• Sonuç bulunamadı

1.3. Eleştirel Medya Pedagojisi

1.3.1. Eleştirel Medya Pedagojisinin Kaynakları

1.3.1.1. Frankfurt Okulu ve Pasif İzleyici

Özellikle Almanya’da, sinemanın 20. y.y. başlarında bir kitle iletişim aracı olarak yükselişe geçmesiyle birlikte, medyanın eğitici mi yoksa yönlendirici mi olduğu üzerine yapılan tartışmalar, “yönlendirici” etkisinin baskın olduğu yönünde yoğunluk kazanmıştır. Sinema filmlerinin, “iyi” ile “kötü” kavramlarını karıştırarak çocuklar ve gençler üzerinde uyarıcı etki gösterdiği kanısı, “okul filmi” hareketinin başlamasına neden olmuştur. Ancak “korumacı yaklaşım” kısa sürede bir propaganda aracı haline gelerek, kitle iletişim araçlarının yönlendirici etkisinin devlet eliyle kurulan medya organları tarafından kullanılmasına yol açmıştır. Böylece, İkinci Dünya Savaşı sonrasında “korumacı yaklaşım”ın sorgulandığı bir geçiş döneminin yaşanmasının ardından, 1960’lı yıllarda önemli bir kırılma gerçekleşmiş ve Frankfurt Okulunun eleştirel kuramına dayanan Eleştirel Medya Pedagojisi dönemine girilmiştir. Bu dönemde yaygın medya bir iktidar aracı, medya endüstrisi de kapitalist üretim ilişkilerinin bir parçası olarak işaret edilmiş; “bilinç endüstrisi” kavramı ortaya atılarak, medyada yer alan ve bireyin özgürleşmesi önünde engel oluşturan gizli mesajların kitlesel tüketim için gerekli olan düşünce ve algılama sunumlarını önceden ürettiği vurgulanmıştır (Alver, 2004: 10).

Frankurt Okulu, Frankfurt Toplumsal Araştırma Enstitüsünce gerçekleştirilen 1930’lu yıllardaki çalışmalarında Marksçı toplum kuramının izinden giderek kapitalist toplumların yörüngelerini tasvir etme uğraşına girişmiştir. Bu dönemde enstitü, girişimciliğin ve serbest pazarın karakterize ettiği 19.y.y.ın rekabetçi kapitalizm ile 20.y.y.ın örgütlü devlet kapitalizmi ve tekelci kapitalizme geçişe ilişkin analizleri ile öne çıkmıştır. Böylece enstitü, çağdaş toplumsal oluşumlarda devlet ile ekonominin iç içe geçme biçimlerini kuramsallaştırarak bir yandan demokratik devlet kapitalizmi, diğer yandan da totaliter devlet kapitalizmi biçimlerini irdelemiş; bu yolla yeni toplumsal yönetim ve denetim mekanizmalarının gelişimini ortaya koymayı amaçlamıştır. Eleştirel kuramcılar, söz konusu analizlerin ışığında, çağdaş kapitalizmin totalleştirici eğilimini ve bu doğrultuda araç edindiği tahakküm biçimlerini betimlemek için “metalaşma ve fetişleştirme” gibi Marksçı sınıflamaları kullanmışlar; kapitalizmi masum gösterme gayretinde olanların yalnızca “eğlence”yi gördükleri kitle kültüründe tahakküm”ü görmüşler, yalnızca “yenilik ve modernlik”in işaret edildiği yerde “eski baskı kurma araçları”nın izlerini sürmüşlerdir. Örneğin Adorno, görünüşte modern olan fenomenlerin aslında arkaik öğeleri bünyesinde nasıl barındırdığını ortaya koymak amacıyla müzik üzerine çalışmalar yapmış; “şef kültü” ile “müzik aletleri”ni, bireyleri ve nesneleri kutsayan fetişistik kabile kültleri olarak betimlemiştir. Frankfurt Okulu, benzer çalışmalar ile kapitalist modernliği bireyin sonunu hazırlayan bir tehdit biçiminde tanımlamış, devlet kapitalizminin bürokrasi ile el ele vererek kültür endüstrilerinin tahakkümü altındaki bilim ve teknoloji aracılığıyla bir tür davranış ve düşünce yönetimi oluşturduğunu ve bu yolla “yeni sistem”in alternatif düşünce ve davranış tarzlarından yoksun “tek boyutlu” bir toplum ürettiğini öne sürmüştür. Horkheimer ve Adorno Aydınlanmanın Diyalektiği adlı eserlerinde, toplumsal rasyonelliğin nasıl irrasyonelliğe dönüştüğünü, böylece aslında Aydınlanmanın nasıl yalana dönüştüğünü ve modernliğin karakteristiği olan “özgürlük” ve “ilerleme” tarzlarının nasıl “tahakküm”e ve “gerileme”ye dönüştüğünü ortaya koymuşlardır. Buna göre, Aydınlanma aklı kendisi ile rekabet içinde olan tüm düşünce tarzlarını ortadan kaldırarak gerçeklik ve doğruluk konusunda tek düşünce biçimi olduğunu iddia etmiş ve böylece totaliter hale gelmiştir. Böylece Weber’in de savunduğu gibi, “denetlenemeyen rasyonelleşme”, bürokratik seçkinlerin kendi iktidarlarını haklılaştırma aracına dönüşmüştür. Eleştirel kuramcılar, bu fenomenlerin ışığında çağdaş toplumsal oluşumların bir kapitalizm-teknoloji sentezi, kapitalizmin ise çağdaş toplumsal yapıyı oluşturan önemli bir üretim tarzı olduğunu savunurlar iken; sermayenin, toplumun ve tarihin oluşumunda tek belirleyici olduğunu kabul eden ekonomik bir indirgemeciliği reddetmişlerdir (Best ve Kellner, 1998: 262-266).

Frankfurt Okulunun önemli teorisyenlerinden Habermas (1994: 33) da, kapitalizmin belirleyici olduğu modern dünyanın başat özelliğini “Geçici, ele geçmeyen ve kısa olana

yüklenen yeni değer ve dinamizmin göklere çıkarılması…” biçiminde ifade etmiştir. Habermas (2001: 386)’ya göre kitle kültürü, “geniş halk kitlelerinin bilincini, açık bir takakküm uygulamadan statükonun buyrumlarına” bağlamaktadır. Devletin ve kamu bürokrasilerinin hem ekonomi alanına hem de özel alana sızma süreçlerini tartışan Habermas, kapitalist toplumda devletin ve özel şirketlerin kamusal alanın yaşamsal işlevlerini devraldıklarını ve böylece kamusal alanın bir tahakküm alanına dönüşerek yozlaşmasına neden olduklarını öne sürmüştür. Örgütlü kapitalizm döneminde devlet ekonomiyle birleşmekte, toplumsal çatışmaları dolayımlama amacı güderek bir yandan yayımcılık gibi yeni medyaların mülkiyetini ve denetimini üstlenmekte, öte yandan da eğitim gibi kamusal işlevleri kendi yükümlülük alanına dâhil etmektedir. Yanı sıra, dev şirketler kamusal alana girerek bireyleri politik ve kültürel olayların taşıyıcısı birer yurttaş olmaktan çıkarıp, politik gösteriler ile medya gösterilerinin kültür tüketicisi izleyicilere dönüştürmektedir. Bu yolla Habermas, yeni medyaların ve reklamcılık ile halkla ilişkiler gibi kültür üzerindeki ticari denetimin yükselişini özel şirketlerin kamusal alanda büyük bir güç haline gelmesi olarak betimler (Best ve Kellner, 1998: 283-284).

Frankfurt Okulu, benimsediği eleştirel yaklaşıma karşın, izleyiciyi “pasif” alıcılar konumunda tanımlayan bakış açısı nedeniyle, kendisi de eleştirinin merkezine oturmuştur. Timisi (2011: 43-44), bu durumu ve yanıt bekleyen soruları şöyle sıralamıştır:

Kitle kültürü ve Frankfurt Okulu teorisyenleri bir kültür ve sistem eleştirisi yaparken kitle iletişim araçlarını merkeze almakta ve bu araçlara güçlü, etkileyen, bu araçların izleyicisini de “pasif, tüketen” konumuna yerleştirmektedir. Ancak bu yalnızca bir karşıtlık ilişkisi olarak ele alınmamalıdır. Eleştirel teori bir toplumsal formasyon eleştirisini derin yapılardaki ideolojik dönüşüm üzerinden ele almaktadır. … İletişim araçları kültürün üreticisi olarak temel araçlar olarak konumlanmakta ve çocuklar da dâhil olmak üzere kitleleri mevcut düzene uyum içinde özneler olarak üretmektedir. Bu noktada iletişim araçlarının çocukluk, yetişkinlik, yaşlılık gibi temel insan yaşam kategorilerini nasıl tanımladığı, kadınlık ve erkeklik rollerini erkek egemen ve sınıflı bir toplumsal bağlam için nasıl yeniden ürettiği, egemen ve bağımlı arasındaki ilişkileri nasıl kurduğu, tüketim, kimlik ve aidiyet ilişkilerini nasıl tanımladığı yani kısaca bireyi kapitalist sistem içerisinde nasıl bir özne haline dönüştürdüğü temel araştırma sorularıdır.

Tüm bu eleştirilerin odağında yer alan Frankfurt Okulu yine de, modern toplumlarda devlet ile ekonominin iç içe geçme biçimlerini kuramsallaştırarak totaliter devlet kapitalizmini irdelemiş, yeni toplumsal yönetim ve denetim mekanizmalarının nasıl geliştirilebileceği sorusunu ortaya atarak eleştirel kuramcılara ışık tutması başarmıştır.