• Sonuç bulunamadı

Descartes’ta İnsan ve Dış Dünyaya Giden Yolda Tanrının Önemi

Belgede Foucault'da özne sorunu (sayfa 35-45)

BÖLÜM 2. DESCARTES’TA DÜŞÜNEN ÖZNENİN NELİĞİ

2.5. Descartes’ta İnsan ve Dış Dünyaya Giden Yolda Tanrının Önemi

Descartes, düşünmek için var olmak gerektiğinin açık ve seçik olduğunun görülmesine rağmen, bu kesin bilgiden hareketle başkaca kesin bilgilere ulaşabileceği güvenilir bir şeyin olmadığını iddia etmiştir. Descartes’ın çıkmaza girdiği bu nokta “düşünüyorum o halde varım” önermesine bağlı olarak tespit edilmektedir. Açık ve seçik olarak kavradığı başka şeylerin neler olduğunu belirleme sürecinde bazı güçlüklerin farkına varmıştır (Descartes, 2003, s. 24). Düşüncenin ve kendi varlığından şüphe etmemesinin kesin kanıtlarını göstermesine rağmen, içine düştüğü bu zorluğun analizini, dış dünya varlığının şüphe edilmeyecek kanıtlarını “Tanrı” kavramı üzerinden açıklayarak yapmış olduğu söylenebilir.

Descartes, “Tanrı bilinmedikçe başka hiçbir şey hakkında kesin bir bilgi elde edilemeyeceği” görüşündedir (Descartes, 1997, s. 34). Dış dünyanın, cisimlerin ve düşünen ruhun kendisi ve kendi bedeni dışındaki diğer bedenlerin açık ve seçik bilgisin de Tanrının kesin olarak bilinip bilinemeyeceğine bağlı olduğu düşüncesindedir (Descartes, 1982, s. 8). Düşüncenin ya da ruhun mutlaka kendi yaratanını bilmesi gerektiğini aksi halde, kendini yaratanı bilinceye kadar kesin ve şüphesiz hiçbir ilim edinemeyeceğini net olarak görmüştür (Descartes, 1982, s. 8). İşte bu yüzden ruh, bundan sonra, kendinde bulunan çeşitli düşünce veya kavramları tekrar incelediğinde ve onlar arasında her şeyi bilen, her şeye gücü yeten ve son derece eksiksiz bir varlığın düşüncesini bulduğunda, bu düşünce de kavradığı şey aracılığıyla, bu eksiksiz varlığın, yani Tanrının var olduğunun açık ve seçik yargısına varmaktadır (Descartes, 1982, s. 8). “Tanrı” kavramı, Descartes tarafından kesin olarak zorunlu ve sonsuz bir varlık olarak tanımlanmıştır (Descartes, 1982, s. 10). “tam olgun varlık” olarak Tanrı, tanımı itibariyle uydurma ve hayal ürünü olarak kabul edilememektedir. Kabul edilebilseydi eğer kendisine mükemmellik veya tamlık atfedilemeyecekti. Aksine bu varlık, Descartes’a göre, değişmez, gerçek ve dolayısıyla zorunlu olarak var olması gereken bir doğaya sahiptir ve bu Tanrı kavramı, ancak zorunlu bir varlık ile birlikte kavranabilmektedir (Descartes, 1982, s. 10). Descartes’a göre birçok şey istenildiği gibi uydurmaya uygun olsa da kesin olarak kanıtlandığı üzere, tam ve olgun bir varlık olmak yani tanrı düşüncesinin uydurulmuş olması mümkün değildir. Ayrıca böyle bir düşüncenin eksik bir varlıktan doğması da mümkün görülmemektedir ve ancak tam

27

olgun olan bir varlıktan yani Tanrıdan gelebilecek olduğu da açık ve seçik olarak kavranmaktadır (Descartes, 1982, s. 10). Eksik olan bir varlık kendisinden daha olgun ve eksiksiz olan bir varlığın düşüncesine sahip olduğunda, kendi kendisinin yaratanı olamamaktadır (Descartes, 1982, s. 11). Tanrının var olduğuna dair bir diğer kesin kanıt ise hayatın birbirine bağlı olmayan anlardan oluşan bir süreye (Fr. dureé, İng. duration) tabi olmasıdır. Eğer herhangi bir şekilde varlıkları vareden neden, zamanın ayrı ayrı bölümlerinde bu varlıkların var olmasını sağlamasaydı, şu an varolan şeylerin bir an sonra varolmasının zorunlu olduğu da iddia edilemeyecekti. Ek olarak anları, böyle bir arada tutabilecek gücün, varlıkların kendisinde aranamayacağı da açıktır (Descartes, 1982, s. 11). Aksi halde böyle bir güç varlıkların kendisinde olsaydı zaten başkaca bir güce ihtiyaç duymaksızın sonsuz olarak kendilerini varetmeleri mümkün olabilecekti.

Buraya kadar Tanrı ile ilgili yapılan analizlere hiçlik ile ilgili bir eleştiri gelebilir. Ama “hiçlik” tanımı itibari ile “hiçbir şey”in var edeni olamadığı gibi var olmayan varlıkların, nedeni de olamaz. Tam ve eksiksiz olan ise eksikli ve tam olmayandan türeyen bir şey olamaz. Aynı şekilde bu durum eksikli olan olarak düşünen varlık için de geçerlidir. Bu durumda bir eksikli yapı olarak düşünen varlığın kendisinde olan bu Tanrı fikrinin nereden geldiğinin açıklanması gerekmektedir. Descartes, bu eksiksiz yapının, düşünen varlığın kendi doğasından farklı, gerçekten tam ve olgun bir doğada, yani Tanrıda bulundukları ya da hiç değilse eskiden bu şeyde bulunmuş oldukları sonucunu çıkarmaya zorunlu olunduğunu ve onların sonsuz olmalarından da halâ o şeyde bulundukları neticesinin çıktığını ifade etmiştir (Descartes, 1982, s. 10). Ayrıca Tanrının olgunluklarının sınırı görülemediğinden ve sınırının tespitinin mümkün olmadığı konusunda emin olunduğundan, sonsuzluğun sadece Tanrıya özgü olduğu kabul edilmektedir. Descartes, her ne kadar Tanrı dışındaki diğer tüm şeyler de benzer bir sınırsızlık durumu görülse bile, onlarda böyle bir olgunluktan bahsedilemeyeceğini vurgulamış ve bu hatalı algının onların özünden dolayı değil, düşünen varlığın anlayışındaki eksiklikten kaynaklandığını ifade etmiştir (Descartes, 1982, s. 14).

Buraya kadar yapılan analizler bağlamında dikkat edilmesi gerekir ki; Descartes’ın amacı, Tanrının şeyleri ne gibi bir temel amaçla var ettiğini sorgulamak değil, aksine yalnız o bütün şeylerin ne gibi etkin nedenlerle (İng. efficient causes) meydana geldiklerini incelemek olmuştur. Bu farkındalıkla Descartes, Tanrının dünyayı

28

yaratırken ki amaçlarını çözümlemeyi gereksiz görmüş ve mutlak nedenleri (İng. final causes) araştırmayı kendi felsefesine hiçbir şekilde dâhil etmeyeceğini belirtmiştir (Descartes, 1982, s. 14). Ayrıca daha önce yanılgıları analiz ederken de belirtildiği gibi, yanılgıların sebebinin Tanrı olmadığı dikkat edilmesi gereken bir diğer önemli noktadır. Bu nokta tanımı itibari ile tam, eksiksiz, olgun ve mükemmel olan bir tanrının aldatıcı olmayacağına dayanmaktadır. Her ne kadar aldatma gündelik dilde olumsuzca kullanılan bir kabiliyet ya da kötü niyetli bir ince zekâ olarak algılanıyor olsa bile, aslında kavram içerik olarak hileyi, korkuyu, kötülüğü barındırmasından dolayı, bu niteliklerin Tanrıya atfedilemeyeceği açıktır (Descartes, 1982, s. 15). Bu bağlamda Tanrının asla aldatıcı olmadığı konusunda kesin bir bilgiye ulaşılmıştır. O halde Tanrının verdiği bilme gücünün (İng. faculty of perceiving) yanlışa yönlendirmesi de olası görünmemekte ve buna bağlı olarak isteme gücü (İng. faculty of assenting, burada onaylayan ya da onaylamayan güç anlamında aslında iradeye göndermede bulunmaktadır) için de aynı durumun geçerli olduğu çıkarımı yapılmıştır. Böylelikle de iradenin, bilme gücünün ötesine geçmediği sürece, yanılgıya düşmesine imkân bulunmadığı ifade edilmiştir (Descartes, 1982, s. 19). Bu temellere dayanarak, tüm unsurları ile birlikte bilmek gücü (İng. faculty of knowing) (bunu doğal ışık ya da tabiat ışığı olarak da adlandırmaktadır: İng. natural enlightenment) kavradığında, doğru olmayan bir şeyi (burada “şey” kavramı diğer kullanımlarda olduğu gibi İng. “thing” anlamında kullanılmamıştır, İng. “object” anlamında kullanılmıştır), hiçbir zaman açık ve seçik kavrayamayacaktır (Descartes, 1982, s. 15).

Sonuç olarak, herşeyden şüphe ederek işe başlayan Descartes, varlığının tümüyle yetkin olmadığını ispatlamış ve kesin bilginin şüpheden daha büyük bir yetkinlik olduğunu açıkça gördüğünü tespit etmiştir. Olduğundan daha yetkin bir varlığın kendi düşüncesinde varolduğunun farkındalığıyla, bu düşüncenin kendisine ancak ve ancak bu tam ve olgun varlıktan gelebileceğini anlamış ve böylelikle onu vareden ve onun dışındakileri de vareden bir neden olarak tanrıyı görmüş ve göstermiştir. Aksi durumda eğer kendisi tam olgun ve yetkin olmuş olsaydı, böyle bir durumda kendisinin, sonsuz, ölümsüz, değişmez, tam bilen, tam güçlü ve sonunda Tanrıda var olduğunu belirleyebildiği tüm yetkinlikleri olan bir varlık olması gerekeceğini, ama gerçekte durumun tam tersi şeklinde olduğunu ifade etmiştir (Descartes, 2003, s. 24).

29

Şüphe edilen noktaları incelerken ele alınan, uyku durumunda olunup olunmadığı argümanına dair kesin bir görüşe varmak için de tanrının gerekli olduğu görülmüştür. Düş âleminde, hayal edilen düşüncelerin ve verilen yargıların boş olduklarının ispatı için, diğerleri bir yana, en iyi zekâlar ne kadar incelerse incelesin, onların dahi zorunlu olarak Tanrının varlığını öncül olarak kabul etmeleri gerektiğinin altını çizmiştir. Ancak ve ancak Tanrının varlığı önceden varsayıldığında bu uykuda olma argümanına dair şüphelerden kurtulabilmiştir. Bunu mümkün kılacak tanrı dışında başkaca da bir öncül bulunmadığını iddia etmiştir. Çünkü Descartes’a göre “açık ve seçik olarak kavranılan şeylerin tamamı kesin doğrudur” kabulü, tam yetkin, olgun ve eksiksiz bir Tanrının varolmasına ve herşeyin ondan geliyor olmasına bağlı olarak açıklanmaktadır. Böylece bu durum şöyle de ifade edilebilir; açık ve seçik olan herşey, gerçek şeyler olarak; eğer Tanrıdan gelen düşüncelerimiz ya da kavramlarımız tarafından kavranılanlar ise ancak doğru olarak kabul edilebilecektir (Descartes, 2003, s. 27).

Tanrının varlığı kanıtlandıktan sonra, Descartes’ın geçtiği bir sonraki aşama, yaratılan maddi şeylerin ilkelerinin analizini yapmak olmuştur. Bu analize kadar maddi şeylerin varlığından da şüphe edileceği ifade edilmişti. Öncelikle ifade etmek gerekir ki; bunların varlığının kesin kanıtlarına dair duyumların tamamı düşünceden (İng. mind) değil bir başka şeyden (dış dünyadan, maddi varlıkların kendisinden) gelmektedir. Çünkü bir duyumun yerine bir başka duyum edinmek, düşünen varlığın kendi elinde değilken, duyumun geldiği şeyin elindedir (Descartes, 1982, s. 39). Yani bu durumda aklın ya da düşüncenin Descartes’a göre edilgin durumda olduğu yorumu yapılabilir. İkinci olarak, Tanrının özü itibari ile aldatıcı olmadığı kabul edildiğine göre o halde uzunluk, genişlik, derinlik olarak bir uzama sahip olan bir tözün var olduğu ve o şeyin, ona ait bu özellikler ile birlikte dünyada var olduğu da kabul edilmiştir (Descartes, 1982, s. 39). Cisim (maddi şeyler), işte bu uzamlı töz denilen şeylerdir. Üçüncü olarak, cismin (ya da maddi şeylerin) özünün ise kesinlikle sertlik, ağrılık, renklilik vb. diğer şekillerde duyulara geliyor olmasıyla değil, uzunluk, genişlik ve derinlik bağlamında uzamlı olmasıyla açıklanabildikleri ifade edilmiştir. Bu sebeple de, her cismin uzama sahip olduğu ve bunun ancak bir başkası ile varolan her şeye ait bir nitelik olduğu, yani bilme yetisine sahip bir özne olmadan cismin asla kavranamayacağı iddia edilmiştir (Descartes, 1982, s. 40). Ayrıca son olarak da beden de bir cisim olduğundan, bu

30

durumu Descartes, “beden ya da cisim ile belli bir beti tarafından sınırlanabilen, yer tarafından kuşatılan ve verili bir uzayı başka her cismin ondan dışlanacağı bir yolda doldurabilen her şeyi” anlamakta olduğu şeklinde tanımlamıştır (Descartes, 2011c, s. 35).

Burada özellikle ruhun düşünen, cismin yer kaplayan ve Tanrının eksiksiz varlık olması bağlamında yapılan incelemelerde bu bahsi geçen şeylerin tözsel kabullerinin ek olarak analiz edilmesi gerekmektedir. Özellikle düşünen töz; ruh, yer kaplayan töz; cisim, eksiksiz töz; Tanrı şeklinde Descartes’ın sıkça kullandığı “töz” kavramının açıklanması gerekmektedir. Bu açıklama, burada yapılan analizlerin daha açık bir şekilde anlaşılmasını sağladığı gibi, daha da önemlisi düşünen varlık, cisim ve bedenin doğası olarak kabul edilen şeylere de bir açıklık getirmiş olacaktır. Böylelikle ek olarak, ruh ve bedenin özü ya da doğası itibariyle de nasıl bir farklılığa sahip oluğu ortaya çıkmış olacaktır.

Töz (İng. substance), var olmak için sadece ve sadece kendisine ihtiyaç duyan bir şey olarak tanımlanmıştır. Bu anlamda Tanrı ile onun yaratmış olduklarına dair kullanılan bir kavram değildir (Descartes, 1982, s. 22). Descartes’a göre, açık ve seçik olarak töz kavramından anlaşıldığı haliyle, aynı anlamda hem Tanrıya hem de Tanrının yarattıklarına uygun düşecek hiçbir içeriği bulunmaktadır. Tanrı mutlak olarak var olmak için hiçbir şeye ihtiyaç duymayan anlamındayken, töz, Tanrının yardımına ihtiyacı olan, ama başka biri olmadan var olamayan bir doğaya sahip şeylere ait olan anlamında kullanılmıştır. Tözün nitelik veya özellikleri, Tanrının yardımına muhtaç olmayan diğer unsurlarıdır, niteliği ve özelliği olmayan töz bulunmadığı kabul edilmektedir. Her tözün değişmez ve kalıcı bir niteliği vardır, örneğin ruhunki düşünce, cisminki uzamdır. Ama her özellik tözü tanımlamakta yeterli olmayabilmektedir. Bununla beraber her tözde, o tözün doğasını ve özünü içeren bir özellik bulunmakta ve diğer bütün özellikler bu özü içeren özelliğe bağlı olarak kabul edilmektedirler. Örneğin, cisimli tözün özü uzunluk, genişlik ve derinlik, yani uzam iken; düşünen tözün özü düşünce olarak kabul edilmiştir (Descartes, 1982, s. 23). Ayrıca “imgelem, duyu ve irade de düşünen cevhere (töze) o derecede bağlıdır ki onları onsuz kavrayamayız” (Descartes, 1997, s. 61). Düşünce ile uzamın, tözde varolan ve birbiri ile aynı olmayan farklı biçim ya da kiplikleri şeklinde düşünülmesi yanlış olmayacaktadır. Yani aynı

31

zihinde (İng. mind) farklı birçok düşünce bulunabileceği gibi ve sabit büyüklükteki aynı cismin/bedenin de birçok farklı biçimi bulunabilmektedir (Descartes, 1982, s. 29).

Buraya kadar yapılan Descartes’ın felsefesinin detaylı incelemeleri bağlamında düşünen töz, ruh, yer kaplayan töz, beden ilişkisi ve bu yapıya dayanarak ele alınmış olan düşünen özne: insan, anlayışına dair analizlere geçiş yapabilmek artık olanaklı hale gelmiştir. Descartes, insanın ne olduğunu incelediğinde, aslında bir insan varlığının var olması için bedene ait kabul edilen, uzam, şekil ve bir yerde olma niteliklerine gerek duyulmadığını ifade etmiştir. Sadece düşünüyor olmak, düşünen şey olmak, o şeyin aynı zamanda var olduğunun ya da varlığının kanıtı olarak kabul edilmiştir. Dolayısıyla sadece düşündüğü için var olduğu kabul edildiğine göre, ruh (Lat. anima, İng. soul) veya düşünce dolayımı ile elde edilen kavramın, bedenden elde edilenden önce geldiği açıktır. Çünkü dünyada herhangi bir cismin var olup olmamasından bir an şüphe edilse bile, bir cismin ya da bedenin varlığının ispat edilmesinin öncesinde, düşünüyor olmaktan kesin olarak şüphe edilemeyeceği kanıtlanmıştır (Descartes, 1982, s. 5). Kendisinin ne olduğuna dair bu bağlamda soru soran Descartes, hiçbir bedeni olmadığı, bulunabileceği hiçbir dünya, hiç bir yer olmadığı varsayımları altında bile var olmadığını varsayamayacağını açık ve seçik olarak gördüğünü tüm bu düşüncelerine ek olarak ifade etmiştir. Başka şeylerin doğru olup olmadığından şüphe duyuyor olmasının, var olduğunun açık ve seçik kanıtı olduğunu düşünmektedir. Tasarladığı tüm diğer şeylerin doğru olduğu kabul edilse bile “var olmadığı”na dair tek bir olanaklı durumun söz konusu olduğunu, bunun da ancak düşünmenin olmamasıyla ya da düşünce ediminin durmasıyla mümkün olabileceğini eklemiştir. Ama tüm özü (İng. essence) ya da doğası (İng. nature) düşünmek olduğunu ve bunların dışında başka bir özü ve doğası olmayan bir şey olduğunu ayrıca zorunlu olarak var olduğunu böylelikle kabul ve ispat etmiştir. Bu sebeplerden dolayı da düşünce bağlamında yapılan bu çıkarımın arkasından, düşünen varlığın, var olmak için herhangi bir yere, herhangi bir maddesel şeye gereksinimi de olmayan bir töz (İng. substance) olduğu anlaşılmış olmaktadır. Buradan çıkarılan sonuç, düşünen varlığın yani özne olarak kabul edilen “ben”in kendisi ile neyse o olduğu ruh, bedenden bütünü ile ayrı olarak kabul edilmiş olduğudur. Hatta düşünen varlığın, bedenden daha kolay tanınacağı ve beden olmasa bile ruhun kendisi ne ise o olmaktan çıkamayacağı iddia edilmektedir (Descartes, 2003,

32

s. 23). Böylelikle ruh ve beden, düşünce ve yer kaplayan arasındaki farka dair net bir açıklama getirilmiş ve ruhun bedenden hangi noktada ayrıldığı netleşmiş olmaktadır.

Descartes, düşünceden elde edilen bilginin bedenden elde edilenden önce gelmekte olduğunu ve düşünceden gelen bilginin bedenden gelenden ölçülemez derecede daha açık ve seçik olduğu kanısında olduğunu açıklanmıştı. Buna dayanarak da Descartes, beden var olmasa da ruh var olabilmekte ve var olmaktan da geri kalmamakta olduğu iddiasında bulunulabilmiştir. Bunların hepsinin bilgisine, hiçliğin kendisine ait hiçbir niteliği ve özelliği olmadığından ve nerede bir nitelik veya özellik görülebiliyorsa orada zorunlu olarak bu özelliklerin ait olduğu bir şeyin, bir tözün var olduğunu, ruhun da doğal ışığı (düşünce: İng. understanding) açık ve seçik olarak göstermekte olduğundan dolayı ulaşılmaktadır (Descartes, 1982, s. 6). Bu sayede ruhun bedenden daha açık ve seçik olarak bilinmekte olduğu görüşü açıklanmış olmaktadır.

Descartes, sadece duyular yolu ile öğrenilen bütün şeylerin, iki ayrı töz içeren insan ruhu ile bedeni arasındaki sıkı birliktelikle ilgili olduğunu ve dolayısıyla da, nadir bir olasılık olmadığı takdirde, çoğu zaman dış dünyanın özünü değil, hangi faaliyete göre fayda sağlayıp sağlamayacağının tespit edilebileceğini iddia etmiştir. Bundan dolayı da Descartes, sadece duyular üzerinden inşa edilmiş önyargıların bir kenara bırakılması ve doğruların tespitinde duyuların değil ruhun da doğal ışığı olan aklın (İng. understanding) kullanılması gerektiğini ifade etmiştir. Çünkü bilgiye ulaşmayı sağlayan hakikatlerin yani ilk kavram ve düşüncelerin sadece ve sadece doğası gereği akılda bulunacağı düşüncesindedir (Descartes, 1982, s. 40).

Descartes, bütün duyumların farkına varmadan ve hiç beklenmedik bir şekilde başka bedenlerde değil, doğrudan onları algılayanda oluştuğunu açıkça görmekte olduğunu söylemiştir. Salt düşünen bir şey olan ruhun kendine has doğal bir bilgiyle kendisinden kaynaklanmayan bu duyumları insan bedeni ve o bedenin organlarından aldığı yargısında olduğunu eklemiştir. İşte bu sebeple, ruhun ait olduğu bedeni ile dünyada varolan diğer tüm bedenlerden ve cisimlerden daha sıkı bir şekilde bütünleşik olduğu sonucuna varmıştır (Descartes, 1982, s. 40).

33

Descartes, daha önce kendisinin insan olduğunu sandığını ifade etmekte ve bu insana da akıllı bir hayvan (İng. a rational animal) mı denmesi gerektiği sorusuna hiçbir şüphe duymadan olumsuz yanıt vermiştir. Çünkü böyle bir cevabın neticesinde öncelikle bir hayvanın ve sonrasında ise akla dayalı (İng. rational) olanın ne olduğunun araştırılması gerekeceğini ve bu yüzden tek bir soruyu araştırmak yerine açıklaması çok daha güç olan diğer sorular ile karşı karşıya kalacağından söz etmiştir (Descartes, 2008, s. 18).

Descartes özellikle, maymunun ya da usu (İng. reason) olmayan bir başka hayvanın organlarına ve yüzüne benzeyen türden makinelerin olması durumunda, bu hayvanlarla makinelerin hiçbir açıdan aynı yapıya sahip olmadıklarını kabul edebilecek hiçbir nedenin bulunamayacağını ifade etmiştir. Oysaki insan için durumun farklı olduğunu belirterek; insana hem bedenen benzeyen ve hem de ahlaki açıdan insansal eylemlere benzer eylemlerde bulunan makinelerin gerçekten insan olup olmadıklarını bilmek için çok kesin iki nedenin olduğunun üzerinde durmuştur. Üzerinde durduğu birinci neden dilsel nedendir. Bu neden insan benzeri bu türden varlıkların hiçbir zaman insanın yaptığı gibi, düşüncesini başkalarına aktarmak için yararlandığı sözleri ve diğer işaretleri birleştirerek kullanmayacakları tezine dayanır. Descartes, kelimeleri seslendirebilen ya da herhangi bir yerine dokunulduğunda konuşabilen bir makine yapılmış olsa dahi aynı makinenin herhangi bir insanın yapabileceği gibi karşısındakini yanıtlamak için yapacağı konuşmanın kelimelerini anlamlarına göre farklı biçimlerde düzenleyemeyecek olduğunu iddia etmiştir. İkinci neden ise, makineler birçok şeyi çok iyi, hatta ve hatta insandan daha iyi yapsa dahi birtakım şeylerin muhakkak eksik kalacak olmasıdır. Bu durum makinelerin bilgiye dayanarak (bilinçli) hareket etmediklerinin, sadece aygıtlarının pozisyonu gereği hareket ettiklerinin göstergesidir. Çünkü akıl, her türlü koşulda faydalı olabilen, evrensel bir araç niteliği taşımaktadır, ama bunun aksine makinenin aygıt ve aparatlarının her özel eylem için bazı özel pozisyonlara gereksinimi olmaktadır. Bu kabul aynı zamanda, yaşamın tüm koşullarında aklın, insanın hareketini sağladığı şeklin aynısının, makinelerin de hareketini sağlayacak yeterli farklılıktaki araçların bulunmasının pratikte imkânsız olduğu anlamına gelmektedir (Descartes, 2003, s. 38).

34

Makineler için ele alınan argümanlar insan ile hayvan arasında yapılacak olan ayrımlar için de geçerli olarak kabul edilmiştir. Aklı olmayanlar (aptallar, deliler vs.) bile kendi düşüncelerini anlatmak için farklı kelimelerden bir bütün oluşturabilmektedirler. Bu yüzden Descartes, aptallar ve deliler arasında bile bir konuşma hazırlamaya becerisi olmayan herhangi bir insanın olmadığı düşüncesindedir (Descartes, 2003, s. 38). Buna karşın ne kadar yetkin ve olanaklı olurlarsa olsunlar

Belgede Foucault'da özne sorunu (sayfa 35-45)