalın parçalardan oluşmaz ve genel olarak evrende yalın hiçbir şey yoktur.” (Kant, 1993, s. 235). Bu durum da özetle cismin bölünemeyeceğine denk düşmektedir.

Kant’ın “görünüşlerin bölünmesi antinomi’si” olarak da nitelediği bu antinomi’de, her ne kadar akıl, cismin bölünmesi konusunda kesin bir çıkarımda bulunmak istese de, fenomenal alana dair bir tasarım olan cismin, parçalı ya da bileşik olması olanaklıdır ama ancak deney ve tasarımın imkânı ölçüsünde. Varlık alanına ise bu alanın bilinemez olmasından dolayı uygulanamamaktadır. Bilinemeyen bir alandaki şeyin (tasarım değildir çünkü) ne kadar bölünüp bölünemeyeceğinin de bilinemeyeceği ortadadır. Eğer yine de varlık alanına uygulanacak olursa bu ide’lere dair yargılar çelişki yaratacaktır (Kant, 1920, s. 110).

c. İlişki/Bağıntı Antinomi’si: Bu antinomi Kant açısından oldukça önemlidir. Burada ele alınan konular Pratik Aklın Eleştirisi’nde daha ayrıntılı olarak istenç (irade, Alm. Wille) özgürlüğü bağlamında tekrardan ele alınacaktır. Bu antinomi’nin tezi: “Doğa yasalarına göre nedensellik evrenin görüngülerinin (Alm. Erscheinung) tümünün de türetilebileceği biricik nedensellik değildir. Bu görüngüleri açıklamak için bir de özgürlük yoluyla nedenselliği varsaymak zorunludur”, bu antinomi’nin anti-tezi de; “hiçbir özgürlük yoktur, tersine evrendeki her şey yalnızca doğa yasalarına göre olur” (Kant, 1993, s. 239) şeklindedir.

67

Özgürlük vardır önermesinin (yani tezin) kanıtlanması şu şekilde yapılmaktadır: Eğer “her şey zorunlu ve doğa yasalarına göre olur” önermesi doğru olarak kabul edilirse; herhangi bir çıkarımın ilk nedeni yoktur ve “olayların sonsuz nedenler zinciri vardır” önermeleri de doğru olmalıdır. Bu sonsuz nedenler zincirinde ayrıca gerekli tüm koşulların da yerine getirilmesi zorunludur. Bu koşullardan biri eksik ise o olay meydana gelemeyecektir. İlk neden olmadığına göre, ilgili olayın da meydana gelememesi gerekmesine rağmen, o olay meydana geldiğine göre, zorunluluk içermeyen bir ilk neden vardır. O halde özgür bir neden vardır. Sonuç olarak evrende zorunlu olanlar yanında özgür olanlar da vardır (Kant, 1919, s. 402-403). Böylelikle her şeyin doğa yasalarına göre belirlendiği kabul edildiğinde özgürlük vardır kanıtlanmış olmaktadır. Tersi durum ise şu şekilde kanıtlanmaktadır: Evrende özgürlük olduğu kabul edilirse; özgürlüğün, tüm diğer nedenleri başlatması ve zorunlu olarak sonuçlarından önce var olması gerekmektedir. Böyle bir başlangıç kabulü de hali hazırda meydana gelmemiş bir olayı gerektirecektir. Yani olaylar arasında bir nedensellik bağı kalmayacaktır. Bu durum her olay bir sonuçtur ilkesine zıt olduğu gibi hiçbir deneyim dizgesine de olanak tanımamaktadır. Hâlbuki evrenin nedenselliğini, özgürlük yasalarıyla değil, doğa yasalarıyla kavradığımızı kabul etmiştik; o halde özgürlük yoktur. Eğer özgürlük bu bahsi geçen doğa yasalarına göre belirlenecek olsaydı dahi ondan tanımı gereği özgürlük olarak bahsedemezdik (Kant, 1919, ss. 404- 407).

Yapılan bu inceleme, aklın yanılsamasının, diyalektiğin yani kuruntu ya da görüntü mantığı olarak tanımlanan mantığın bir sonucu olarak görülmüştür. Çünkü fenomenal alanda dolayısıyla zaman-mekân formları bağlamında, koşullara bağlı nedenselliğin yani neden-sonuç ilişkilerinin dışına çıkılamamaktadır (Heimsoeth, 1993, s. 111). Dikkatli bir şekilde analiz edilecek olursa, fenomen’ler alanının nesnelerini kendinde şeylerin nesneleriymiş gibi, doğa biliminin yasalarının da kendinde şeyler için geçerliymiş gibi kabul edilmesi sebebiyle bu antinominin ortaya çıktığı görülmektedir. Ayrıca özgürlüğün öznesinin fenomen’ler alanına ait nesneler gibi tasarlanması da bu antinomi’yi ortadan kaldıramamaktadır. Dolayısıyla bu konulara dair ortaya konulacak yargıların hem tezi hem de anti tezi eş değerde evetlenebilir ya da değillenebilir olmaktadır. Fakat Kant, tespit ettiği bu noktalarda örtük olarak bu antinomi’yi ortadan kaldıran bir belirti görmüştür. O da doğa yasaları ile kendinde şeyler arasındaki ayrıma

68

dayanmaktadır. Çünkü doğa biliminin yasalarının zorunluluğu numen’ler alanında değil sadece fenomen’ler alanında olanaklıdır. Özgürlük de fenomen’ler alanında değil ancak ve ancak kendinde şeyler alanı için olanaklıdır. Ancak burada kendinde şeylere dair bir yargıda bulunmanın bir soru işareti oluşturduğu ortadır. Buna dair de Kant, kabul etmesi ve kavranması ne kadar zor olursa olsun, ancak ve ancak bu özgürlük anlayışının bu şekilde kabul edilmesi ile bu antinomi’nin ortaya çıkmayacağını varsaymaktadır (Kant, 1920, ss. 111-112).

Kant, bu antinomi’yi, yani özgürlük konusunu bir yanda numen olan öte yanda da fenomenal bir varlık olan insan açısından da ele almıştır. İnsan varlığını bu bağlamda akılsal ve deneysel nitelikler taşıyan bir yapı olarak görmüştür. Bu anlamda hem doğaya içkin olan insan, doğa gibi duyu verilerinin, fenomenal alanın bir parçasıdır, hem de deneysel olmasının yanında “transandantal tamalgının (Alm. Apperzeption) öznesi”, bilen bir özne olduğunun farkındadır. O halde bu bağlamda insan artık sadece deneyimin nesnesi değil, bilen öznenin de kendisidir (Heimsoeth, 1993, s. 113). Bu tespitler sonucunda Kant, insan eyleminin öznel koşullara bağlı olduğunu ve doğa yasalarına bağlı olmadığını ifade etmiştir. Aklın, zaman ve mekân formlarından bağımsız olarak belli maksimlere, ilkelere göre eylemlere kurallar belirleyebileceğini düşünmüştür (Kant, 1920, s. 114). Bu maksimler ve ilkelerin bağlayıcılığı ya da zorunluluğu ise doğadaki nedensellik ve zorunluluktan farklı olarak “gereken” (Alm. Sollen) ile ifade edilirler (Kant, 1920, s. 113). Ek olarak “evrenbilimsel anlamda özgürlük ile bir durumu kendiliğinden başlatma yetisini” (Kant, 1993, s. 270) anlayan Kant’a göre doğadaki nedensellikten farklı olarak “gereken” kavramı altındaki nedensellik zinciri insanın kendiliğindenliği (Alm. Spontanität) tarafından belirlenmektedir. O halde insanın bu kendiliğindenliğe göre eylediği açıktır (Kant, 1919, ss. 469-470). Ayrıca ona göre böyle bir “özgürlük bu anlamda bir arı aşkınsal idea’dır” (Kant, 1993, s. 270).

Sonuç olarak “akıl sahibi varlıkların bütün eylemleri, görünüşler olmaları (herhangi bir deneyde bulunmaları) bakımından, doğanın zorunluluğu altındadır; ama bu aynı eylemler, akıl sahibi özneyle ve bu öznenin sırf akla göre eylemde bulunma yetisiyle ilgilerinde özgürdürler” (Kant, 2002, s. 99). Böylece insan, deneysel olmanın haricinde, aklı sayesinde “eylemlerinin dayandığı istemesinin kaynağı olan, irade

69

kararlarını veren, etki yapabilen bir şey olarak” da tanımlanmaktadır (Heimsoeth, 1993, s. 114). Bu açıklamalar Pratik Aklın Eleştirisi’nde daha ayrıntılı ele alınacaktır. Çünkü pratik özgürlük duyusallığın etkisi altında olmamakla birlikte bu özgürlüğün anlama yetisinin yasalarının ve deneyin ötesinde, akıl tarafından belirlenen bir ben kabulünün edimlerinin dayanaklarını barındırdığı düşünülmektedir (Kant, 1919, s. 470). Ek olarak bu anlamdaki pratik özgürlük “bir varlığın eyleminin nesnel nedenlerden her başlangıcı, bu belirleyici nedenler açısından hep bir ilk başlangıç” (Kant, 2002, s. 100) şeklinde kabul edilmektedir. Böyle bakıldığında artık doğa yasalarının nedenselliği ve zorunluluğu ile kendinde şeylere bağlı olan pratik aklın özgürlüğü bir antinomi’ye yol açmadığı gibi, aklın özgürlüğü de doğa yasaları ile bir antinomi yaratmamaktadır denilebilir (Kant, 1920, s. 115).

d. Modalite Antinomi’si: Bu antinomi’nin tezi: “Evrene öyle bir şey aittir ki, onun parçası ya da nedeni olarak, saltık olarak zorunlu bir varlıktır”, Anti-tezi de: “Ne evrende ne de evrenin dışında onun nedeni olarak saltık olarak zorunlu hiçbir varlık yoktur” (Kant, 1993, s. 242). Bir önceki antinomi’de olduğu gibi kendinde şeylere dair olanlar ile fenomen’ler alanına ait olanlar birbirine karıştırılmadığında antinomi kendiliğinden çözülür. Bu antinomi “sırf görünüşler için geçerli olanı kendi başına şeylere kadar götürmekten, genellikle de bu ikisini bir tek kavramda karıştırmaktan ileri gelir” (Kant, 2002, s. 101). Böyle bakıldığında, fenomen’ler alanında varoluşu zorunlu hiçbir neden yoktur teziyle, evrenin nedeni (bu neden doğa yasalarındaki neden değil başka bir yasaya göre nedendir) zorunlu olarak bir varlığa bağlıdır anti-tezi artık çelişmemektedir (Kant, 1920, s. 116).

Kant’a göre saf aklın bir diğer zorunlu idesi de “bütün varlık olanaklarını, varlık türlerini, en yüksek derecede içine alan, birleştiren bir varlık” yani saf aklın idealidir (Heimsoeth, 1993, s. 116). “Bu ide, kaynağını aklın varlık-yapısında bulur; aklın hiçbir koşula bağlı olmayana, totalite’ye uzanmasından doğar. Bu en yüksek varlık tasavvuru, bütün şeylerin kendisinden doğduğu kaynak” sorunu, temel bir sorundur (Heimsoeth, 1993, s. 116-117). Sorunun kaynağı “düşünmemizin öznel koşullarını şeylerin nesnel koşulları saymamızdan ve aklımızı tatmin etmek için olan bir varsayımı bir dogma olarak kabul etmemizden çıkan diyalektik kuruntu” olarak görülmektedir (Kant, 2002, s. 102). Bu bağlamda bu ide “salt bir tasarım olmasına karşın, ilkin olgusallaştırılır, e.d.

70

bir nesne yapılır, sonra tözselleştirilir, ve son olarak usun birliğin tamamlanışına doğru doğal bir ilerleyişi yoluyla, [...] kişileştirilir” (Kant, 1993, s. 287). Teolojik ide’yi Kant üç farklı başlıkta kanıtlama yoluna gitmiştir: ontolojik, kozmolojik ve fiziksel-teolojik (Kant, 1993, s. 290). Bu üç bölümün ayrıntısı bu çalışmanın kapsamı dışında kaldığı için burada bu incelemelere yer verilmeyecektir.

Belgede Foucault'da özne sorunu (sayfa 73-79)