• Sonuç bulunamadı

Philippe, aşk anlayışında ünlü yazar Stendhal’ın Kırmızı ve Siyah eserinde yarattığı Julien Sorel’e benzer. Stendhal “kristalleştirme”yi tanımlayan ve sürekli olarak yaşayan ve karakterlerinde yazan yazar,her zaman aşkın bu ilk halini: sevgilen kişinin tanınmadan ona onda olmayan vasıfların yüklendiği, onu adeta bir tanrıça olarak gördüğü ilk evreyi yaşamak istemiştir. Philippe’te benzer bir şekilde her zaman bu hali aramış ve aşkın ilk hali söndüğünde karşısındaki dişiden sıkılmıştır.

İlk eşi Odile’de bu durumun olmaması Odile’in her zaman Philippe’in kristalleştirme sürecinde aradığı gizemi koruyabilmiş olmasıdır. “Janet’de somutlaşan rasyonel düşünce aşkı bertaraf edilmesi gereken bir hastalık olarak görürken Stendhal bu hastalığı yaşamının en heyecan verici olayı olarak mutlak anlamda arzu etmektedir.

Kuru bir dal olduğunu bildiği kristal nesnenin ışıltısına kendisini bırakmaktadır”

(Yakupoğlu, 2004: 15).

Philippe de, Stehdhal gibi aşkı bitmemesi gereken bir tutku olarak algılar.

“Onda en kusursuz biçimde gerçek olan yaratığın aşık yaratık olduğunu anlıyordum”

der, İsabelle (Maurois, 2010: 132). Lakin, Philippe’in aşkı her zaman ilk evrede kalan yani sevdalanma olarak kalan aşktır. Bu evre bittiğinde, yeniden bu etkiyi yaşamayı arzulayarak aşk nesnesi arar. İklimler’in, Philippe’in ağzından yazılmış ilk satırlarında, Philippe’in tutku ihityacını görebiliriz:

Birdenbire gidişim sizi şaşırtmış olmalı. Özür dilerim, ama pişman değilim.

Birkaç gündür içimde Tristan’ın yüce alevleri gibi yükselen şu iç müziğin kasırgasını siz de işitir misiniz, bilmem. Ah! daha iki gün önce ormanda, beni ak giysinize doğru atan fırtınaya kendimi kapıp koyvermeyi öyle isterdim ki!

Ama aşktan korkuyorum, İsabelle, bir de kendimden korkuyorum (Maurois, 2010: 9).

Philippe’in, İsabelle’i tanımadan öncekini dönemini anlatma üzere yazdığı mektubun bu ilk satırları ve kullandığı benzetme, aşkı ve aşkı arayışı hakkında okuyucuya bir ipucu verir. Aşktan korkuyordur, ancak aşkın ona hissettirdiği acı onu her zaman hayata bağlı tutan etkendir. “Tristan’ın yüce alevleri gibi yükselen şu iç müziğin kasırgası” benzetmesi, içinde yükselen tutku ve duygu yoğunluğunu anlatan bir metafordur. Bir sonraki cümlesinde ise “beni ak giysinize doğru atan fırtınaya”

der, burada da Isolde’ye bir benzetme yapmaktadır. “Tristan sadece “en kuvvetli”, İsolde’de “en beyaz ve en güzel”dir. Sonuç olarak, ne Tristan’ın gerçek İsolde’yi, ne de İsolde’nin gerçek Tristan’ı sevmediğini söylersek haklı oluruz. Onlar, daha çok duydukları sevgi hissini-yüreklerindeki o yakıcı duyguyu-sevmektedirler ve başka her şey, o ateşi beslemek için bir bahanedir” (Krish,1996:82).

Tristan ve İsolde, aşk hissini yaşamayı sever. Karşısındakini değil, onun hissettirdiği duygu ve his yoğunluğunu sever. Philippe’te aynı Tristan gibi İsolde’ye aşkı, İsolde’nin kendisi değil, onun hissettirdiği duygudur. Philippe’in bu benzetmeyi kullanarak, karşıdakine yüklediği anlamı ve tutkuyu sevmeyi aşk olarak gördüğü anlaşılır: “Tutku gibi romantiklik de sevgiyi hissetmenin bir yoludur, sevmekten çok sevmeyi sevmektir. Demek ki o da tutku gibi kendini sevmedir ve karşısındakinin gerçek varlığına değil, hayaline yönelir” (Krich, 1996: 83).

“Tutkudan söz ettiğimiz zaman, her şey mantığa aykırı görünür; tutku, engeller karşısında yaşamakta ve daha çok acı çekmek için onları aramaktadır; çünkü

tutkulu acıyı mutluluğa tercih eder. Tutku, bir insana sevdiğinin hayali için ölmeyi bile esinler; oysa gerçek hayatı paylaşıyor olsa, insanın o kadını ya da erkeği sevip sevemeyeceği belli değildir” (Krich, 1996: 86).

Tutkusunun sebebi olan ideal tipi Helen veya Amazon, hayatı boyunca birçok kadında canlanır. Son kraliçesi olarak adlandırdığı İsabelle ile konuşmasında, tutkuya olan ihtiyacı ile ideal tipini hep farklı kadınlarda canlandırdığını İsabelle’ e anlatır:

Tüm yaşamımzca öylesine bu küçük çocuk olarak kalmışsınız ki, Philippe.

Yalnız, kraliçe sık sık değişti.(…)

“Birkaç kadın, sevgilim. Denise Aubry, biraz... Ama çok eksik bir kraliçeydi.

“Denise Aubry’den sonra, kraliçe kim oldu?”

“Odile.”

“Düşlerinizin kraliçesine en çok yaklaşan oydu, değil mi?”

“Evet, çok güzel olduğu için.”

“Odile’den sonra? Biraz Helene de Thianges, değil mi?” “Belki biraz, ama hiç kuşkusuz siz, İsabelle.”

“Evet, daha çok iyileşince göreceğim, ama kraliçe olmayacak artık; o bitti.” (Maurois, 2010: 197-198).

Philippe hayatı boyunca hep o ilk etkiyi aramış bu sebeple, karşısındakinden çok onun hissettirdiklerini sevmiştir. Aşkı aramasındaki sebep, tutkusudur ve mazoşist bir şekilde aşk için acı çekmekten hoşlanmasıdır:

Philippe korkunç bir yaratıktır, kötü değildir, tam tersine, ama saplantısı olduğu için korkunçtur. Ben daha çocukken tanıdım Philippe’i. Daha o zamandan aynı insandı, yalnız o sırada başka Philippe’ler olabilme olasılığı vardı. Sonra Odile çıktı, âşık kişiliğini bir daha değişmemesiye oturttu. Onun için aşk belirli bir yüz biçimine, davranışlarda belirli bir çılgınlığa, çok dürüst olmayan, biraz da kaygı verici bir inceliğe bağlıdır.

Aynı zamanda saçmalık ölçüsünde duygulu olduğu için, bu kadın tipi, yani sevebileceği tek kadın tipi, onu çok mutsuz ediyor (Maurois, 2010:

188-189).

Philippe’in aksine, Raif Efendi aşkı bir tutku olarak algılamaz. Onun için aşk, anti sosyalliğinden onu kurtaracak, kendisinden güçlü bir abla veya bir anne şefkatine benzer. Philippe ile benzerliği, karşısındaki kişiden çok, kişinin onun üzerindeki etkisine aşık olur. Maria Puder’in aşık olduğu resmini ilk gördüğünde verdiği tepki, aşkta onu kollayacak bir anne ihtiyacı olduğunun göstergesidir:

"Evet!" dedim, "Güzel bir resim..." Sonra, neden bilmem, bir yalan söylemek, bir nevi izahat vermek lüzumunu hissederek mırıldandım:

"Anneme pek benziyor da..."

"Ha, demek onun için böyle gelip saatlerce bakıyorsunuz!"

"Evet!"

Kalkıp kaçmak için bir hareket yaptım. Kadm bunu fark ederek:

"Rahatsız olmayın, ben gidiyorum... Sizi annenizle baş başa bırakıyorum!" dedi.

Kalktı, birkaç adım yürüdü. Sonra birdenbire durarak tekrar yanıma sokuldu; şimdiye kadar konuştuklarına hiç benzemeyen, ciddi, hatta biraz da hazin bir eda ile:

"Sahiden böyle bir anneniz olmasını ister miydiniz?" dedi.

"Evet... Hem nasıl isterdim!"

"Ya!.."

(Ali, 2011: 60-61).

Maria Puder ile ilk karşılaşmasında gerçekleşen bu diyalogda, Raif Efendi ona annesi hakkında sorular soran, lüzumsuz meraklı olarak adlandırdığı kadının Maria Puder olduğunu anlamamıştır. Gerçek hali ile karşılaşmasına rağmen onu tanıyamaması, ona yüklediği anlamların tamamen kendi zihninin oyunu olduğunu gösterir.

Diğer bir taraftan, resim hakkında soru sorulduğunda ilk tepkisi anneme benziyor oluşu, Raif Efendi’nin çocukken göremediği anne sevgisini dışarıda kendinden güçlü ve olgun bir insanda arıyor olmasını gösterir. Eserde birçok kere bu çıkarım Maria Puder tarafından tekrar edilir: “Kadının eli yanaklarımda dolaştı:

"Ne oluyorsunuz? Neredeyse ağlayacaksınız!.. Siz hakikaten bir ablaya değil, bir

anneye muhtaçsınız...” (Ali, 2011: 83). Raif Efendi birey olarak olgunlaşamamıştır. Çocukluğunda annesi tarafından, erkek özelliklerine uymadığı için hor görülmesi bunun başlıca nedenidir. Miller bu durumu “nörotik aşk”

olarak tanımlar:“Nörotik aşk olarak tanımlanan aşk, partnerlerden birinin çocukluğunda annesine veya babasına sevgi duymada başarısız olmasıyla ortaya çıkar. Bu çocuk tutumu hiç bir değişime uğramadan eşe yöneltilir. Örneğin, annesine çocuk bağlılığı döneminde gelişimi durdurulan adam, eşinde koşulsuz sevgi arar”

(Miller, 1972: 36).

Raif Efendi annesini telaşlandırmak isteyen bir çocuktan beklenecek davranışlarda bulunur, amacı annesi ile bağdaştırdığı Maria Puder’i telaşlandırmaktır:

Çocukluğumda kurduğum hayallere benzeyen, fakat onlara nazaran daha delice, daha saçma ve daha kanlı şeyler tasavvur ediyordum:

Gece, tam onun Atlantik'te numara yaptığı sıralarda, kendisini telefona çağırmak, rahatsız ettiğim için af diledikten sonra, kısaca veda ederek, mikrofon başında kafama bir kurşun sıkmak, ne güzel olurdu! Bu müthiş sesi duyunca, evvela ne olduğunu anlamayarak bir müddet duracak, sonra deli gibi "Raif! Raif!" diye bağırıp benden bir cevap almaya çalışacaktı. Yerde son nefesimi verirken ihtimal ki, bu sesleri de duyar ve gülümseyerek ölürdüm. Benim nereden telefon ettiğimi bilmediği için çaresizlik içinde çırpınacak, polise haber veremeyecek ve ertesi gün elleri titreyerek gazeteleri karıştırıp, esrarı çözülemeyen bu facia hakkındaki tafsilatı okurken kalbi nedamet ve yeis içinde çırpınacak, ömrünün sonuna kadar beni unutamayacağını, kendimi kanla hatırasına bağladığımı anlayacaktı (Ali, 2011: 125).

Son olarak Maria Puder, Raif Efendi’den bu sebeple, bir annenin çocuğuna karşı duyduğu sorumluluk sebebiyle ayrılamayacağını belirtir:

“Artık sana güvenmeyeceğim! Seni yalnız bırakmaktan korkuyorum…

Evet, bu akşam hemen hemen hiç uyumadım. Hep seni düşündüm. Benden ayrıldıktan sonra neler yaptığını, hastanenin etrafında nasıl dolaştığını, bütün tafsilatıyla, hatta senin anlatmadığın kısımlarla birlikte gördüm…

Bunun için artık seni yalnız bırakamam! Korkuyorum… Yalnız bugün için değil… Artık seni hiç yanımdan ayırmayacağım!..” (Ali, 2011: 135).

Bu bölümde Philippe ve Raif Efendi’nin aşkı algılayışları ele alınmıştır.

Philippe aşkta sürekli tutkuyu aradığı için, tek bir kadına bağlanması zor olmuştur.

Kadınları ideal tipi ile bağdaştırmaya çalışmış, ancak aradığı tipin sadece kafasında var olduğunu görmüştür. Raif Efendi’nin ise, kurtarıcısı ve sevgi sağlayıcısı olarak

gördüğü Maria Puder’i bulması onu bir abla veya bir anne olarak görmesine sebep olmuştur. Bu tutumu Philippe’in Don Juanist yaklaşımının tam tersidir.