• Sonuç bulunamadı

İnsan hakları çerçevesinde yaşam hakkı diğer hakların var olması için en temel unsurdur. Bu unsur, biyolojik olarak var olmaktan öte, insan onuruna layık olarak doğma, varoluşunu sürdürme ve gelişimi de kapsamaktadır. Bireyin, birey olmaktan doğan temel yaşam hakkı içinde de sağlıklı bedene sahip olmak, en vazgeçilmez haklarının başında gelmektedir.

Bireylerin sağlığının korunmadığı, sağlıklı yaşam için gerekli önlemlerin alınmadığı ve hizmetlerin verilmediği bir ortamda yaşama hakkından söz etmek mümkün değildir. Dolayısıyla yaşama hakkından söz edilebilmesi için iyi işleyen bir organizmanın devamlılığı ve varlığı önemlidir. Sağlık hakkı bu boyutlarıyla yaşama hakkını ayakta tutan en temel haklardandır. "Sağlık Hakkı" uluslararası sözleşmeler ve bu bağlamda oluşturulan iç hukuk kurallarıyla da "yaşama hakkını" bütünleyen, kişilerin her türlü sağlık hizmetine ulaşmasını ve bunlardan etkin bir şekilde yararlanmasını gerektiren doğal bir haktır. Uluslararası İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ; Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi; Avrupa Birliği Temel Haklar Bildirgesi; Avrupa Sosyal Şartı gibi uluslararası düzenlemede özel olarak sağlık hakkından bahsedilmiştir (www.ihd.org.tr; www.tbmm.gov.tr).

Sözleşmelerde taraf devletlere düşen yükümlülükleri ve hakkın temel felsefesini dikkate aldığımız zaman, devletlerin her koşulda bireylerin sağlıklı bir yaşam sürmelerini sağlamakla mükellef olduğu görülmektedir. 1965 tarihinde yürürlüğe giren Avrupa Sosyal Şartı’nda ise 11. madde Sağlığın Korunması Hakkı başlığı altında şu düzenlemeyi getirmiştir.

“Akit taraflar, sağlığın korunması hakkının etkin biçimde kullanılmasını sağlamak üzere ya doğrudan ya da kamusal veya özel örgütlerle işbirliği içinde, diğer önlemlerin yanı sıra, sağlığın bozulmasına yol açan nedenleri olabildiğince ortadan kaldırmak;

sağlığı geliştirmek ve sağlık konularında kişisel sorumluluğu artırmak üzere eğitim ve danışma kolaylıkları sağlamak; salgın hastalıklarla yerleşik mevzii ve başka hastalıklar olabildiğince önlemek üzere tasarlanmış uygun önlemler almayı taahhüt ederler.”

Sağlık hakkı basit bir düzlemde, fiziksel manada değerlendirilmemelidir. Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) 1948’den bu yana sağlık kavramı insanların bedensel, ruhsal ve sosyal olarak tam bir iyilik ve denge hali içinde bulunması olarak tanımlanmıştır. Tanımda söz edilen konuları istemeleri veya bunların korunması ve devamlılığı için otoriteye yapacakları talep, sağlık hakkını oluşturmaktadır. Bu hakların sağlanması için imzalanan uluslararası pek çok sözleşme ve anlaşma ülkelerin sağlık hizmetlerini bireylerin ihtiyacına uygun, eşit, hakkaniyetli, ulaşabilir, kabul edilirlik ilkeleriyle planlamalarını ve yapılandırmalarını zorunlu kılmaktadır.

Sağlık hakkını elde etmek için sağlık hizmetlerinin oluşturulmasında gözetilmesi gereken temel nokta toplumsal özelliklerin ve ihtiyaçların ön planda bulundurulmasıdır. Recep Akdur bu konuda şöyle demektedir(Akdur, 2005).

“Sağlık sektörünün yapılanması ve hizmet sunumunda ülkeden ülkeye farklılıklar olduğu ve her birinin ayrı özellikler taşıdığı, hiç birinin bir diğerine benzemediği görülmektedir. Farklı ülkeler bir yana, aynı ülkenin farklı köşe ve birimlerindeki sağlık hizmetleri bile çok farklı yapılanma özellikleri gösterterir. Bu durum sağlık hizmetlerinin sunumunda çok çeşitli sağlık politikalarının varlığı izlenimi yaratmaktadır. Ancak ayrıntılı ve dikkatli bir şekilde incelendiğinde, sağlık politikalarının, genelde, iki ayrı felsefeden yola çıktığı ve dolayısı ile de sağlık politikalarının iki ayrı seçenek halinde netleştiği anlaşılmaktadır. Bu seçeneklerden birisi; sağlığı toplumsal bir olgu, sağlık hizmetlerini toplumsal bir görev ve sorumluluk olarak gören, sağlıklı yaşam ve tıbbi bakımı ise doğuştan kazanılmış temel insanlık hakkı sayan politikadır. Bu politika, tüm temel haklarda olduğu gibi, sağlık hakkının gereklerinin yerine getirilmesi sorumluluk ve görevini topluma, onun örgütlü gücü olan devlete vermektedir. Sağlık hizmetlerini toplumsal dayanışmanın bir aracı olarak ele alır ve hizmetlerden yararlanmada eşitliği öngörür. Diğer seçenek ise; sağlığı bireysel bir olgu olarak gören, dolayısı ile de sağlık hakkının gereklerini toplumsal bir görev olarak ele almayan, bu hakkın yerine getirilmesini tamamen piyasanın arz ve talep kurallarına bırakarak, insanların bu haktan fırsatları oranında yararlanmasını öngören, sağlık hizmetlerine de kar aracı olarak bakan politikadır. Sağlık hizmetlerinin sunumunda sağlık politikasına temel oluşturan, bu iki ayrı felsefe sağlık sektörünün finansmanı, örgütlenmesi ve insan gücü gibi maddi yapısını; yani tüm diğer alt politika ve uygulamalarını dolayısı ile de sektörün

yapılanmasını belirlemektedir. Örneğin; birinci seçenekten yola çıkan sağlık politikası sağlık hizmetlerinin finansmanında toplumsal dayanışmayı ön plana çıkararak, sağlık hizmetlerini kamu eliyle (genel bütçe veya kamu sigortası) finanse ederken, hizmet sunumunda da kamu örgüt ve birimlerini benimsemektedir. İkinci seçenekten yola çıkan sağlık politikası ise; cepten ödeme veya özel sigortacılığı finansman yolu olarak benimserken, hizmet sunumunda da özel örgüt ve kuruluşları yeğler.

Ülkelerin benimsediği sağlık politikaları, sunulan sağlık hizmetlerini şekillendiren en temel belirleyicidir. 1961 yılında kabul edilen 224 sayılı

“Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Kanunu”’nda sağlık hizmetleri, insan sağlığına zarar veren çeşitli faktörlerin yok edilmesi ve toplumun bu faktörlerin tesirinden korunması, hastaların tedavi edilmesi, bedeni ve ruhi kabiliyet ve melekeleri azalmış olanların işe alıştırılması (Rehabilitasyon) için yapılan tıbbi faaliyetler olarak tanımlanır (www.saglik.gov.tr). Sağlık hizmetleri genel olarak koruyucu sağlık hizmetleri, tedavi edici sağlık hizmetleri ve rehabilite edici sağlık hizmetleri şeklinde sınıflandırılmaktadır (Fişek, 1986, 40). Koruyucu sağlık hizmetleri, kişileri hastalanmaktan, yaralanmaktan, sakat kalmaktan ve erken ölümden korumak amacıyla verilen sağlık hizmetleridir (Akdur, 2005; Fişek, 1985,6). Canaktan’ın ifade ettiği gibi hastalıklara ve genel yaşama ilişkin durum daha ortaya çıkmadan alınan her türlü önlem ve mücadeleyi içerir. Bu kapsamda, kişiye yönelik olarak yapılan bağışıklama, ilaçla ve serumla koruma, erken tanı, aile planlaması, beslenme durumlarının iyileştirilmesini sağlamak için gıda güvenliği ve sağlıklı beslenme alışkanlıklarının kazandırılması, sağlık eğitimi gibi işler ile fizik, biyolojik ve sosyal çevredeki olumsuz koşullardan kaynaklanan sağlık sorunlarını önlemek amacıyla çevreye yapılan müdahaleler yer almaktadır.

Tedavi edici sağlık hizmetleri, kişilerde herhangi bir hastalık ortaya çıkması durumunda verilen sağlık hizmetleridir. Koruyucu sağlık hizmetlerine göre, tedavi edici sağlık hizmetlerinde kişisel fayda daha ön plandadır. Bununla birlikte hastalıkların tedavisi ve bireyin ortalama ömrünü uzattığı gibi nedenlerden dolayı sosyal verimlilik de sağlamaktadır. Kendi içinde; birinci basamak tedavi hizmetleri (ilk başvuru ve ayakta tedavi), ikinci basamak tedavi hizmetleri (yataklı tedavi hizmetleri) ve üçüncü basamak tedavi hizmetleri (üst düzeyde uzmanlaşmış ve yüksek teknoloji kullanılan merkezler) olmak üzere üç kademeye ayrılmaktadır. İşgücünü kaybedenlere

ve sakatlananlara, işgücü ve çalışma olanağı sağlayan rehabilite edici sağlık hizmetleri, sağlık personeli tarafından yapılan tıbbi rehabilitasyon ile sosyal çalışmalar tarafından yapılan rehabilitasyondur (iş bulma, işe uyum sağlama gibi) (Fişek,1985,6). Hastalık ve sakatlıkların sosyal etkisi, bu durumdan kaynaklanan bağımlılık düzeyine ve süresine bağlıdır. Çeşitli nedenlerle ortaya çıkan ciddi sakatlıklar özel bir önem taşımakla birlikte, toplum tarafından desteklenmedikçe daha ileri yaşlardaki sakatlıklar da kişinin ve ailesinin sağlığını etkilemektedir. Sağlık hizmeti, koruyucu, tedavi edici ve rehabilite edici hizmetlerin bir arada olduğu bir bütündür. Biri olmadan diğerlerinin varlığı ve sadece hasta olanların tedavi edilmesi yeterli değildir.

İnsanların hasta olmalarını engellemek hem daha insancıl hem de daha ekonomiktir. Kişi tedavi oldu ama sekel kaldı diye kendi kaderiyle baş başa bırakılmamalıdır. Onu yeniden yaşam koşullarına uyum sağlayabilecek duruma getirene kadar destek verilmesi gereklidir. Tüm bunlar göz önüne alındığında sağlık hizmetlerinin bir bütün olduğu açıkça görülmektedir.

Hastalıklar sağlıklı iken karşılaşılan koşullarla ilişkilidir. Pek çok hastalık;

bozuk bir çevrede yaşamak, ekonomik yetersizlikler, iyi beslenememe, eğitim yetersizliği, yanlış inanışlar ve sağlık hizmetlerinden yeterince yararlanamama gibi sosyal faktörlerden kaynaklanmaktadır.

Dünya ülkeleri yaptıkları değerlendirmeler sonucunda “kişilerin hasta olmadan da sağlık hizmetlerine ihtiyaçları vardır” düşüncesinde ortak karara vararak 1978’de Temel Sağlık Hizmetleri kavramını gündeme getirmişlerdir (www.haksay.org). Alma-Ata Konferansı’nda 134 üye ülkenin bakanlarıyla birlikte Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF), “2000 Yılında Herkes İçin Sağlık” hedefini başarmak için, Temel Sağlık Hizmetlerini en iyi araç olarak açıklamıştır. Koruyucu sağlık hizmetlerinin, sosyal adalet ve gelişmenin bir parçası olarak tüm dünyada istenen sağlık düzeyine ulaşmada anahtar rol oynadığını kabul etmiştir (Öztek, 2004). Bu dönemde; “hükümetlerin ve WHO’nün önümüzdeki dönem için başlıca sosyal amacı, 2000 yılına kadar herkesin sosyal ve ekonomik açıdan üretken bir yaşam sürdürebileceği bir sağlık düzeyine erişmesini sağlamak olmalıdır” şeklinde bir karar alınmıştır. Bu doğrultuda WHO, “2000

yılında Herkes İçin Sağlık” (1984) hedeflerini ortaya koymuştur (Aykut, 2000, 1-6; WHO, 2000).

Bu hedeflerde öne çıkan temel amaç; ülkeler arasında ve bölgeler arasında sağlık yönünden farklılıkların en aza indirilmesi, insanların fiziksel, ruhsal ve sosyal potansiyellerini kullanmasının sağlanması, hastalık ve sakatlıkların en aza indirilmesi, erken ölümlerin önlenerek doğumda beklenen yaşam süresinin uzatılması olarak belirlenmiştir. WHO’nün 21. yüzyılda öncelik belirlediği hedefler şunlardır; (Kickbusch ve Nutbeam, 1998, 2; WHO, 1998; Özvarış, 2008, 45-50)

1. Sağlık için sosyal sorumluluğun geliştirilmesi, 2. Sağlığın gelişmesi için yatırımların artırılması,

3. Sağlık için sektörler arası işbirliğinin sağlanması ve artırılması, 4. Toplumun kapasitesinin artırılması ve bireylerin güçlendirilmesi, 5. Sağlığı geliştirme için altyapının sağlanmasıdır.

“Herkes İçin Sağlık” hedeflerine ulaşmak için; toplum odaklı olmak, sağlığın sosyal ve çevresel belirleyicilerine odaklanmak, iletişim, eğitim, yasal düzenleme ve toplumu geliştirmeyi kapsayan, tamamlayıcı farklı yöntemlerin kullanılması, toplum katılımı üzerinde durulmuştur. Alma-Ata’da belirlenen hedeflere ulaşmak için yürütülen araştırma ve çalışmalar sağlığı etkileyen farklı boyutların fark edilmesini sağlamıştır. Hastalıkların kişilerin yaşam tarzıyla ilişkili olduğunun anlaşılması, sosyal, ekonomik, kültürel, çevresel, davranışsal ve biyolojik faktörlerin sağlığı olumlu yönde etkileyebildiği gibi zararlı da olabileceğinin kavranması, bazı hastalıklara ilişkin risk faktörlerini tanımlayan bilimsel kanıtlar, ölüm ve hastalık oranlarındaki azalmanın yanısıra yaşam kalitesine de ilginin artması, sağlık eğitimiyle ilgili geleneksel stratejilerin etkililiklerinin sınırlı olması, entegre bir yaklaşım olarak 1980 yılında “sağlığı geliştirme” kavramını gündeme getirmiştir (Rootman, Goodstadt, Potvin, Springett, ve Ziglio, 2001; Özvarış, 2008, 45-50). Bu konuda 1986 yılında gerçekleştirilen “Ottowa Sağlığı Geliştirme Konferansı”nda sağlığı geliştirme kavramı “kişilerin sağlıklarını geliştirmelerinin ve sağlıkları üzerindeki kontrollerini artırmalarının olanaklı

hale gelmesini sağlayacak süreç” olarak tanımlanmış ve şu saptamalar yapılmıştır (Kickbusch ve Nutbeam, 1998,14; Özvarış, 2008, 45-50):

• Sağlığın geliştirilmesi süreci sosyal ve politik bir süreçtir.

• Ana amaç, bireylerin becerilerini ve yeterliliklerini artırmaktır.

• Bu amaçla kişilerin sosyal, çevresel ve ekonomik koşullarını değiştirmeye yönelik eylemler yapılmalıdır.

• Kişilerin sağlığın belirleyicileri üzerindeki kontrollerini artırmak ve dolayı-sıyla sağlıklarını geliştirmelerini olanaklı hale getirmek önemlidir.

• Sağlığı geliştirme eylemlerinin yürütülmesinde toplum katılımı zorunludur.

Bu doğrultuda sağlığı geliştirmede yapılacak tüm girişimlerin kişileri güçlendirici, toplum katılımlı, disiplinlerarası, eşit ve hakkaniyetli, ulaşılabilir ve çok stratejili olmasını gerektirmektedir (Kickbusch ve Nutbeam, 1998, 5-12; WHO, 1998). Ottawa’dan sonra 1988 yılında Adelaide’de yapılan “Sağlıklı Toplum Politikaları Konferansı”, 1991 yılında Sundsvall’da yapılan

“Destekleyici Çevreler Konferansı” sağlığı geliştirme stratejilerinin ve pratikteki uygulamalarının daha iyi anlaşılmasını sağlamıştır (Kickbusch ve Nutbeam, 1998, 20; WHO, 1999). Sundsvall Konferansı, sağlık ve fizik çevre arasındaki ilişkiye açıklık getirilmesini sağlamıştır. Buna göre çevre, sadece kişileri çevreleyen yapılardan oluşmamaktadır, sosyal, kültürel, ekonomik, ruhsal, politik ve ideolojik boyutları da bulunmaktadır (WHO, 1998).

Jakarta’da 1997’de yapılan konferansta ise, sağlık için uluslararası stratejiler geliştirilmenin önemi vurgulanmış, WHO’ne üye ülkelerin Alma-Ata Bildirgesi’nde vurgulanan koruyucu sağlık hizmetleri ilkeleri ve “Herkes İçin Sağlık” stratejisi üzerinde görüş birliğine varılmasının üzerinden 20 yıl geçtiği halde konuların önemini koruduğu tekrar vurgulanmıştır (Kickbusch ve Nutbeam, 1998, 20; WHO, 1998; Özvarış, 2008, 45-50). Bangkok’ta 2005 yılında “Küreselleşmiş Bir Dünyada Sağlığı Geliştirme Konferansı”nda, sağlığın belirleyicilerini saptamak için gerekli eylemler ve öneriler tanımlanmıştır. Sözkonusu öneriler, insan haklarını gözeterek sağlık için savunuculuk yapılması, sağlığın belirleyicilerini tanımlamak için gerekli altyapının oluşturulması ve sağlık bilgisi, araştırma, bilginin paylaşımı, sağlığı geliştirme uygulamaları, liderlik ve politika geliştirme konusunda kapasite

geliştirilmesi çalışmalarıdır. Bununla birlikte insanların iyilik haline ve eşit sağlık koşullarına ulaşmasını olanaklı kılan en yüksek korumayı sağlamak için gerekli yasaların düzenlenmesi ve uygulanabilir eylemler için yerel, özel ve uluslar arası örgütlerle işbirliği yapılmalıdır (Özvarış, 2008, 45-50). Bu stratejiler, yaşam tarzını değiştirmekte ve geliştirmektedir. Bunlar, sağlığın belirleyicilerinden olan sosyal, ekonomik ve çevresel koşullar üzerinde de etkilidirler. Sağlığı geliştirme, sağlıkta eşitlik ve hakkaniyetin sağlanmasında pratik bir yaklaşımdır (Kickbusch and Nutbeam, 1998, 20; WHO, 1998).

Uluslararası bildirgeler değerlendirildiğinde anlaşılmaktadır ki; Alma-Ata’daki hedeflere ulaşmak için yürütülen çalışmalar sağlığı etkileyen çevre, kültür, yaşam tarzı, eğitim, ekonomik durum gibi diğer etkenlerin fark edilmesiyle yeni kararlar ve politikaların oluşmasına neden olmuştur. Bununla birlikte gelişmiş ülkelerin sağlık, hastalık ve özürlülük durumlarıyla ilgili yapılan epidemiyolojik çalışmalarda da artan hastalık riski ve hastalıktan doğan olumsuz sonuçları belirlemede sosyal, ekonomik ve çevresel etkenlerin rolü doğrulanmaktadır (Clift, 2001,15-19; Nutbeam,2000, 15).

“Herkes İçin Sağlık” anlayışının belirlendiği Alma-Ata, Ottava ve Jakarta gibi pek çok uluslararsı bildirgede sağlık hizmetlerinin geliştirilmesi ve sağlıklı toplumlar oluşturmada devlete düşen sorumluluğunun yanı sıra, gittikçe artan bir şekilde bireysel sorumlulukların önemini vurgulanmaktadır.

Özellikle Alma-Ata’da başlayan sağlığın korunması anlayışı sonraki yıllarda sağlığı etkileyen diğer unsurların fark edilmesiyle sağlıklı yaşam ve sağlığın sürdürülmesi için kamu desteği ve toplum katılımının sağlanması gerekliliğini ortaya koymuştur. Bunun üzerine bireylerin sorumluluk ve insiyatif kullanması için bireysel kapasitenin geliştirilmesi üzerinde daha da yoğunlaşılmıştır.

Kişilerin sağlıkları üzerinde söz sahibi olmalarında eğitimleri, ekonomik durumları, yaşadıkları yerin kültür yapısı, konuştukları dil, göçmen olup olmadıkları gibi durumları önemli rol oynamaktadır.

Kısacası zaman içinde sağlığın temel bir insan hakkı olduğu ve sosyal ve ekonomik gelişme için ön koşul olduğu, sağlığın geliştirilmesinin, kişilerin kendi sağlıkları üzerinde kontrollerini artırarak sağlıklarını geliştirmelerini sağlayan bir süreç olduğu ve sağlığın geliştirilmesinde sağlığın belirleyicilerinin üzerinde durulmuştur.

Ekonomik gelişmeler, değişen yaşam koşulları, ortaya çıkan hastalıklar ve artan sağlık harcamaları sosyal belirleyicilerin daha da dikkat çekmesine neden olmuştur. Alma-Ata kararlarının alındığı yıllarda sağlık hizmetleri genellikle kamu tarafından sağlanırken yıllar içinde bu hizmetlerin sunumunda özel sektör gittikçe artan bir paya sahip olmuştur. Bu durumda sağlık hizmetlerinin kullanımında eskiden hasta olarak değerlendirilen bireyler günümüz sağlık sektörü içinde hasta ve tüketici olarak da görülmeye başlanmıştır. Bu değişim, kişilerin sağlık hizmetlerinden yararlanabilmesi, haklarını koruyabilmesi, kendi sağlıkları üzerinde kontrol gücüne sahip olabilmesi ve hizmet talep edebilmesi için kişisel kapasite geliştirmenin önemini artırmıştır. Gelişmiş kapasite sunulan hizmetlere erişebilme, yararlanabilme, hizmete ilişkin değerlendirme yapabilme, hizmetin sürekliliği ve kalitesi için otoriteden hizmet talep edebilme yeterliğini sağlamaktadır.

Bunun içinde Alma-Ata’dan bu yana sağlığın geliştirilmesi stratejileri içinde kişisel kapasite geliştirmede sağlık eğitimi ortak strateji olarak kabul edilmektedir. Alma-Ata’da Temel Sağlık Hizmetleri kapsamı içinde

“vazgeçilmez” hizmetlerden birisi olarak “bir toplumda yaygın olarak görülen sağlık sorunlarını, bunların önlenmesi ve denetimi ile ilgili konularda halkın eğitilmesi” yer almıştır. Bu doğrultuda tüm dünyada sağlık kampanyalarında sağlık eğitimi çalışmaları yürütülmüştür. Ancak zamanla sadece bilgi aktarımına dayanan ve bireylerin sosyal ve ekonomik durumlarını ele almayı göz ardı eden kampanyaların sağlık davranışı üzerindeki etkileri bakımından beklenen sonuçları gerçekleştiremedikleri gözlenmiştir. Nutbeam’ın ifade ettiği gibi 1970’lerde ortaya çıkan sağlık eğitimi programlarının çoğunun toplum içinde sadece en eğitimli ve ekonomik olarak avantajlı olan kişilerin arasında etkili olduğu fark edilmiştir. Toplumda medya unsurları ile sağlığa ilişkin iletilen mesajlardan yüksek eğitim ve okuryazarlık düzeyine, kişisel becerilere ve ekonomik araçlara sahip kişilerin yararlandıkları tespit edilmiştir.

Buradan çıkarılan derslerle, 1980’lerde yürütülen sağlık eğitimi çalışmalarında davranışsal kararların sosyal bağlamına odaklanılmış ve kişilerin olumlu sağlık davranışları geliştirmeleri için gerekli kişisel ve sosyal becerileri edinmeleri esas alınmıştır 1990’larda ise daha da gelişmiş bir bakış açısı ile sosyal eylemi de içerecek şekilde genişletilmiştir. Bu doğrultuda topluma yönelik verilen mesajların iletilmesinde sosyal normları ve

davranışları etkilemeye yönelik tekniklerden sosyal pazarlama ve sağlık iletişimi stratejileri de kullanılmaya başlanmıştır (Nutbeam, 2000, 15). Sağlığa ilişkin verilmek istenen mesajların, bilginin halka iletilmesinde kullanılan yöntemler ve araçlar kadar toplumun bu mesajları anlaması, kabul etmesi için hazır bulunuşluk düzeyi de önemlidir. Sağlık personelinin verdiği mesajlar anlaşılmadığında, sağlık eğitiminin yararlı olmayacağı kişilerde olumlu davranış kazanımı ve sağlık düzeylerinin yükseltilmesinde bir katkı sağlamayacağı açıktır. Bu nedenle kişilerin verilen mesajları alma, algılama ve sorgulamaları için genel eğitim düzeylerinin de yükseltilmesi ihtiyacı doğmaktadır. Toplumun ön bilgiye sahip olması verilen mesajları algılanmasını kolaylaştırır. WHO’nün 2007 yılında Sağlığın Sosyal Belirleyicileri Komisyonu’nun yayınladığı bildiride, okuryazarlığın “hem fakir hem de zengin ülkelerde sağlıktaki eşitsizliklerin belirleyicisi olarak “merkezi bir role” sahip olduğu ortaya konmuştur (WHO, 2007; WHO 2008). Bir toplumda düşük okuryazarlık düzeyi sorunun çözümünde etkin okul eğitimi ve okula gitme çağı dışında kalmış olanlar içinde yetişkin eğitimi fırsatlarının sağlanması okuryazarlığın geliştirilmesi için ulaşılabilirliği artırabilir. WHO komisyon raporu sonuç olarak “ilköğretimin tamamlanmasının önündeki sayısız engelleri kaldırmanın, sağlığın sosyal belirleyicileri üzerindeki faaliyetlerin hayati bir parçası olacağını” belirtmektedir. (WHO, 2007).

Eğitimin kişinin sorun ve süreçlere yaklaşımında, olayları değerlendirmesinde, iletişim kurmasında olumlu katkı sağladığı bilinen bir gerçektir. Birleşmiş Milletlerin (BM) 2009 yılı okuryazarlık günü mesajı,

“Okuryazarlık sadece okuma yazma ile kısıtlı değildir, saygınlık, fırsat ve kalkınma demektir” şeklinde yayınlanmış ve okuma yazamanın kazandırdıklarına vurgu yapılmıştır. BM raporunda;

“Okuryazarlık insanlara geçim yollarını geliştirme, sağlık hizmetleri hakkında daha fazla bilgi alma ve daha bir çok konuda kendilerini güçlendirme imkanı sağlıyor. Dahası, bireylerin vatandaş ve insan haklarını kavramalarına imkan tanıyor. Çoğunluğu kadın olmak üzere yaklaşık 776 milyon yetişkin ne tam olarak okuma yazma biliyor ne de aritmetik işlemleri yapabiliyor. Oysa daha iyi bir yaşamın anahatarını günümüz dünyasında eğitim ve bilgi oluşturuyor.”

şeklinde yapılan açıklama ile okuma yazmanın kişilerin yaşamları üzerindeki etkisi ortaya konmaktadır. Yetişkin eğitimcilerden Bown’da BM 2009 yılında okuma yazma günü yaptığı konuşmasında en basit seviyede dahi okur-yazar olmanın kişiyi hem kişisel hem sosyal hem de siyasal açıdan oldukça ciddi oranda güçlendirici etkiye sahip kıldığını belirtmiştir. Yetişkin eğitimi konusunda 30 yıldan fazla Afrika’daki üniversitelerde yetişkin eğitimi alanında çalışan Bown’un aktardığı; "Mozambikli bir kadının bana söylediğini hiç

şeklinde yapılan açıklama ile okuma yazmanın kişilerin yaşamları üzerindeki etkisi ortaya konmaktadır. Yetişkin eğitimcilerden Bown’da BM 2009 yılında okuma yazma günü yaptığı konuşmasında en basit seviyede dahi okur-yazar olmanın kişiyi hem kişisel hem sosyal hem de siyasal açıdan oldukça ciddi oranda güçlendirici etkiye sahip kıldığını belirtmiştir. Yetişkin eğitimi konusunda 30 yıldan fazla Afrika’daki üniversitelerde yetişkin eğitimi alanında çalışan Bown’un aktardığı; "Mozambikli bir kadının bana söylediğini hiç