• Sonuç bulunamadı

1.3 Romantik Aşk –Aşk ve Sevgi

1.3.1 Hükmedici/ Adayıcı Aşk ve Sahiplenme

İnsan yaşadığını benimsemesi ve bir canlı olarak kendini kabul etmesi için

“olduğunu” benimsemelidir. Fromm’a göre, İnsanın kendi bedeniyle, onu canlı olarak hissetmesi biçiminde beliren “olmak” yönelişi bir ilişkide de vardır (1982b:

47). Fromm insanların birlikte olmalarını “bir olmak” ve yalnızlıktan kurtulmak güdüsü ile açıklar:

Başka insanlarla bir olmak ve bunu yaşamak, insan türünün varoluşu ile birlikte doğan, insancıl bir arzudur ve insan davranışlarını belirleyen en güçlü güdülerden bir tanesidir […] İnsan ile doğa arasındaki birlik kopmuştur. Bu durumda kendimizi tümden izole edilmiş gibi yalnız hissetmekten (ve böylece deliliğe yaklaşmaktan) kurtulabilmek için, hem diğer insanlar ve hem de doğa ile yeni bir “bir- olmak” duygusu yaratmak zorundayız. Bir olmak ihtiyacı ve arzusu, yaşantımızda kendini çok çeşitli biçimlerde ortaya koyar (Fromm, 1982b: 165).

“Olmak” ın yolu ise “sahip olmak” tan geçer. Fromm’un öne sürdüğü bu görüş, bizi Honore de Balzac’ın sahiplenmenin esas olduğu iki tür aşk ayrımına götürür: hükmeden (köleleştiren) aşk ve itaat eden (adayıcı) aşk (Rony, 2004: 225).

Etimolojik olarak ise bu iki aşk türü yunanca Eros ve Agapeadları ile bilinir, Eros

“elde etmeye yönelik” ve bencil arzunun aşkıdır oysa Agape erdemin “adanma”nın aşkın özgeci biçimini temsil eder (Burney, 1990: 24-25).

Bu iki aşk türünde de sahiplenme ve bu sahiplenmenin doğurduğu kıskançlık esastır. Sahiplenme ve onun doğurduğu kıskançlık, kişinin kendini fazla sevmesi ile başka birine kendini teslim etmesi korkusundan veya yenemediği bir aşağılık kompleksinden son olarak ise, sadakatsizlik hissi ile rakip biri söz konusu olduğunda doğar. Sevilen kişiyi başka kimseyi sevmemesi için muhafaza etme veya alçaltma isteği sahiplenmeyi doğurur (Rony, 2004: 225).

Fromm aşkta sahiplenmeyi, öncellikle sahiplenme güdüsünü aşktan bağımsız olarak açıklar. Ona göre sahip olma güdüsünün güçlü olmasının sebebi, ölümsüzlük duygusunu tatmin etmedeki önemidir. İnsan kendini sahip olduğu şeylerden oluşan bir bütün olarak kabul eder ve bu sahip olduklarının yok olmazlığı, kişinin ölümsüzlüğünü sağlayacaktır(1982b: 133). Bu açıklamada varoluşçu bir temel olduğu söylenebilir. Kişinin aşık olduğu kişiyi sahiplenmesinde yatan içgüdü, onu

“benim” olarak benimsemesi, sahip oldukları ile dünyada iz bırakması veya yalnızlığına karşı bir başkaldırı olduğu söylenebilir. Bu iki aşk türündeki

sahiplenmede, Sartre’nin aşka varoluşçu bakış açısına benzer bir nitelik vardır:

“Dünyada yalnız değiliz; sınırsız bir özgürlük hissettiğim halde, bana bakan, beni tanımlayan, beni eşyaya dönüştüren bir başkası var” (2004: 226). “Bir başkası” yani aşık olunan kişi, aşığın dünya ile bağlantısı, “ var olduğunun” bir kanıtıdır.

Kendimizi izole edilmiş ve yalnız hissetmekten kurtulmak için yeni bir varlık ile bir olmak duygusunu yaratmak, sahiplenmenin içgüdüsüdür.

Sahiplenmenin esas olduğu bu ilişki şeklinde hükmeden ve kendini adayan iki taraf vardır; kadın veya erkek. Okyay, iki kişinin varlıklarını bir arada sürdürebilmelerinin tek yolunun köle – efendi ilişkisi olduğunu ileri sürer (2004, 30).

Ancak ilişkide erkeğin veya kadının hangi rolde olduğu konusunda çeşitli görüşler vardır. Bunlardan ilki erkeğin egemen olduğu görüşündeki Nietzsche’ye aittir.

Nietzsche’ ye göre erkekler hükmetmeye daha eğilimlidir. Ona göre, yetişme tarzı ve yaradılışı ile hükmetmek üzere belirlenmiş erkeğin içinde, ruhu ve bedeni ile eriyip gitmeyi, kadın ancak hayal eder. Erkeğin hükmetmesi sahiplenmeyi beraberinde getirir, ancak Nietzsche’ye göre sahiplenme de derece derecedir. Alçak gönüllü bir insan için bir kadına sahip olmak ve cinsel açıdan tatmin olmak yeterli olabilir. Onun cinselliğine sahiptir ve onun için bu bir kadına sahip olduğunun yeterli bir göstergesidir. Bir başka erkek için bu yeterli olmayabilir. Kadının cinselliğini, gerçekten kendini vermesi yetmeyebilir, ondan kendisi için sevdiği şeylerden vazgeçmesini ister ve ancak bu şekilde kadına tamamen sahip olduğunu hisseder (Rony, 2004: 227). Nietzsche’nin bahsettiği bu köleştiren sahiplenmenin asıl sebebi bencilliktir. “Bencillik, insanın her şeyi yalnızca kendisi için istemesi durumudur […] Sahip olmak kişiye haz verir. Sahip olmak tek hedef olunca, insan giderek daha açgözlü ve ihtiras sahibi olur”(Fromm, 1982b:25).

Rey’de, erkeklerin hükmedici doğası konusunda Nietzsche’ye benzer bir görüş bildirir. Kadınların sevdikleri andan itibaren köle olmaktan hoşlandıklarını belirterek, hükmedebildikleri erkekleri değil, karşılarında hemen yenilerek efendi olarak benimsedikleri erkekleri tercih ettiklerini belirtir (Rony, 2004: 227).

Feminist akım öncülerinden Simone de Beauvoir erkeğin kadın karşısında üstün görülmesini ve kadının ise ikinci cins olarak ötekileştirilmesini tartıştığı, inşa edilmiş toplumsal cinsiyet ile doğuştan getirilen biyolojik cinsiyet arasında ayrım yağtığı İkinci Cins adlı yapıtında bu görüşlere karşı çıkar.Kadının itaat etmeyi ve sevdiği erkeği mutlu etmenin yollarını aradığını doğrulamakla beraber, köle olmak istediği varsayımına karşı çıkar. Simone de Beauvoir’a göre: “Kadın sevgilisine kendisini sunarken, taptığı yine kendisidir. Pasif cinsel rolü nedeniyle, doğal olarak hükmedilme arzusunu duyması, asla köle olma arzusu değildir. Kendini beğenen kadın, aynaya bakar gibi kendini sevgiliye sunmaktadır, yabancı gözlerde kendi resmine büyülü gözlerle bakabilmek için” (akt. Krich, 2005: 211). Simone de Beauvoir, İkinci Cins’ te kadının erkeği hayran bırakma güdüsünü de tartışır. Ona göre kadın bu davranışı küçük bir kız iken edinmiştir. Toplum tarafından daha küçükken edilgenliğe yöneltilen kız çocuğu kendini peri masallarındaki prenseslere benzetir ve herkesi kendine hayran bırakma konusunda bir gereksinim içine girer. Bu güdü dişilikten yani biyolojik özelliklerden değil, küçük çocuğun doğumundan itibaren edilgenliğe yönlendirilmesindendir (1993: 257-258)

Simone de Beauvoir’ın kadının kendini erkeğin gözünden görmesi meselesini; La Rochefoucauld ya da Brunner’nin özgeciliği bencilliğe indirgeme eğilimi ile açıklanabilir. Bu görüşe göre, her şeyden önce kendine duyulan aşk başkasına duyulan aşktan önce gelmeli ve ona eşlik etmelidir (Burney, 1990:

18).Başka bir deyişle aşka kendini adamayan insan aslında kendini fazlasıyla seven insandır. Aşka adanmışlığı yani özgeciliği, bencilliğinden ileri gelir.

Fromm, sahiplenmenin doğası hakkında birçok görüş bildirmekle beraber, gerçek aşkta, karşı tarafa hissedilen derin sevgide sahiplenmenin olmayacağını ve olmaması gerektiğini iddia eder. Aşka sahip olunabileceği düşüncesi ona göre bir hatadır, bu düşünce çiftin birbirini sevmesine engel olarak aşkı yok eder. Çoğu evlilikte görülen budur; evlilik veya birliktelik öncesi iki kişi de birbirine sahip olmadıklarından, enerjilerini; olmaya, vermeye ve karşı tarafı canlandırmaya yönlendirir. Ancak birlikteliğin kesinleşmesi ile sahip olduğu hissi yerleşir ve bu

çabalar son bulur, iki tarafta hayal kırıklığına uğrar, hata yaptığını, karşı tarafın değiştiğini düşünüp kendini aldatılmış hisseder (1982 b: 81-82).