• Sonuç bulunamadı

Kant’ta Öznenin Görü Formları ve Kategorilerle Düşünmesi

Belgede Foucault'da özne sorunu (sayfa 52-64)

BÖLÜM 3. KANT’TA BİLEN ÖZNENİN NELİĞİ

3.1. Kant’ta Öznenin Görü Formları ve Kategorilerle Düşünmesi

Transandantal Estetik, zaman ve mekan olgularının duyulara dayanan bilginin a priori formları olarak analiz edildiği Saf Aklın Eleştirisi’nin ilk bölümüdür. Öncelikle belirtmek gerekir ki; Transandantal Estetik söylemi içinde geçen “aesthetik sözcüğü burada güzellik felsefesi, ya da sanat felsefesi anlamını taşımaz. Aisthesis’in (Grekçe, algıyla, duyularla kavrama demektir) burada a priori yanı araştırılacaktır. Aisthesis’in a priori yanının araştırılması, transcendental felsefenin ödevidir.” (Heimsoeth, 1993, s. 79). Ayrıca bu bölümün açıklanmasıyla yukarıda ele alınan sentetik a priori konusunun a priori kısmının nasıl mümkün olduğu daha da netleşmiş olacaktır. Özellikle bu analizin son kısmında yer alan gözlük örneği konuyu çok net somutlaştırmaktadır. Bu formlar a priori olmaları bağlamında evrensel ve zorunlu olmalarından dolayı hem onu içeren bilgiyi hem de Kant’ın belirlediği anlamda bu bilginin öznesini evrensel, zorunlu, genel-geçer bir konuma taşıdığı da ifade edilebilir.

Descartes gibi rasyonalistlerin kesin bilgi arayışlarında Kant’ın anladığı anlamda kavramları (a priori içerikleri), ampiristlerin ise deneyimi (Kant’ın anladığı anlamda duyuları, sentetik olanları) temel aldıkları düşünüldüğünde Kant, Transandantal Estetik

44

ve sentetik a priori tespitleri ile algı ve kavramların ikisini birlikte temel alarak kesin bilgiyi ortaya koymaya çalışmaktadır. Dolayısıyla insanın algılayan yanını ve düşünen yanını birlikte, bir bütün olarak görmektedir. Bu durumun da altını “içerik olmaksızın düşünceler boş, ve kavramlar olmaksızın sezgiler kördür” (Kant, 1993, s. 66) deyişi ile çizmiştir. Yani Kant’a göre duyularımız nesnesizken görüler fonksiyonsuz kalır. “Duyarlılık (Alm. Sinnlichkeit) olmaksızın bize hiçbir nesne verilemez ve anlak olmaksızın hiç biri düşünülemez.” (Kant, 1993, s. 66) “Kavramsız algı kördür, demek, düşünme olmasaydı, sadece duyu verileri bize objeyi veremezdi, demektir. Bize verilen duyu verilerinde bir düzen kuran bağlantı formları olmasaydı, algılarımız rüya bile olamazdı” (Heimsoeth, 1993, s. 86). “Anlak hiçbir şeyi sezemez, ve duyular hiçbir şey düşünemez. Ancak birleşmelerinden bilgi doğabilir” (Kant, 1993, s. 66). Böylece ne sadece mantık ve matematiğe dayalı ne de sadece deneye dayalı kesin, evrensel ve zorunlu bilgi iddiasında bulunmanın anlamsız olduğu görülmektedir. Kant, “Transandantal Estetik” başlığı altında burada bahsi geçen iki noktanın algısal kısmını analiz etmiştir. Mantıksal veya kavramsal kısmını ise transandantal mantığın bir alt bölümü olan “Transandantal Analitik” bölümünde açıklamaktadır. Bu iki analiz, buradaki inceleme bağlamında ayrı ayrı ele alınıyor olsa da birbirinden ayrı iki yapı gibi düşünülmemeleri gerekmektedir.

Kant, duyuma gelenler konusunda klasik anlamdaki ampiristlerden farklı düşünmektedir. Deneyime gelenin ham maddesi olan şeylerin varlığını reddetmeden ama sadece onlara da dayalı olarak değil, deneyimi mümkün kılan formlara (zaman ve mekana) yönelmektedir. “Mekân dışa bağlı duyuların; zaman da içe bağlı duyuların formudur” (Heimsoeth, 1993 s. 81). Bu formların yani a priori saf görülerin, nesnesiz, içeriksiz olduğunu ve duyusallığımıza etkiyen nesneleri de bu formlar altında algılar bir yapıda olduğumuzu iddia etmektedir (Kant, 1920, ss. 34-35). Bir görünün, nesne olmadan hayali olarak gerçekleşemeyeceği konusunda hem fikir olan Kant bunu “a priori olanaklı görüler, duyularımızın nesnelerinden başka hiçbir şeyle ilgili olmazlar” (Kant, 2002, s. 32) diyerek ifade etmektedir. Ama görünün (Alm. Anschauung), karşısında duran nesnenin gerçekliğinden önce geldiğinin ve bunun bir a priori bilgi olması durumunun, duyuma (Alm. Sinnlichkeit) gelen şeylerin sadece bu formlar altında deneyimlenebileceklerinin altını çizmektedir (Kant, 1920, s. 35). Bu formların, bilen özneye içkin a priori’ler oldukları, deneyimlenemedikleri, kavram olmadıkları ve

45

bilinemez oldukları gözden kaçırılmamalıdır. Zaman ve mekân duyu dünyasının mutlak öğeleridir, duyu bilgisinin oluşmasının koşullarıdırlar yani görülerdirler (Alm. Anschauung). “Zaman ve mekan birer kavram değil, algıdırlar; onlar duyusal algıların bir soyutlanması ya da induktion’u ile elde edilmiş değildirler” (Heimsoeth 1993, s. 82). “uzam ve zaman, Saf Matematiğin (yani hem aritmetiğin hem geometrinin), aynı zamanda zorunluluklu ve zorunlu olan tüm bilgilerinin ve yargılarının temeline koyduğu görülerdir” (Kant, 2002, s. 32).

“Aşkınsal estetikte öyleyse ilk olarak duyarlığı yalıtacağız - anlağın orada kavramları yoluyla düşündüğü her şeyi ayırarak ve böylece geriye görgül sezgiden başka hiçbir şey bırakmayarak. İkinci olarak, ondan ayrıca duyuma ait olan her şeyi ayıracağız ve böylece geriye arı sezgiden ve görüngülerin yalnızca biçiminden başka hiçbir şey kalmayacaktır ki, duyarlığın a priori sağlayabileceği tek şey budur. Bu araştırmada a priori bilgi ilkeleri olarak iki arı duyusal sezgi biçiminin, eş deyişle uzay ve zamanın bulunduğunu göreceğiz” (Kant, 1993, s. 52)

a. Uzam (Mekân, Uzay): Mekân, deneyimlerden türetilen deneysel bir kavram olmadığı gibi tüm görülerin kökeninde olan zorunlu bir a priori tasarım olarak kabul edilmiştir. Buna karşılık evrensel bir kavram da olmadığı gibi aslında saf görüdür. Mekân tasarımı Kant’a göre sonsuz büyüklüktedir. Kendinde şeylerin temsilleri ya da aralarındaki ilişkileri sunan bir yapı da değillerdir. Mekân, görüyü mümkün kılan zorunlu temeldir, buna bağlı olarak da duyunun tüm fenomen’lerin formunu ve duyarlılığın sübjektif olmasını belirlemektedir ve bu form şeylerde değil öznenin kendisinde mevcuttur. Ayrıca mekânın olmadığı bir durumda görüye gelenlerin biçimlerinden de bahsedilemeyecektir (Kant, 1919, ss. 78-82).

b. Zaman: Zaman, deneyimlerden türetilen deneysel bir kavram olmadığı gibi tüm görülerin kökeninde olan zorunlu bir a priori tasarım olarak kabul edilmiştir. Zaman ilişkilerine bağlı apodiktik kökenli ilkeler de bu zorunlu a priori tasarıma dayanmaktadır. Buna karşılık evrensel bir kavram da olmadığı gibi aslında saf duyusal görü formudur. Kant’a göre zaman sınırsızdır. Tek tek sınırlı zamansal bölümlerin aslında bu sonsuz tek ve bir bütün olan zaman büyüklüğünün varlığı sayesinde olanaklı olduğunu belirtmiştir.

46

Bahsi geçen zaman formu kesinlikle şeylerin kendilerinde var değildir, sadece şeyleri duyumsayan öznede mevcuttur. Ayrıca zamanın olmadığı varsayıldığı bir durumda ise görüye gelenlerin değişiminden de bahsedilemeyecektir (Kant, 1919, ss. 86-87).

Sonuç olarak sentetik bilgiler işte bu iki a priori bilgi kaynağından oluşurlar ve sentetik a priori olarak ifade edilen bilginin temeli de burada yatmaktadır. Duyusallığın koşulu olan bu iki a priori bilgi kaynağı şeylere fenomen’ler bağlamında uygulanabilirler ama numen’lere ulaşamaz ve uygulanamazlar (Kant, 1919, s. 93). Russell’ın gözlük örneği konun daha net anlaşılabilmesi açısından oldukça önemlidir. Zaman ve mekân sübjektif ve algının araçları olmasından dolayı doğal olarak deneyime gelen şeylerin tamamının zaman ve mekâna özgü olacağının kesin olduğu açıktır. Eğer zaman ve mekân, bilgiyi görmek için bir gözlük gibi düşünülecek olursa mavi camlara sahip bir gözlüğün her şeyi mavi göstereceğinin kesin olduğu da ortadadır (Russell, 2012, ss. 380-381). Nasıl ki kişi gözündeki gözlüğü değil, onun sağladığı olanaklar dâhilinde dış dünyayı algılıyorsa zaman ve mekânın da kendisi algılanamazlar, tıpkı gören bir gözün ya da gözlüğün kendisini görememesi gibi bir durum söz konusudur. Şeylerin onlar ile görülüp, algılandığı ortada olup kendilerinin ise doğrudan görülüp, algılanamadığı da açıktır. Zaman ve mekân formu bir nevi süzgeç gibi olup şeylerin onların süzgecinden geçerek bilinebilmekte oldukları ifade edilebilir. Dolayısıyla “şeylerin kendileri bilinemez” iddiası ile kastedilen bu durumdur. Bu bağlamda kendinde şeylerin ancak bu süzgecin eleğinden ya da Russell örneğindeki gözlüğün merceğinden geçmiş ve etkilenmiş halleri olan fenomen’lerin bilinebilmekte olduğu savunulmaktadır. Bu ayrımın Kant felsefesinde özel bir yeri vardır. O, “bu görüşüne “transandantal idealizm” adını verir (Heimsoeth, 1993, s. 83). Bu durum kesin bilgiye ulaşma çabasında ilişkiyi tersine çevirmiştir. Descartes bağlamında kesin bilgi için gerekli olan nokta, önermenin nesnesine uygunluğu olarak ifade edilirken, Kant’ta ise nesnenin, şeylerin kendilerinden gelenleri dolaysız olarak bilme çabasının doğru bilgi için olmazsa olmaz olamayacağı düşüncesinin çürütüldüğü iddia edilebilir. Kant’ta bilgi, şeylerin değil bilmenin aracı olup aynı şekilde zaman ve mekân da görmenin formlarıdır.

47

Ayrıca Descartes’taki özne, nesne karşısında bilgiye ulaşırken edilgen bir konumdayken, Kant’ta böylece bilgi öznenin direkt olarak etkide bulunduğu bir tasarım haline gelmektedir. O halde, düşünen özne edilgenken, bilen öznenin etkin olduğu ifadesi yanlış olmayacaktır. Transandantal idealizm ve bu bağlamda fenomen-numen ayrımı konuları ayrıntılı olarak sonraki bölümlerde ele alınacaktır.

Transandantal estetik konusu bilginin iki kaynağı, duyu verilerinin alınması ve görü formları olan zaman ve mekân tarafından biçimlenmesi hakkındaydı. Transandantal mantık bilginin diğer bir ayağı olan düşünmeye dikkat çekmektedir. İnsanda bulunan zaman ve mekân olguları sebebi ile düşünme (Alm. Verstand) Kant felsefesinde Descartes’ta olduğu gibi edilgin bir karakterde değil etkin bir karakterdedir; hüküm vermek, yargıda bulunmak gibi anlamlar da taşımaktadır. “Düşünme, edilgin bir alıcılık (Alm. Sinnlichkeit) değil, tersine etkinliktir; bağlantılar kurmaktır” (Heimsoeth, 1993, s. 85). Bilgi, hakkında yargıda bulunduğu şeye uygunluğu bağlamında değil, o şeye yaptığı reprojeksiyon ile ele alınmaktadır. Şeyden gelen duyu verilerinin zaman ve mekân süzgecinden geçtikten sonra tekrar o şeye yöneltilen ve şeyin kendi ontolojisinden bağımsız olan bilginin doğruluğu ve kesinliği de yargı vermenin kendisine özgü bir takım biçimlere bağlı olmaktadır. “Anlama yetisi” bu noktada etkin bir role sahiptir. Bu yüzden tüm nesnelere ilişkin bilginin, nesnel koşullarının kavranmasının dayandığı kavramlar olan kategoriler (yani anlama yetisinin a priori kavramları), tüm bilginin mümkün koşulları ya da yönetici ilkeleri olmaları bağlamında açıklanmaktadır. Anlama yetisinin a priori kavramlarını, bilgi ve deneyimin çözümlenmesinin mümkün olabilmesi için, düşünme üzerine başka bir felsefe (transandantal felsefe), yani yeni bir bilgi (transandantal bilgi) anlayışı ve mantığın (transandantal mantık) kurulması gerekliliği ortaya çıkmış, artık Aristoteles temelli klasik mantık dışında bir çalışmaya ihtiyaç duyulmuştur. İşte bu sebeplerden dolayı Kant’ta genel mantık ile transandantal mantık aynı şeyi ifade etmemektedir. Bahsi geçen incelemeleri mümkün kılan mantığı, transandantal mantık olarak tanımlamıştır (Heimsoeth, 1993, s. 87).

Sonuç olarak Kant, nesnelerle saf görüler veya duyusal görüler ayrımı temelinde oluşan bir mantıksal yapı ile konuya yaklaşmamaktadır. O, geleneksel mantık yerine, saf düşünme edimleri bağlamında a priori ilişkiler içinde olan ve bu sayede de

48

temellerinde ne deneysel, ne de estetik olan kavramların bulunmadığı, saf anlama yetisi ve akıl sayesinde nesneleri a priori ve objektif olarak düşünmeyi sağlayacak olan transandantal mantık bilimine ihtiyaç duyulduğunun altını çizmiştir. Genel mantığın yaptığı gibi deneysel veya rasyonel bilgiler bağlamında nesnelerle ilgilenmek yerine, bu yeni mantık sayesinde anlama yetisinin ve aklın yasalarının a priori nesnelerle ilişkileri ölçüsünde analiz etmiştir (Kant, 1919, s. 111). “Transandantal Felsefenin” ikinci bölümü olan transandantal mantık; transandantal analitik ve transandantal diyalektik olarak iki ayrı başlık altında incelenmektedir. Burada ilkin ele alınacak olan “Transandantal Analitik” bölümünde anlama yetisi, kategoriler ve transandantal dedüksiyon incelenecektir.

“Transandantal Mantık”ın birinci bölümü olan “Transandantal Analitik”, “arı anlak bilgisinin öğelerini ve onlar olmaksızın ne olursa olsun hiçbir nesnenin düşünülemeyeceği ilkeleri ele alan bölümü”dür (Kant, 1993, s. 70). Özet olarak transandantal analitik bağlamında bilgimiz anlığın iki temel kaynağından doğmaktadır. Bu kaynaklardan birincisi tasarımları almaya karşılık gelen duyusallıktır. İkincisiyse kavramların kendiliğindenliği (Alm. Spontanität) olarak tanımlanan bahsi geçen tasarımlar aracılığıyla bir nesneyi bilme yetisidir. Birincisinde nesne özneye sunulmaktadır. İkincisinde nesne, anlama yetisinin mutlak olarak belirlediği ilgili tasarımla ilişkili olarak düşünülmektedir. O halde bilginin unsurlarını, görü ve kavramlar oluşturmaktadır. Böylece kavramlar onlara karşılık gelen görüler olmadan, görüler de kavramlar olmadan bilgi verememektedir (Kant, 1919, s. 74).

Bu açıklamalar temelinde transandantal analitik yukarıda da ele alındığı gibi bir yanda salt anlama yetisinin bir diğer yanda da bilgiyi mümkün kılan koşulların çözümlemesi olarak kabul edilebilir. Anlama yetisinin (Alm. Verstandsvermögen) a priori ve temel kavramları, yani kategoriler bağlamında deneyimin mümkün koşulları, anlama yetisinin ilkeleri temelinde ele alınmaktadır. Deneyimi mümkün kılan zorunlu koşullar ise “Transandantal Dedüksiyon” başlığı altında incelenmektedir. Bu sebeple sırası ile önce anlama yetisi, sonrasında kategoriler ve takiben transandantal dedüksiyon konularının incelenecektir.

49

Bilen öznenin sahip olduğu kesin bilginin kaynağının duyular ve kavramları içeren anlama yetisi (Alm. Verstandsvermögen) olduğu düşünülecek olursa, “Duyular, bizim verileri alma yeteneğimiz, “receptivite”mizdir. Anlama yeteneği ise düşünme yeteneği, kavramlar kurma, yargılama yeteneğidir. Anlama yeteneği bu işlemleri kendi “spontanite”sine (etkinliğine) dayanarak yapar.” (Heimsoeth, 1993, s. 80). “Anlama yetisi (a priori) yasalarını doğadan almaz, onları doğaya buyurur” (Kant, 2002, s. 72). Bu bağlamda kendinde şeyler kendisini anlama yetisinin yasalarına değil, bu yetinin yasaları fenomen’lere dikte edilirler (Özlem, 2006, s. 253), ve bunlar yasadır, kesindir, zorunludur, a priori’dir ve insandadırlar. Şeyler yasalara göre değil, tam tersine “doğa, şeylerin yasalara göre belirlenen varoluşudur” diye görüş belirten Kant’ın bu yasaları, geleneksel mantıkta ve Aristoteles’in kategoriler incelemesinde olduğu gibi varlığın yasaları olarak ele almadığı, bunları insan aklına ait özellikler olarak kabul ettiği görülmektedir (Kant, 2002, s. 44). Kant’ta anlama yetisinin işlevi, şeyleri, duyu verileri ile alıp o şeylerin nitelikleri, nicelikleri, bağıntıları vs. ile (kategoriler) kavramaktır (Heimsoeth, 1993, s. 88). O halde bu yeti, duyu algılarının nesnelerini ya da görünüşe gelenleri kavramayı sağlayan bir yeti, yetenektir. Sadece duyunun olması bilme, düşünme, yargıda bulunma faaliyeti için yeterli olamayacaktır. Bu sebeplerden dolayı anlama yetisiyle fenomen’lerin kurulma şekilleri incelenmelidir.

Düşünme, böylece rastgele alınan salt duyu verilerinin bir sonucu olmaktan çıkmış, duyu verilerinin zaman ve mekân formları da dâhil olma üzere objektif, a priori, genel ve zorunlu bir düzenlemesi halini almıştır. Anlama yetisinin bu sentezleyici ve düzenleyici tarafının önemi şu şekilde ifade edilmektedir: Birleşimler duyular aracılığıyla değil, dolayısıyla da duyusal görüde değil; tersine anlama yetisinin kendiliğindenliğinin bir edimi olarak gerçekleşmektedir. Bunu Kant, evrensel olarak “sentez” şeklinde tanımlamaktadır (Kant, 1919, s. 149).

Kendiliğindenlik ve sentez ilişkisine bakılacak olursa; her şeyden önce bilgi için zorunluluk arz eden sentezin temelinin bu bahsi geçen kendiliğindenlik olduğu açıktır. Görüdeki değişikliklerin tasarımlar olarak kategorize edilmesi, imgelemde tekrardan üretilmesi ve bir kavram altında tanımlanması anlama yetisinin işlevidir. Kategorize etme, imgelemde üretme ve kavram altına alma, deneyimi mümkün kılan üç öznel bilgi kaynağı olarak kabul edilmektedir (Kant, 1919, ss. 706-707). Anlama yetisinin

50

kendiliğindenliğe dayanması, bu sayede alınan duyu verilerinin sentezi ve düzenlenmesi yanında yukarıda da değinildiği gibi Kant sentezin imgelem yetisinin de bir edimi olduğunu ifade etmiştir. Bu bağlamda sentez, imgelem yetisinin fonksiyonun bir ürünü olarak açıklanmakta ve ister bilincinde olunsun ister olunmasın bu yeti olmadan da hiçbir bilginin ortaya konulamayacağının altı çizilmektedir (Kant, 1919, s. 128). Bahsi geçen bu durumun önemi, anlama yetisinin kavramlarının a priori oldukları ve deneyi öncelediklerine dair Kant’ın şu ifadeleri ele alınabilir: İmgelem yetisi aracılığıyla sentez, tüm deneysel bilgiyi öncelemektedir. Bilginin ancak ve ancak fenomen’lerle ilgili ve bunların doğada değil bilen öznenin kendisinde olmasından dolayı da saf anlama yetisinin kavramlarının hem a priori hem de deneyim ile ilişki içinde olmaları da bir zorunluluktur. Kategorilere dair tespitler de bu bağlamda olanaklı hale gelmektedir (Kant, 1919, s. 729). Ayrıca bu bağlamda Kant, bilginin mümkün olmasını, fenomen’lerin saf görü formları yani zaman ve mekân tarafından biçimlendirilmesine ve deneyim tarafından da zorunlu olarak daha sonra bağlamı ayrıntılı olarak açıklanacak olan tamalgının (Alm. Apperzeption) koşullarına bağlı olduğunu belirtmiştir (Kant, 1919, s. 715). Ayrıca Kant’ın deneyimi mümkün kılan unsurlar bağlamında kategorileri araçsallaştırdığı ve anlama yetisinin ilke olarak kendiliğindenlikle (Kant bunu “Ben Bilincinin Transandantal Birliği” olarak da tanımlamaktadır) işlevsel hale geldiğini kabul ettiği ifade edilmelidir. Çünkü bir sonraki bölümde de fenomen’ler dışında kategorilerin nesnesinin olmadığı ve bunların düşünmenin ya da Kant felsefesi bağlamında yargıda bulunmanın hem araçları hem de koşulları oldukları daha ayrıntılı olarak incelenecektir (Kant, 1919, s. 716). Aslında Kant, bir önceki bölümde nasıl ki transandantal estetik yani zaman ve mekân formları açısından matematiği (geometriyi ve aritmetiği) mümkün kılan koşulları belirlediyse, buraya kadar yapılan açıklamalar bağlamında da bir anlamda doğa bilimini mümkün kılan koşulların çerçevesini çizdiği fark edilmektedir (Kant, 1919, ss. 705-706).

Deneyin bütünleşik ve karmaşık verilerini derleyen, toplayan, birleştiren, düzenleyen ve toplamda iki adet olan “kategoriler mümkün deneyimin yüklemleri olarak kavramlardır ki Kant’a göre bunlar esasen a priori temsillerdir. Kategoriler a priori temsiller veya kavramlarken, zaman ve mekân hazır olarak verilidirler.” (Deleuze, 2007, s. 22) Kant’ın kendi ifadesiyle de “kategoriler düşüncenin olanaklı deneyimdeki koşullarından başka bir şey değillerdir, tıpkı uzay ve zamanın o aynı

51

deneyim için sezginin koşullarını kapsıyor olmaları gibi” (Kant, 1993, s. 91). Ayrıca Kant tarafından şematize edilen “kategoriler tablosu bize temel ilkeler tablosunun bütünüyle doğal düzenini verir, çünkü bu ilkeler kategorilerin nesnel kullanım kurallarından başka bir şey değildir” (Kant, 1993, s. 121).

Kant özetle kategorileri bir tablo halinde şu şekilde ifade etmektedir: “genel bir yargının tüm içeriğini soyutlar ve onda yalnızca anlak biçimini göz önüne alırsak, o zaman düşüncenin ondaki işlevinin dört başlık altına getirilebileceğini buluruz ki, bunlardan her biri kendi altında üç kipi” (Kant, 1993, s. 73) kapsamaktadır. Dört başlıktan ve her bir başlık altında da üç ayrı bölümden oluşan Kant’ın anlama yetisinin kavramlarının transandantal çizelgesi yani kategoriler: Niceliğine göre: birlik (ölçü), çokluk (büyüklük), tümlük (bütün). Niteliğine göre: gerçeklik, olumsuzlama, sınırlandırma. İlişkiye (bağıntıya) göre: töz, neden, birliktelik. Kipliğe göre (modalite, bilgideki realite ölçüsü): olanak, varoluş, zorunluk (Kant, 1919, s. 130) olarak sınıflandırılmaktadırlar. Bu ilkeler, “anlama yetisi bakımından deneyin özünü oluşturan genel olarak yargıda bulunma yetisine göre geliştirilmiştir; öyle ki başka bu tür ilkelerin olmadığından emin olabiliriz” (Kant, 2002, s. 59). Böylece kesin bilginin kaynağı anlamında Kant’ın yine aynı bölümde dogmatik yöntem olarak bahsettiği, Descartes’ın açık ve seçik bilgiye ulaşmak için kullandığı yönteminin (metodolojik şüphe) ise bu bahsi geçen tespitler ve sentetik a priori kavramı ölçüsünde hiçbir zaman tatmin edici nitelikte olamayacağının da altı çizilmektedir (Kant, 1920, s. 67).

“Anlama yetisi (a priori) yasalarını doğadan almaz, onları doğaya buyurur” (Kant, 2002, s. 72). Bu bağlamda “tüm dünya anlığımıza/anlama yetimize göre kurgulanmış bir dünya olur. Bize göreli olan bu dünyanın yani fenomen dünyasının ötesinde bir numen dünyası, bir “Ding an sich” (kendinde şey) üstüne artık konuşulamaz” (Özlem, 2006, s. 252-253). Kant’a göre de anlama yetisinin yasalarına göre belirlenen doğa, kendinde şeyler değil, fenomen’ler toplamıdır, anlama yetisinin tasarımlarıdır. Dolayısıyla yargılar fenomen’lere dair olduklarından a priori ve kesin olarak bilinebilirler. Aksi durumda eğer doğanın kendisi hakkında konuşuluyor olsaydı, önermelerin nesnelerinin kendinde şeylerden türetilmesi gerecekti ve bu yüzden de evrensel önermelere ulaşmanın nasıl mümkün olacağı bilinemeyecekti. Bu durumda duyuma gelenler seviyesinde kalınacağından olgusal değil ancak olumsal tespitlerde

52

bulunulabilecek, anlama yetisi ve kategoriler bağlamında ulaşılan kesinlik ve zorunluluğa ulaşılamayacaktı (Kant, 1919, s. 718). Sonuç olarak Kant, eğer “doğa kendi başına şeylerin varoluşu anlamına gelseydi, onu hiçbir zaman, a priori olarak da a posteriori olarak da bilemezdik. A priori olarak bilemezdik; çünkü biz kendi başına şeylere ait olanı nasıl bileceğiz?” (Kant, 2002, s. 44) sorusu ile varolanlara dair görüşünü netleştirmiştir. Böylelikle Kant, hem doğayı deneyin nesnelerinin tümü olarak olarak kabul ettiğini hem de deneyin neyin var olduğunu göstermesine rağmen hiçbir zaman zorunlu olarak neden o şekilde olduğunun kesin bilgisini görüşünü savunmuştur veremeyeceği (Kant, 1920, ss. 50-53). Kant’ın etkin bir şekilde, doğa yasalarını belirleyen, tasarlayan, sonuç olarak kesin bilgiye ulaşan, bilen bir özne tasarımında bulunduğu anlaşılmaktadır.

Kant, doğa yasalarının a priori bilinebildikleri önermesinin, sonuç olarak bu yasaların, anlama yetisi ve kategoriler sayesinde kesin bilgiye ulaşan bilen öznede olması gerektiği kanısındadır. Dolayısıyla “doğanın genel yasalarını deney aracılığıyla doğada değil, tersine genel yasaya uygunluğuna göre doğayı kendi duyusallığımızda ve anlama yetimizde bulunan deney olanağının koşullarında aramamız gerektiği” (Kant,

Belgede Foucault'da özne sorunu (sayfa 52-64)