• Sonuç bulunamadı

1.2. Eleştirel Pedagoji

1.2.4. Praksis: Eşzamanlı Olarak Düşünce ve Eylem

Düşünen ve hareket eden insan tanımından yola çıkarak toplumsal organizasyonu değiştirmeye yönelik etkinliklerin bütününe işaret eden praksis, özgür birey ve toplumun inşasında başat rol oynayan unsurlardan biri olarak bilimsel, felsefi, siyasi ve eğitsel tartışmaların merkezinde yer almaktadır. Habermas (1994: 40)’a göre:

Şeyleşmiş bir gündelik praksis, yalnızca, bilişsel olanla, ahlaki-pratik ve estetik dışavurumsal öğeler arasında karşılıklı sınırlandırılmamış ilişkiler

yaratılarak düzeltilebilir. Bu yüksek oranda stilize edilmiş kültürel alanlardan yalnızca birini açmakla ya da daha ulaşılabilir kılmakla şeyleşme sorununun üstesinden gelinemez.

Aristoteles, insanın her şeyden önce “eylem” ile tanımlandığına ikna olmuştur. Benzer biçimde Voltaire, “İnsan, havada uçuşan kıvılcımlar gibi eylem için doğar. Hiçbir şey yapmamak insan için var olmamakla aynı şeydir” ve Rousseau, “İnsan eylemde bulunmak ve düşünmek için doğar, yansıtmak için değil” ifadeleri ile aslında praksis felsefesinin birer tanımını yapmışlardır. Ancak praksis felsefesi ile bireylerin ve toplumun özgürleşmesi arasındaki ilişkiyi en açık biçimde Berelson ortaya koymuştur. Berelson, cılız demokrasi tasarımının etkisiz ve aciz yurttaşlar topluluğuna bağlı olduğunu vurgulayarak, “Eğer bütün halk siyasetle canı gönülden ilgilenseydi, bir kitle demokrasisi nasıl işleyebilirdi?” sorusunu sormuştur. Böylece cılız demokrasi ile güçlü demokrasi arasındaki ayrıma dikkat çeken Berelson, praksisi güçlü demokrasinin vazgeçilmez unsuru olarak göstermiştir. Böylece demokrasi tanımında dönüşüm ve yaratma biçiminde ortaya çıkan eylemlilik,“güçlü demokrasi”de yurttaşlara yapılan değil, onlar tarafından yapılan bir şey olarak karşımıza çıkmaktadır. Diğer bir söyleyişle “eylemlilik”, güçlü demokrasinin en büyük erdemidir. (Barber, 1995: 176-177). Abensour (2002. 147)’e göre:

Gerçekten de demokrasi, düz ve pürüzsüz bir zeminde devletin yok oluş sürecinin bir sonucu değil, çatışmayı, karşıtlığı barındıran bir alan, birbirine ters mantıkların çarpıştığı mücadeleci bir sahnedir. Burada devletin özerkleşmesi ile eylem halinde halkın yaşamı sürekli kavgaya tutuşurlar. Bu kavgada demokrasinin kazanacak çok şeyi vardır, çünkü rakibi devlet biçimidir, devletin bir organizasyon şekli olarak aşırı büyümesidir. Demokrasinin bu kavgada kullanacağı silah indirgemedir. İlk etapta devlete “demokrasinin, bütün anayasal muammaların çözümü” olduğunu, biçimi ne olursa olsun devletin temelinin halkın egemenliği, halkın eylemi olduğunu kabul ettirmek gerekir. Devlete içkin mantığı – özerkleşme, totalizasyon, tahakküm – deşifre ettikten sonra ikinci olarak, “anayasayı” ait olduğu yere oturtan, onun halkın yaşamının bir momenti, ama sadece bir momenti haline getiren indirgemeyi yapmak gerekir. Bu şekilde boşaltılan alanda toplum demokratik olarak kurulabilecektir.

Toplumsal sınıf ve zümreler, toplumsal işbölümündeki yerlerine ve işlevlerine bağlı olarak farklı çıkar ve yönelimlere sahiptirler. İçinde bulundukları sosyo-ekonomik koşullardan kaynaklanan gereksinimlerine çözüm getireceğine inandıkları siyasal seçimleri yaparak bu doğrultuda eylemde bulunup toplumu kendi açılarından “olumlu” bir yere getirme çabasına girerler. Bu eylemlerinin doğurduğu sonuçlardan kendileri de etkilendiklerinden, eylemlerine temel oluşturan toplumsal, ekonomik, siyasal öneri sistemlerini sürekli ve yaşamsal olarak değerlendirip değiştirme ve yeniden düzenleme yoluna gitmeleri kaçınılmazdır. Bu bitmek bilmeyen sınama-değerlendirme-yeniden düzenleme ve kurma süreci, bir toplumsal işlev birimi oluşturmalarından, yani toplumsal praksis gücüne sahip olmalarından kaynaklanmaktadır. Toplumsal-ekonomik işleve sahip olmak, toplumsal praksise, diğer bir söyleyişle, sınama-değerlendirme-bu değerlendirme sonucunda doğrulama ya da yeniden düzenleme-yaşama dökme olanağına sahip olmak anlamına gelmektedir (Cangızbay, 1998: 235).

Egemenliğin paradoksu; egemenin, aynı anda hukuk düzeninin hem dışında hem de içinde olmasıdır. Bu, önemsiz bir konu değildir, çünkü şu anlama gelmektedir; egemen, hukukun yetkilerini askıya alma yetkisine sahiptir ve böylece kendisini yasal olarak yasanın dışında tutmaktadır. Dolayısıyla, hukuk kendisinin dışındadır ve hukukun dışındaki egemen, hiçbir şeyin hukukun dışında olmadığını iddia etmektedir. Bu notada, hukuksal düzenin sınırlarını, hedeflerini ve ilkelerini ne dereceye kadar egemenin belirlediği sorusu sorulmalıdır. Diğer bir söyleyişle, egemenin “istisnai” bir durumu bulunmaktadır ve söz konusu durumunun geçerli olması için hukuksal bir zemin yaratmaktadır. Ancak bu, hukukun askıya alınması anlamına gelmemekte midir? İstisna, özel bir statüyü ifade etmekle, hukuk içinde pozitif hukukun askıya alınarak aşılmasıdır. Pozitif hukuk için istisna, pozitif ilahiyat (Tanrı’nın mutlak niteliklerini tasdik ve ifade eder) için negatif veya mistik ilahiyat (ne..ne de… biçimindeki ifadelerle Tanrı’ya atfedilen sıfatları olumsuzlayarak askıya alır) gibidir. Burada gözden kaçırılmaması gereken nokta şudur: istisna, bir tür dışlama olmakla birlikte, “dışlanan varlığın kuralla ilişkisi kalmamıştır” denemez, çünkü aslında dışlanan, kuralla olan ilişkisini kuralın askıya alınmasını sağlayarak devam ettirmektedir. Bu nedenle “dışlanan”, “dışarıya atılan” değil, “dışarıda tutulan”dır ve içeri ile dışarıyı ayırarak denetim kullanmak amacıyla normal durum ile aşırılığı belirleyen ve bu yolla hukuksal düzeninin geçerliliğini mümkün kılan bir yerdedir (Agamben, 2001: 25-30).

Eylemlilik ise, ortak karar alma ve ortak çalışma yeteneği olan bir kamu yaratmanın da ön koşuludur. Katılımcı tarzdaki güçlü bir demokrasinin temelini oluşturan can alıcı terimler; eylemlilik, süreç, kendi yasalarını oluşturma, yaratma ve dönüştürmedir. Cılız demokrasi çatışmayı defederken, güçlü demokrasi çatışmayı dönüştürür. Katılımcı siyaset, bir tartışma,

karar ve eylem sürecine sokarak kamusal çatışmalarının üstesinden gelir. Güçlü demokrasilerde kamusal hedefler mutlaklıklardan, önceden var olan gizli uzlaşmalardan değil, ortak tartışma ve eylemle yaratılan kamusal katılım hareketinden doğar. Böylece, güçlü demokrasinin siyaset üniversitesi, yurttaşlık çalışma alanı ve katılım öğretmeni olur; özgürlük ise bu sürece giren değil fakat bu süreçten çıkan en değerli unsurdur. Güçlü demokrasi, katılımcı tarzda siyaset ve yurttaşlar adına yönetim yerine yurttaşların öz yönetimi olarak tanımlanabilir (Barber, 1995: 195-197).

Praksis felsefesi; düşünce ile eylemi, kuram ile uygulamayı, siyaset ile felsefeyi özdeşleştirmektedir. Burada asıl amaç, işçi sınıfının yönetici sınıf olacağı düşüncesini eyleme dönüştürmektir. Diğer bir söyleyişle praksis, tarihsel açıdan eleştirel bir evreye geçişi temsil etmektedir. Bu anlayışa göre kitlelerin kültürel eğitimi esastır ve söz konusu eğitim, kitleye kişilik kazandırmak için geniş toplumsal tabakaları entelektüel açıdan yetiştirmeyi hedeflemektedir. Kitlelerin kültürel eğitim süreci birden değil, birbiri ardına gelen evreler halinde gerçekleşecektir (Gramsci, 2000: 37-38).

Kitlelerin toplumsal ve ekonomik haklarını kullanarak siyasal yaşama katılmaları önünde engel oluşturan etkenleri hiç değilse en aza indirmek, kişilerin ve grupların yasalarca kendilerine verilen örgütlenme ve eylem özgürlüğünü kullanmaları halinde bedel ödemelerine neden olan “emekçilere toplu sözleşmeli grevli sendikalaşma hakkı vermeme ve gerekli yasal düzenlemeleri yapmama, işten atma, dernek kapatma, sürgün etme, yargı kararlarını uygulamama veya geç uygulama” gibi yasama ve yürütme düzeyinde gerçekleşen anti- demokratik eylemlerden vazgeçilmesi toplumsal ve bireysel eylemliliği arttıracaktır. Toplumsal grupların aynı zamanda karar ve eylem özneleri haline gelmelerini sağlayacak bir siyasal-yönetsel örgütlenme, toplumsal praksis olarak adlandırılan edimsel özgürlük olanaklarını da geliştirerek, bu grupların toplumsal eylem birimlerine dönüşmesini ve böylece güçlü demokrasiye, yani özyönetime ulaşmamızı sağlayacaktır. Bunun için öncelikle eğitim kurumları ve öğretim süreci; marjinalliği yaratan, toplumsal yaşamın gerçekliğinden zaman, mekân ve işlev bakımından kopuk, sınıflaştırıcı ve yabancılaştırıcı bir süreç olmaktan kurtarılmalıdır (Cangızbay, 1998: 239-241). Eleştirel düşünce ile özdeşleşen praksis felsefesinde, ezilenler gerçeklik ile eleştirel olarak yüzleşmekle kalmayıp, ona yönelik eylemde bulunmalıdırlar. Böylece ortaya çıkacak özgürleştirici bir pedagoji olarak eleştirel pedagoji, düşünce ve eylemden oluşan iki aşamada gerçekleşmesi olasıdır. Birinci aşamada ezilenler ezildikleri dünyayı deşifre edecekler, ikinci aşamada da ezildikleri gerçeklikte yaratılmış olan mitleri kovacaklardır ( Freire, 2010: 33).