• Sonuç bulunamadı

Post-Davranışsalcılık mı Postdavranışsalcılık mı? Yeniden Hauntology ve The Truth

Yaklaşık bir asırlık bir geçmişe sahip Uluslararası İlişkiler disiplininde, disiplinin tarihine dair yapılan çalışmalarda farklı tarihsel ayrımlar474 ile karşılaşıldığı ancak bunlardan en yaygın kabul göreninin üç büyük tartışma sıralaması olduğu ifade edilmişti.475 İlk büyük tartışma olan İdealizm Realizm tartışmasının ardından gelen Gelenekselcilik Davranışsalcılık tartışması, Kuhnian anlamda yeni bir paradigmanın dominant olmasını sağlamıştır. Fakat 1970’li yıllar ile birlikte Uluslararası İlişkiler’e yönelik ilginin giderek artması, uzmanlaşmanın yaygınlaşması ve pratik gelişmelerin de katkısı ile yeni yaklaşımlar ileri sürülmüş ve dominant paradigma olan Davranışsalcılığın tahtı sarsılmıştır. Ampirizmin doğal sınırlarına ulaştığı, pozitif sosyal bilim denemesinin tam olarak gerçekleştirilemediği,476 Realizm’in son nefesini vermediği sadece yer altına inip akademiyayı oradan yönlendirdiği giderek daha çok vurgulanmaya başladı.477 Davranışsalcılık, bir çoklarına göre misyonunu tamamlamış, kimilerine göre ise aniden ortadan kaybolmuş ve hayalete dönüşmüştü.

Davranışsalcılığın 1970’li yıllardaki seyrine bakıldığında, nerede durduğunuza göre iki tespitte doğrudur. Davranışsalcılığı metodolojik devrim olarak okuyanlar için, Davranışsalcılar istediklerini yapmışlar, disiplinde metodolojik devrimi gerçekleştirmişlerdi ve bu anlamda da misyonunu tamamladığı için etkisini yitirmeye başlaması son derece normaldi. Hayalete dönüştüğünü ileri sürenler ise; 1950-1970 arası dönemde disiplinin her konu başlığı altında çalışmalarda bulunanların, bir anda önderliğini yaptıkları paradigmayı ötelemeye başlaması ile Davranışsalcılık, geçmişini yok sayanların ve itirafların kurbanı haline dönüşmüştür. Siyaset Bilimi’nde Davranışsalcı paradigmanın tespitleri için bakınız, William T. Tow, “Apocalypse Forever? International Relations Implications of 11 September”, Australian Journal of Politics and History, (Vol: 49, No: 3, 2003), ss. 314.

474 Disiplinin tarihine bakarak Machiavelli’den beri gelen üç gelenek olduğu da başta Martin Wight olmak üzere yine bir çok çevre tarafından kabul edilmektedir. Wight üç R formülü olarak adlandırılan analizinde Realizm (Realism), Rasyonalizm (Rationalism) ve son olarak da Devrimcilik (Revolutionism) geleneği olduğunu, sırasıyla Machiavelli, Grotius ve Kant ile özdeşleştirmiş ve alternatif bir bakış açısı getirmiştir. Wight’ın çok ses getiren bu çalışması için bakınız, Martin Wight, International Theory: The Three Traditions, (Leicester: Leicester University Press, 1991), ss. 7-8.

475 Uluslararası İlişkiler disiplini içerisinde temel olarak üç büyük tartışmanın olduğu oldukça yaygın bir şekilde kabul görür. Ancak literatürde disiplinin tarihi boyunca üç değil dört büyük tartışmaya şahitlik ettiği yolunda argümanlarda vardır. Fred Halliday’a göre; üçüncü tartışma postmodernizm-pozivitizm değil, yapısalcılık-Marxism tartışmasıdır. Daha geniş bilgi için bakınız, Fred Halliday, Rethinking International Relations, (Hamsphire, Macmillan Press, 1994), s. 37.

476 Frank Fischer, “Beyond Empiricism: Policy Inquiry in Postpositivist Perspective”, Policy Studies Journal, (Vol: 26, No: 1, 1998), s. 129.

en ateşli savunucusu olan478 David Easton’ın, Davranışsalcılığın en zirvede olduğu dönemde yaptığı itiraf bu durumu gayet iyi özetliyordu. Easton, “yeniden düşünmeli ve alternatifleri göz önünde bulundurmalıyız” diyerek yeni bir dönemin doğuşunu müjdeliyordu.479 Easton, geleneksel Davranışsalcılığın ampirik bir muhafazakarlığı içselleştirmesi ve Davranışsalcıların gerçekle bağlantısını yitirmeye başlaması ile birlikte yeni bir döneme adım atıldığını ifade ediyordu. Bu dönem, Easton’a göre Postdavranışsalcı bir dönem olacaktı.480 Ama olmadı.

Bir çok kişi tarafından modern doğa bilimlerinin teorik çocuğu olarak nitelendirilen Davranışsalcılık 1960’ların sonundan başlayarak, öncülerinin ilgi alanlarını değiştirmesi, geleneksel çalışma tekniklerini kullanmaya başlaması ve ‘paradigmatik devrimi’ ihmal etmeleri ile yetim kalıyordu. Yine de bağlarını koparmayan akademiyanın bazı mensupları, Postdavranışsalcılığın tutunabileceğini iddia ediyorlardı. Zira 1970’li yıllarından başından itibaren disiplinde ‘işler karışmış’ eskinin Davranışsalcıları çalışmalarında tarihsel gelişme ve değer yüklü teoriye ağırlık verirken, paradoksal olarak Gelenekselciler de, çalışmalarında ampirik unsurlara yer vermeye başlamışlardı.481 Orta yol bulunabilir, arafta kalmadan482 disiplin yeni bir yöne doğru kanalize edilebilirdi. Zaten Postdavranışsalcılar - özellikle Siyaset Bilimi’nde- bilimsel siyaset çalışmalarını reddetmemişler sadece Davranışsalcıları metodolojiye çok ağırlık verdikleri ve Amerikan muhafazakarlığını (yani bir anlamda statükoyu) pekiştirdiği için eleştirmişlerdir. Bir ployglot çözüm bulunabilir, Gelenekselciler ve Davranışsalcılar aynı platformda buluşabilirler ve bu buluşmanın adına da Postdavranışsalcılık denilebilirdi.483 Postdavranışsalcılar, geleneksel Uluslararası

478 Easton 1957 yılında yazdığı makalede Davranışsalcılık için aynen “a tremendous transformation” ifadesini kullanılıyordu. David Easton, “Traditional and Behavioral Research in American Political Science”, Administrative Science Quarterly, (Vol: 2, No: 1, 1957), s. 110.

479 Thomas S. Engeman, “Behavioralism, Postbehavioralism and the Reemergence of the Political Philosophy”, Perspectives on Political Science, (Vol: 24, No: 4, 1995), s. 214.

480 David Easton, “The New Revolution in Political Science”, The American Political Science Review, (Vol: 63, No: 4, 1969), ss. 1051-1061. Bu konuda benzer bir değerlendirme ve Davranışsalcı dönem ve Post- Davranışsalcı dönem arasındaki karşılaştırma için bakınız, Kendall L. Baker, et al., “A Note on Behavioralists and Post-Behavioralists in Contemporary Political Science”, Political Science and Politics, (Vol: 5, No: 3, 1972), ss. 271-273.

481 Norman D. Palmer, “The Study of International Relations in the United States: Perspectives of Half A Century”, International Studies Quarterly, (Vol: 24, No: 3, 1980), s. 354.

482 Başka bir disiplin daha yoktur ki Uluslararası İlişkiler akademiyasının arafta kaldığı kadar arafta kalsın, İdealizm-Realizm, Gelenekselcilik-Davranışsalcılık ve son olarak da Pozitivizm ile post-pozitivizm arasında bir yerde durmayı ve post pozitivist kullanımı pek de hoş karşılamayan pragmatist görüşler için bakınız, Helena Rytövuori Apunen, “Forget Post-Positivist IR: The Legacy of IR Theory as the Locus for a Pragmatist Turn”, Cooperation and Conflict, (Vol: 40, No: 2, 2005), ss. 147-177.

483 Herbert G. Reid, Ernest Yanarella, “Political Science and the Post-Modern Critique of Scientism and Domination”, Review of Politics, (Vol: 37, No: 3, 1975), s. 288.

İlişkiler mantığı ile yeni doğan bilimselci formasyonun her ikisinin de kullanılabileceğini ileri sürdüler.484 Ancak bu da olmadı.

Bu dönemden itibaren Postdavranışsalcılık, Post-Davranışsalcılık şeklinde okunmaya başladı. Post ön eki, iki farklı kullanıma sahiptir, ilkinde sadece birebir sözcük anlamı olan sonrasını nitelemek adına kullanılırken, diğerinde ise bu ön ek, nitelediği şeyin eksik yanlarını vurgulayan yeni bir dönemi, eleştirel bir bakış açısını yansıtır. Bu anlamda, Postdavranışsalcılık yeni bir akıma refere ederken, Post-Davranışsalcılık sadece Davranışsalcılık sonrası disiplinin genel görünümünü anlatır (post eki bu dönemin ne olduğundan ziyade ne olmadığını tanımlıyordu). Postdavranışsalcılık, bilinçli okuma farklılığından kaynaklanan nedenler yüzünden disiplinde neredeyse hiç yankı uyandırmadı. Bu konuda neredeyse hiçbir çalışma yayınlanmadı. Hayalet, hiç kimseyi rahatsız etmiyor, hayalet avcılarına gereksinim duyulmuyordu. Hauntologlar, bu konuya asla eğilmiyorlar çünkü ortada bir hayaletin varlığından bile söz edilmiyordu.485

Davranışsalcılığın doğuşunda, gelişiminde, dominant paradigma oluşunda oldukça etkin rol oynayan bir çok isim, 1970’lerin başında artık metodolojiye dair konular ile ilgili moratoryum ilan etmenin ve disiplinin ‘ihmal edilmiş’ temel konuları ve uluslararası politikanın gerçeklikleri üzerinde durmanın zamanının geldiği konusunda söz birliği yapıyorlardı.486 Çünkü 1970’li yılların hemen başında John Rawls ve Q. Skinner’in çalışmaları ile ‘ihmal edilmiş teori’ geri dönüş yaptı.487 Bu durum akademiyayı derinden etkiledi. Örneğin Siyaset Bilimi’nde Davranışsalcı paradigmanın yerleşmesinde çok etkili olan ve 1950’lerin sonunda metodolojiye dair konuların çok ihmal edildiğini sıklıkla vurgulayan H. Eulau bile, 1970’lerin hemen başında patolojik denilecek düzeyde metodolojik konuların abartıldığını kabul ediyordu.488 İçeriden gelen bu hava değişimi, 1980’li yılların başından itibaren pozitivizm yetersizliği üzerinde vurgu yapan Postpozitivistler’in dışardan dayatması ile birleşiyor ve Postdavranışsalcılık doğmadan

484 Frederic S. Pearson, J. Martin Rochester, International Relations: The Global Condition in the Twenty-

First Century, (New York: McGraw Hill, 1997), ss. 26-27. Dougherty, Pfaltzgraff, Contending …, s. 552.

485 Hauntology konusundaki analojik kullanımda esin kaynağı olan biri yabancı diğeri Türkçe literatürdeki iki özgün çalışma için bakınız, Jacques Derrida, Specters of Marx: The State of Debt, the Work of Mourning and the New International, (New York: Routledge, 1994). Şaban Çalış, Hayalet Bilimi ve Hayali Kimlikler: Neo- Osmanlılık, Özal ve Balkanlar, (Konya: Çizgi Kitabevi, 2005).

486 Donald J. Puchala, Stuart I. Fagan, “International Politics in the 1970s: The Search for Perspective”,

International Organization, (Vol: 28, No: 2, 1974), s. 247.

487 Rogers M. Smith, “Still Blowing in the Wind: The American Quest for A Democratic, Scientific Political Science”, Daedalus, (Vol: 126, No: 1, 1997), s. 262.

488 Heinz Eulau, “Introduction: Drift of A Discipline”, The American Behavioral Scientist, (Vol: 21, No: 1, 1977), s. 6.

ölüyordu.489 Post-ampristler (Postpozitivistler olarak da okunabilir), doğa bilimleri mantığı ile çalışan bir çok pseudo-teorinin sosyal dünyayı anlamak adına yetersiz olduğunu haykırmaya başladılar. Bağımsız bir gerçeklik ve tarafsız dataların olmadığını ancak Davranışsalcıların bu mitleri inşa ettiğini, etmese bile inşasına hizmet ettiğini ileri sürüyorlardı. Post-ampristler, the truth is out there sloganının anlamını yitirdiğini, gerçeğin inşa edildiğini ve inter-sübjektif olduğunu da ekliyorlardı.490 Davranışsalcıların genel anlamda ise tüm Pozitivist yaklaşımların iki birim arasındaki etkileşimi keşfedebileceğini, onunla ilgili veriler toplayabileceğini ama aradaki etkileşimin neden doğduğunu açıklayamadığını ileri süren Postpozitivistler,491 disiplindeki Davranışsalcı temayülün iyice törpülenmesini sağladılar.

Sonuç olarak 1970’li yılların hem başından itibaren Uluslararası İlişkiler disiplininde Postdavranışsalcılık hiç tartışılmamış, bu konuda sadece kısa bir süre Siyaset Bilimi içinde hararetli bir tartışma yaşanmıştır. C. G. Hempel ve K. Popper çizgisindeki Davranışsalcılar ile T. Kuhn’dan etkilenen Postdavranışsalcılar,492 saman alevi etkisi yaratan bir tartışmanın içine girmişler, ‘bilimin tarafsızlığı’ üzerinden tartışmayı sürdürmeye çalışmışlardır.493 Ancak Davranışsalcılık, Postdavranışsalcılık (ya da Post- Davranışsalcılık) tartışması, sosyal bilimlerin tümünü saran bir başka tartışmanın öncülü olmuştur. Uluslararası İlişkiler disiplinin gelmiş geçmiş en büyük tartışması olan ve herkesi ve her şeyi iki ayıran Pozitivizm-Postpozitivizm tartışması, disiplinin içinde bulunduğumuz dönemde nasıl bir seyir alacağını resmetmeye çalışıyor. Ancak bu resim o denli kompleks ve kapsayıcıdır ki, bu çalışmanın sınırlarını aşmaktadır.

489 John J. Weltman, “On the Interpretation of International Thought”, Review of Politics, (Vol: 44, No: 1, 1982), s. 27.

490 John A. Vasquez, “The Post-Pozitivist Debate: Reconstructing Scientific Enquiry and International Relations Theory After Enlightment’s Fall”, International Relations Theory Today, (ed), Steve Smith, Ken Booth, (Cambridge: Polity Press, 1994), ss. 225-226.

491 Ann Chih Lin, “Bridging Positivist and Interpretivist Approaches to Qualitative Methods”, Policy Studies

Journal, (Vol: 26, No: 1, 1998), s. 167.

492 Kuhn ve Popper’in Davranışsalcılar ve Postdavranışsalcılar için ifade ettiği anlama dair çok çarpıcı bir çalışma için bakınız, David Ricci, “Reading Thomas Kuhn in the Post-Behavioral Era”, Western Political Quarterly, (Vol: 30, No: 1, 1977), ss. 7-35. Ayrıca bakınız, Eugene F. Miller, “Positivism, Historicism, and Political Inquiry”, American Political Science Review, (Vol: 66, No: 3, 1972), ss. 796-817.

493 Michael E. Kirn, “Behavioralism, Post-Behavioralism and the Philosophy of Science: Two Houses, One Plague”, Review of Politics, (Vol: 39, No: 1, 1977), ss. 84-88.

SONUÇ

Sosyal bilimlerin en genç disiplinlerinden biri olan Uluslararası İlişkiler kapsamındaki çalışmalar, XX. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren hız kazanmış ve zamanla bu alan en popüler çalışma sahalarından biri haline bürünmüştür. Bu büyümenin sac ayaklarından biri şüphesiz ki disiplinin bünyesinde barındırdığı teorik tartışmalardır. Bu tartışmalar disiplinin terminolojisini yerleştirmek, sınırlarını çizmek ve hatta disiplinin otonomisini ilan etmek gibi asli unsurları temin etmenin dışında hem uluslararası ilişkiler öğrencilerine hem de politika yapıcılara rehberlik etmiştir. Teoriyi ötelemek, ihmal etmek; pratiği sakat bırakmak demektir. Teorik tartışmalardan yoksun bir disiplin yok hükmündedir. Uluslararası ilişkiler disiplini bu anlamda zengin bir altyapıya sahiptir. İdealizm-Realizm tartışması ile çıkılan yolda bugün çok farklı noktalara ulaşılmış, disiplin kendi sınırlarını zorlamaya başlamıştır. Disiplinin bu yolculuğunda genellikle üzerinde durulmamış, yeterince tartışılmamış duraklarından biri de ikinci büyük tartışma olarak da anılan Gelenekselcilik-Davranışsalcılık tartışmasıdır. İlk adımda bir yöntem tartışması olarak tanıtılan ya da so-called bir bilimsel devrim yapmak isteyenlerle, uluslararası ilişkilerin geleneğine sadıklar arasındaki fikir ayrılığı yaftasına maruz bırakılmış bu tartışma özünde disiplin için çok daha fazla anlam taşır.

Bu tezin en temel ereği de arada kalmış, satır aralarına sıkışmış ya da bilinçsizce görmezden gelinmiş bu anlamları keşfetmekti. İçinde bulunduğumuz dönemden bakarak, bu keşfin disiplinin tarihini eşelemekten öteye geçemediği düşünülebilir. Böylesi bir düşünce ikinci büyük tartışmanın, sadece belirli bir dönem (1950-1970) disiplini etkilediği, daha sonra ise gözden düştüğü şeklindeki eleştirileri haklı çıkarmaya hizmet eder. Ancak özellikle II. Dünya Savaşı sonrasından başlayarak, günümüze kadar uzanan yolda ikinci büyük tartışmanın bıraktığı mirasa göz atmak, bu tartışmanın ne kadar önemli olduğunu gösterecektir.

Disiplinin tarihini İdealizm’den başlayarak kaleme almak, hem daha doğru bir tercih olduğu için hem de ihmal edilmiş İdealizm’in gerçek önemini yansıttığı için gayet mantıklı bir başlangıç noktasıydı. İdealizm, Carr’ın tüm çabalarına ve Realizm’in ironik unsurlar ile motiflenmiş eleştirilerine karşılık, disiplinin emekleme sürecinde hayati bir rol oynamıştır. Bir teorik açılımdan ziyade wishful thinkinge benzetilen, ütopya ile eş tutulan İdealizm, sadece savaş sonrası benzer felaketleri yaşamak istemeyenlerin bakış açısı olarak görülemez. İnsandan uluslararası topluma, ticaretten uluslararası bilince, ahlaktan

uluslararası örgütlenmeye kadar geniş bir yelpazede uluslararası ilişkileri ele alan İdealistler, Aydınlanmanın çocukları sıfatları ile bize hala ışık tutmaya devam ediyorlar. Realizmin soğuk yüzünden, ‘gerçekçi’ duruşundan sıyrılarak barışın, işbirliğinin çok da uzak olmadığını hala İdealist hislerimiz ve normatif bakışlarımızla duyumsama ihtimalini paylaşıyoruz. Bu anlamda sert, somurtkan ve bir o kadar da dışarsayıcı strateji ve jeopolitik çalışmaları nitelemesi yerine saha analizi ve barış çalışmaları başlıklarını öneriyoruz. Amacımız uluslararası ilişkilerde gülümseyen bir yüz yaratmak değil, disiplindeki alternatif bakış açılarını çoğullaştırmak ve disiplini Realist prangalardan biraz da olsun kurtarmaktan ibarettir. I. Dünya Savaşı sonrası esen bu İdealist havanın -her ne kadar bir çokları içine sindiremese de- özellikle Türkçe literatürde hiç değinilmese de hala disiplini etkilediğini görüyoruz. Geleneksel Uluslararası İlişkiler teorilerinin ilki olan İdealizm’i yeniden düşünmeli, aslında öz olarak çok büyük bir derinliğe sahip olan bu teoriyi Wilson’un on dört prensibi ile özdeşleştirmekten vazgeçmeliyiz. Biraz Stoacılara, bir o kadar Grotius’a ve elbette ki Kant’a yeniden bakmalı, Thucydides ve Hobbes’un kaleminden dökülenler ile Uluslararası İlişkileri okumaktan vazgeçmeliyiz.

Ancak bunun ne kadar zor olduğunu da biliyoruz. Çünkü disiplinin bir asırlık tarihinde başka bir teorik açılım daha yoktur ki Realizm kadar etki uyandırsın. Bugünün Post pozitivistleri, sayıları sınırlı olan İdealistleri, 1960’lı yılların Davranışsalcıları ve daha bir çokları Realizm’in tahtını sallamaya çalışıyorlar. Daha kat edilmesi gereken çok yol var. Realizm aslında öz olarak derin bir felsefik açılıma (geçmişe değil) sahip olmamasına rağmen neden bu kadar ilgi görüyor, temel referans kaynağı olarak kullanılıyor? Bu paradoksu çözmek, anlamak gerçekten zor bir iş. Özellikle 1990 sonrası dönemde Uluslararası İlişkiler’in yeni teorileri bu paradoksu, Realistlerin ürettiği ve bizim içselleştirdiğimiz mitleri, epistemolojik varsayımları, belirli bir gruba hizmet eden somut gerçeklikleri dekonstrüktive etmeye çalışıyor. Hala gözle görülür bir ilerlemeye şahitlik etmekten çok uzağız. Peleponezya Savaşları Tarihi’ni, Arthasatra’yı, Prensi, Leviathan’ı kütüphanemizin nadide parçası olarak görmeye devam ettiğimiz sürece daha çok uzakta kalacağımızda aşikar. Tüm bu eleştirilerimize rağmen Realizm, disiplinin ulvi politikalarını belirlemesi, akademiyanın en azından bazı konularda (anarşi, güç, güvenlik, çatışma gibi) ortak bir terminoloji geliştirmesi, bir ölçüde gerçekliği resmetmesi, politika yapıcılara rehberlik etmesi, güçlü bir tarihsel analiz mantığı olması ve tabi ki karşıtlar üreterek teorik tartışmalara katkıda bulunması anlamında Uluslararası İlişkiler’in en güçlü paradigmasıdır.

İdealizm ve Realizm’in -karşıtlıkları bir kenara bırakılacak olursa- bir çok noktada benzerlikler taşıdıklarını görebiliriz. Tümevarımcı bir mantık kullanmaları, sürekli ulus- devlet odaklı analiz yapmaları, diplomasi tarihi ve hukuk çalışmalarına çok sık başvurmaları, iç ve dış politikanın keskin sınırlar ile ayrıldığını içselleştirmiş olmaları bu benzerliklere verilecek en iyi örneklerdir. Zaten bu benzerlikler yüzünden, İdealistler ve Realistler II. Dünya Savaşı sonrası dönemde aynı safta yer almışlardır. Aslında bu saflaşma biraz zorunlu bir saflaşmaydı. Disiplinin yeni kuşak ve Amerikalı mensupları, ‘imkansızı başarıyor’ ve İdealistleri ve Realistleri kullanmış oldukları yöntemler bakımından aynı kefeye koyuyorlardı. Bu kefenin adına da Gelenekselciler diyorlardı. Artık disiplinde yeni bir tartışmanın çanları çalıyor ve akademiya bu çağrıya farklı ritüeller ile eşlik etmeye çalışıyordu. Kuhn’un işaret ettiği üzere olağan dönemden, olağan dışı döneme sancılı bir geçişe şahitlik ediyordu disiplin.

Davranışsalcılık-Gelenekselcilik tartışması, Uluslararası İlişkiler disiplininde yeni bir dönemi sembolize eder. Bu tartışma Hollis ve Smith’in tabiri ile içeridekiler (insiders) ve dışarıdakilerin (outsiders) anlamak ve açıklamak eylemleri üzerinden bölünmelerinin de kod adıdır aynı zamanda. Gelenekselciler içeridekiler, Davranışsalcılar ise doğa biliminden gelenleri, doğa biliminden etkilenenleri ve doğa bilimi yöntemleri ile dışarıdakiler konumundaydı. Ancak bu tez, dışarıdakileri hariçte kalanlar olarak gösteren bu ya da benzeri mantığı ters yüz etmek gibi bir başka misyona sahiptir. Gelenekselcilik- Davranışsalcılık tartışmasını sonuçlandırmadan önce, bu tartışmayı daha iyi anlamak adına Davranışsalcılığı yönelik önyargılardan arınmak gerekiyor. Davranışsalcılığın en büyük sıkıntılarından biri bu sorun ile birebir ilgilidir. Çalışma boyunca da, ikinci büyük tartışmanın taraflarından Davranışsalcılığa, Gelenekselciliğe oranla çok daha geniş bir alanın ayrılmış olmasının gerekçesi de burada yatmaktadır.

Davranışsalcılık, daha öncede defalarca vurgulandığı üzere sadece Uluslararası İlişkiler disiplinine özgün bir teorik açılım değildir. Sosyal bilimlerin neredeyse her alt başlığında farklı şiddetlerde görülen, değişik düzeylerde anlam ifade eden bir yaklaşımdır. İlk olarak XIX. yüzyılın sonlarından itibaren Psikoloji disiplininde yürütülen çalışmaların bir uzantısı olarak Davranışsalcılık, zamanla etki alanını artırmış ve Antropoloji’den Siyaset Bilimi’ne ve hatta Coğrafya’ya kadar geniş bir alanda anlam ifade etmiştir. Davranışsalcılığın bu disiplinlere kazandırdığı en önemli açılım, adı geçen disiplinlerin otonomisini ilan etmeye yardımcı olmasıdır. Benzer bir değişim Uluslararası İlişkiler disiplininde de yaşanmıştır. I. Dünya Savaşı sonrasında epistemolojik ve ontolojik olarak

Tarih, Hukuk ve Siyaset Bilimi’nden ayrılarak bağımsızlığını ilan eden disiplinin ne derece bağımsız olduğunu tartışmaya açan Davranışsalcılar, disiplinin sadece özerk olabildiği, tam bağımsız olamadığı sonucuna ulaşmışlardır. Biraz Amerikan bakışını yansıtmakla birlikte Davranışsalcıların, disiplinin duruşuna yönelik olarak yaptıkları bu değerlendirme çok da haksız sayılmaz. Zira iki savaş arası dönemin çalışmalarına, akademiyanın genel formasyonuna bakıldığında disiplinin başta terminoloji ve araştırma yöntemleri olmak üzere bir çok noktadaki yetersizliği ortadaydı.

Davranışsalcılar, disiplinin geneline hakim bu yetersizlikler üzerinden hareket ederek, kendi tarzlarını yaratmaya başladılar. Savaşın bir ürünü olarak sınırlarını netleştiren Uluslararası İlişkiler, bir başka savaşın ardından yine benzer kaygılar ile yeni bir forma bürünüyor ve bu formda her hali ile Davranışsalcıların imzası bulunuyordu. Davranışsalcılar, pratik gelişmelerin ardında kalarak, yeni dönemi algılamak konusunda