• Sonuç bulunamadı

1.3. Eleştirel Medya Pedagojisi

1.3.1. Eleştirel Medya Pedagojisinin Kaynakları

1.3.1.4. İngiliz Kültürel Çalışmaları ve Aktif İzleyici

1980’li yıllarda, günümüz “eyleme yönelik medya pedagojisi” anlayışının temellerinin atıldığı görülmektedir. Eleştirel medya pedagojisinin son aşaması olarak tanımlanabilecek “eyleme yönelik medya pedagojisi”, bireyleri medyanın olumsuz etkilerinden kurtarılması gereken “kurban”lar olarak değil, medyayı eleştirel tüketme ve medyayı düzenleme yeterliğine sahip “etkin kullanıcılar” olarak tanımlanmaktadır. Daha önce “zararlı” olarak görülen “popüler kültür”ün içerisinde çalışmayı öngören bu yeni anlayışın kaynağında, İngiliz Kültürel Çalışmaları Okuluna öncülük etmiş olan Williams’ın düşünceleri yer almaktadır. Williams, kültürün çelişen iki tanımı olarak “yüksek kültür” ve “popüler kültür” kavramlarını dönüştürerek bir arada ele almıştır. Ona göre, “kitle kültürü” kavramı seçkinler tarafından “ötekiler” için kullanılan ve “yüksek kültür” karşısında tehdit oluşturan “ayaktakımı”nı küçümseyici bir ifade olarak reddedilmelidir. Çünkü “kitle kültürü” halk için belli bir toplumsal grup tarafından geliştirilen kültür iken, “popüler kültür” halk tarafından yaratılan kültürdür. Kökenini Gramsci’nin “hegemonya” kavramından alan, ancak karşıt-hegemonik bir yaklaşım sergileyerek kültürdeki elitizme karşı duran Williams, popüler kültürü farklı toplumsal kesimlerin kendilerini ifade ettikleri bir mücadele alanı olarak görmüştür. Diğer bir söyleyişle, medyayı davranışlarımızı belirleyen toplum dışı bir otorite olmaktan çıkarmış, aksine kültürün yansıdığı zeminlerden biri olarak tanımlamıştır (Arık, 2011: 131).

Kitle üretim ve tüketiminin egemen olduğu önceki sürece karşılık küresel sermayenin farklılık ve çeşitliliğe değer verdiği 1980’lerde, Kültür Çalışmaları daha çok toplumsal kimlik konusu üzerinde yoğunlaştığı görülmektedir. Bu doğrultuda, popüler kültürün üretim safhası ve burada var olan güç unsurlarının etkileri ise daha az tartışılır hale gelmiştir. Söz konusu dönemde yapılan çalışmalar seyircinin pasif değil, aktif tüketici konumunda olduğuna vurgu yapmış ve popüler kültür yoluyla inşa edilen melez kimlikleri incelemelerin odağına yerleştirmiştir. “Kültürel popülizm” de denen bu süreçte İngiliz ekolü, özgünlük ve eleştirel yaklaşımı sadece yüksek kültüre eklemleyen ve alt kültürleri ise tamamen ideolojik bir biçimde şekillenen bir olgu olarak gören Frankfurt ekolüne karşılık, alt kültür olarak değerlendirilen medya kültürünü ciddiye almıştır. Ekol, pasif tüketici fikrine karşı çıkarak kitle kültür ürünlerini tüketen bireylerin aktif katılımından, izleyicilerin cinsiyet, ırk, din, sosyo- ekonomik statü gibi kimlikleri ile ilintili pek çok unsurun etkilerinden ve böylece popüleri oluşturmalarından söz etmiştir. Buna göre, tıpkı sporseverlerin spor hakkında analiz ve eleştiri yapmayı öğrenmeleri gibi, medya tüketicilerinin de zamanla eleştirel bir kapasite geliştirmeleri ve bu ürünlere seçici bir biçimde yaklaşmayı öğrenmeleri olasıdır. Ekolün önde gelen isimlerinden Stuart Hall ise, medya ürünlerinin kültürel anlamlar ürettiklerini ve karşılığında tüketicinin de bu anlamları deşifre (decoding) edip, gerekirse yeni anlamlar üreterek kullandığına işaret etmiştir (Küçükcan, 2011: 33-34). Hall’ın Kodlama-Kodaçımlama modeli, İngiliz Kültürel Çalışmalarının ortaya koyduğu kuramın uygulama boyutunun anlaşılması bakımından dikkate değerdir.

İletişim çalışmaları bakımından farklı eğilimlerin ortaya çıktığı 1980’li yıllar, izleyici araştırmaları kapsamında Birmingham Kültür Çalışmaları Merkezi’nin başkanlığını yapmış olan Stuart Hall’un öncü çalışması “Kodlama-Kodaçımlama” açısından önemli bir yer tutmaktadır. Hall, önceleri Ferdinard de Saussure’ün etkisi ile yapısalcı bir yaklaşımı benimsemiş; bu doğrultuda, her metnin sınırlı sayıda okunma olanağı olduğunu ve böylelikle okuyucunun ya da izleyicinin sınırlı sayıdaki anlamlar arasından bir seçim yaptığını söylemiştir. Televizyon programları karşısında izleyiciyi edilgin bir biçimde konumlandıran bu yaklaşım, etkiler yaklaşımının “yapısalcı” bir versiyonunu sunmuştur. Ancak Hall “kodlama-kodaçımlama”da, daha önceki yapısalcı konumundan vazgeçerek medya mesajlarının izleyici tarafından müzakereci bir şekilde okunabileceğini belirtmektedir. Kültürel Çalışmaların, alanyazına katmış olduğu“ okuma” ve “metin” terimleri de, izleyici ile medya içeriği arasındaki ilişkiyi üretimsel paradigma içinde tanımlamaktadır (Mutlu, 1999: 99-100).

Hall, medya çalışmalarında “kültür”ün merkezi rolüne dikkat çekmektedir. Hall’a göre kültür, “şeylere anlam yüklemenin veya şeyleri anlamlandırmanın bir yolu”dur. Bizler, her

zaman şeylere aynı anlamları yüklemesek ve bu nedenle kendimize özgü küçük birer anlam dünyası yaratsak da, hiçbir kavramın ortaklaşa kullanılmadığı ve hiçbir anlamın paylaşılmadığı bir düzende sosyal dünyanın yaratılmasının olası olmadığının ayırdında olduğumuz görülmektedir. Bu nedenle kültür, aslında anlam haritaları içeren bir yapı olarak karşımıza çıkmaktadır. Anlam haritaları, biz onu anlamlandırana kadar belirsizliğini koruyan “yaşayan” dünyanın anlam kazanarak netleşmesini sağlamaktadır. Diğer bir söyleyişle “anlam”, bir kültürü veya toplumu oluşturan gruplar veya üyeler tarafından paylaşılan anlam haritaları aracığıyla üretilmektedir. İçine doğduğumuz toplumun değer ve kavramları, bizlerin dünyayı anlama ve anlamlandırma süreçlerimizi belirlemektedir. Bu, “kültür”ün, Kültürel Çalışmaların merkezinde olmasının da temel nedenidir. Hall, anlam haritalarının oluşturulmasında, insanoğlunun biyolojik ve genetik olarak sahip olduğu “sınıflandırma” yeteneğini kullandığını ileri sürmektedir. Bu yetenek sayesinde insan, aynı sınıfta olan ve olmayan varlıkları birbirinden ayırabilmektedir. Örneğin sandalye ve tabure, her ikisi de üzerine oturmak için kullanıldığından aynı kategoride yer alırken; masa, üzerine oturmak yerine bir şeyler koymak için kullanıldığından farklı bir kategoride yer almaktadır. İnsanoğlu, sözü geçen sınıflandırmayı insan olma vasfı nedeniyle doğal olarak ve kendiliğinden yapabilmektedir. Ancak sınıflandırma, genetik bir yetenek olmakla birlikte; sınıflandırılan şeylerin anlamlandırılması, tamamen kültürel bir sürece işaret etmektedir. Kültürlenmiş bir varlık olarak insanoğlu, aynı kültürü paylaştığı bireyler ile ortaklaşa kullandığı anlam haritalarını o kültürün ürettiği anlamlar çerçevesinde öğrenmekte; şeylere atfettiği anlamları bu yolla atfetmektedir (Hall, 1997: 9-10). Hall, bu bağlamda ortaya koyduğu kodlama- kodaçımlama modeli ile izlerkitlenin, izledikleri programları nasıl anlamlandırdıkları ve gündelik yaşamlarında toplumsal anlam üretimi bakımından nasıl farklılaştıkları gibi sorulara yanıt aramıştır.

Hall’a göre anlamlı hiçbir şey, söylem dışında var olamaz. Örneğin, yuvarlak ve deriden yapılmış bir nesne olarak futbol topu, yalnız başına bir anlama sahip değildir. Bu nesne, ancak belli kurallar çerçevesinde oynanan oyunun bir parçası olduğunda anam kazanır ve onunla oynayabilmenin tek yolu, onu da kapsayan bir oyun dili üretmekten geçer. Yine de, ona yüklenen anlamlar ve anlamların önem sırası kişiden kişiye değişebilir. İdeoloji, bu noktada işlevsellik kazanır. İdeolojinin görevi, anlamlandırma sürecindeki farklılıkları ortadan kaldırarak anlamları sabitlemektir (Hall, 1997: 12-19). Bu bağlamda popüler kültürün gelişimini ve devlet ile popüler kültür arasındaki ilişkileri inceleyen Hall, boş zaman geçirme alışkanlıklarının içsel evriminin, egemen kültür ile popüler kültür arasındaki ilişkilerde yaşanan görece denge ve dönüşüm anları açısından ele alınmasının gereğini vurgulamaktadır. Egemen kültürü devlet kavramı ile bağdaştıran Hall’a göre devlet, bir yandan toplumdan

çıktığı için toplumun olmakla birlikte, diğer yandan yaptığı işleri egemenlik kurduğu topluma yansıttığı için toplumun üzerindedir. Büyük ölçüde ortalıkta görünmeyen, ancak oyunun finansmanında, yönetiminde ve başkanlığında olan egemen sınıfların elinde güçlü ve berbat bir makineye dönüşen hukukun uygulanışı, egemen sınıfların büyük toplumsal gücünün bir resmini sunmaktadır. Bu resmin önemli bir diğer parçası ise, “okuyucu kitle”yi ilk kez pazar haline getiren kültür endüstrisinin enstrümanı medyadır. Orta sınıfların toplumun önde gelen sınıfları haline getirilmesi, serbest pazarın ticari örgütlenmesinin öncüsü olarak yaratılması ve “özgür” bir basının Dördüncü Güç olarak gelişmesi kahramanlık öyküleri olarak sunulurken; siyasi güç, devlet aracılığıyla bir eliyle basını frenlemeye, diğer eliyle de tek tek bireyler aracılığıyla nüfuzlu konumlar satın almaya yönelmektedir. Bu süreçte, aslında yeni bir kültür modeli ve yeni bir dizi sınıf-kültür ilişkisi olarak “özgürlük” kavramının baskın gelmesi, artık tiranlıktan veya siyasal otoriteden uzak olmaktan çok fikirlerin serbest rekabet, pazar yasaları, mülkiyet ve karlılık tarafından denetlenmeye başlandığını göstermektedir. Kısaca, basının pazar denetimine geçmesiyle yeni bir kültürel kurum haline gelen “özgür ticari basın”, yeni bir dizi sınıf-kültür ilişkisini de kurumsallaştırmakta; popüler sınıfların böylece ekonomik olarak asli, ancak kültürel ve ideolojik olarak bağımlı ve ast konumda bir unsura dönüşmektedir. Anlatılan formül, egemen sınıfların üstünlüğünü kabullenmiş ve ona eklemlenmiş bir yapıyı içermektedir (Hall, 1999: 99-118).

Toplumdaki kültürler ve sınıflar arasındaki ilişkileri irdeleyen Hall’un düşünceleri, bu ilişkilerin dönemsel değişiklikler ve tarihsel dönüşümler ile şekillendiğine işaret etmesi yanında, belirli tarihsel dönemlerde hegemonyanın belirli bir toplumsal blokun kültürel, ahlaki ve siyasi liderliğine zemin hazırladığını göstermesi bakımından da önemlidir. Ona göre, her şeye karşın Gramsci’nin genişletilmiş devlet görüşünün ana noktası olan hegemonyanın genel eğilimi, kitle demokrasilerinde devletin kültürel rolünün artışına giderek daha fazla dayanak oluşturmaktadır. Bu nedenle Hall, mesajlarının izleyici tarafından müzakereci bir şekilde okunabileceğini belirtirken, kültürün hegemonik yanını ve medyanın süreçteki araçsallığını reddetmemektedir.