• Sonuç bulunamadı

Osmanlı’nın Son Döneminde Seçkinler Dönüşümüne Modernleşmenin Etkisi

Avrupalılar karşısındaki iki yüz yıllık gerileyiş boyunca sürüp giden askerî yenilgiler ve toprak kayıpları, Osmanlıları modernleşme sürecine girmeye zorlamış, bir dizi reformlar dönemini başlatmıştır. Osmanlı’da, modernleşme her zaman bir bakıma Batılılaşma anlamını taşımıştı, çünkü Osmanlı güçlüye direnebilmek için kendini onunla özdeşleştiriyordu.

İlk modernleşme girişimleri III. Selim ile (1718–1839), Batı’nın askerî teknikleri, silahları, eğitimi ve örgütlenmesini uyarlamaya yönelmişti. İkinci bir aşamadaysa (1839–1876) yönetim ve eğitim alanlarında yine Batı modellerine dayanan kapsamlı reformlar yapılmıştı. Sonuçsuz bir parlamentarizm (1876–1878) denemesinden sonra, modernleşme çabaları II. Abdülhamid’in despotizmi (1878– 1908) altında ve İkinci Meşrutiyet (1908–1918) boyunca da sürdürüldü. 18. yüzyılda Batı’dan alınan esinin başlıca kaynağı Fransa’ydı. 19. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak buna İngiliz etkileri de eklendi. 1890’lardaysa I. Dünya Savaşı sonrasına kadar sürecek olan Alman etkileri ortaya çıktı. Batı’ya yönelen tüm modernleşme çabaları, yalnızca Osmanlı toplumunun geleneksel kesimlerinin tepkisine ve zaman zaman ayaklanmalarına yol açmakla kalmadı, modernleşmeyi yürütenlerin kendilerini de, sancılı düşünsel ikilemler karşısında bıraktı. Batı’nın kavramlarını ve pratiklerini geleneksel İslâm ve ardından da Türk değerleriyle uzlaştırmak kolay bir girişim değildi. Sonuç her defasında, ya sığ bir seçmecilik ya da kendi içinde çelişen bileşimler oluyordu (Alkan, 1992: 81–192).

Modernleşme reformlarının ikinci aşaması olarak nitelendirdiğim Tanzimat (1839–1876), Osmanlı tarihinin çok tartışmalı bir bölümüdür, ama Osmanlı-Türk toplumu üzerinde geniş kapsamlı ve kalıcı etkileri olmuştur. Özellikle III. Selim (1789–1807) ve II. Mahmud (1808–1839) saltanatları sırasındaki başlangıçlara dayanılarak gerçekleştirilen Tanzimat, modern Türkiye’nin geri döndürülemez bir süreçle Tanzimat’ın birçok yönden zorlu bir eleştirisini yapan bazı fikir adamlarının ifadesiyle, Batı’nın “Medeniyet Dairesi’ne girişini simgeliyordu”. Tarihçi Shaw’ında da doğru olarak gözlemlediği gibi Tanzimat, “eski kurumların korunması ve

onarılmasına yönelik geleneksel Osmanlı reform kavramı yerine, bu kurumların, bazıları Batı’dan ithal edilmek üzere, yenileriyle değiştirilmesini öngören modern re- form kavramını getirmiştir.” Aynı zamanda, “Tanzimat hareketinin başarıları kadar başarısızlıkları da, reformların daha sonra Türkiye Cumhuriyeti’nde bugüne dek alacağı yönü, birçok bakımdan doğrudan belirlemiştir” (Shaw, 1977: 55–56).

Tanzimat, bir dizi önemli gelişmeyi izlemiştir. Bunlardan ilki, 1808’de sarayla ayanlar arasında imzalanan ve merkezî yönetimin otoritesini sağlamlaştırma amacıyla getirilen yeni örgütlenme ilkeleri ve önlemleri üzerinde görüş birliği sağla- maya yönelik bir çaba olan Sened-i İttifak’tır. Esas olarak, yerel güç odaklarının da içinde yer alacağı daha geniş temelli bir yönetim sistemini kayda bağlamıştır. Ama Sened-i İttifak, ölü doğmuş bir girişim olmuştur. İstanbul, Sultan’ın, dolayısıyla merkezî otoritenin rakipleri olarak görülen yerel önderlerle işbirliği yapmaya istekli değildi. Nitekim II. Mahmud döneminde (1808–1830) ayanları tasfiye etmeye ve orduyu merkezileştirerek Sultan’ın otoritesini taşrada egemen kılmaya yönelik giri- şimler olmuştur. Ancak, II. Mahmud’un bu amaca yönelik sert önlemleri, onu Mısır’ın güçlü valisi Mehmed Ali’yle çatışmak zorunda bıraktı. Mücadelenin ilk evresinde (1832–1833) Mehmed Ali, II. Mahmud’un orduları karşısında ezici zaferler kazandı. İkinci evredeyse (1839–1841), Mehmed Ali yalnızca bir vasal olarak, tam anlamıyla Mısır’a geri gönderildi; ama bu, ancak İngiltere’nin muazzam askeri ve diplomatik desteğiyle mümkün oldu. Bu desteği sağlayabilmek için İstanbul, büyük bir cömertlikle İngilizlere 1838 Ticaret Antlaşması’nı (Balta Limanı) önerdi. Bu antlaşmayla, varolan ticarî sınırlamalar ve gümrük duvarları kaldırılıyor, Osmanlı toprakları dev bir pazar halinde İngiliz mamullerine açılıyordu

.

Böylece İstanbul, yerel güç odaklarını ortadan kaldırma mücadelesini, oldukça yüksek bir bedel karşılığında kazanmış oluyordu (Karpat, 2009: 324). II. Mahmud 1839’da öldü. Onun ardından reform ve yeni düzenleme girişimlerinin öncülüğünü, 16 yaşındaki oğlu Abdülmecid (1839–1861) değil, İngilizlerle görüşmeleri yürütmüş olan Hariciye Nazırı Reşid Paşa üstlendi. Reşid Paşa, Tanzimat’ın başlıca mimarı olmuştur. Tanzimat’ın başlangıcını haber veren resmi belge olan Gülhane Hatt-ı Hümayunu 1838 Ticaret Antlaşması’nın hemen ardından, 1839’da ilan edildi. Gülhane’yle vergi ve zorunlu askerlik uygulamalarında reform öngörülüyor, inanç ve

dinlerinden bağımsız olarak tüm Osmanlı uyruklarının yaşam, onur, mülkiyet ve miras hakları güvence altına alınıyordu. Gülhane, gerek metindeki vurgu dengeleri bakımından, gerekse uygulamada, liberal ilkelerin evrensel bir onaylanması olmaktan çok, Avrupa’nın ticarî çıkarlarıyla yakın bir bağlantı içinde bulunan ve bu çıkarlar gereğince korunmakta olan Müslüman ve Türk olmayan ticaret çevrelerine hukukî güvenceler getirmiştir. Reşid Paşa tarafından kaleme alınmışsa da, İngilizlerin baskısıyla ortaya çıkmış ve onların onayından geçmişti; bu da, yerel etkilerle Batı etkilerinin Tanzimat’a özgü Batılılaşma sürecinde görülecek tipik dengesini haber veren bir durumdu. 1856’da, Gülhane’yi teyit etmek üzere yayımlanan Islahat Fermanı ise, Reşid Paşa’nın himaye ettiği ve Tanzimat’ın ikinci aşamasının önderleri olan Ali Paşa ve Fuad Paşa’nın yansıra, doğrudan doğruya üç Avrupalı büyükelçi tarafından kaleme alınmıştı (Eldem, 1970: 67). Tanzimat’ın belirgin özelliği, Batı eğilimli sadrazamların (Reşid, Âli ve Fuad) yönetimde egemen oluşuydu. Bu sadrazamlar, merkezî yönetimin yeniden güçlendirilmiş olduğu Osmanlı Devleti’nde, Saray’ın iktidarı yerine Bâb-ı Âli’nin iktidarını başlatmışlardı.

Bu seçkinler yapısı Tazimatla, bakanlıkları, devlet dairelerini, yasama organlarını, adalet örgütünü ve belediye yönetimlerini yeniden düzenleyerek, merkezileştirme sürecini daha da derinleştirdi. Ayrıca, Batılılaşmış bürokratların eği- timi için yeni bir okul sistemi getirerek, modern Türkiye’nin uzun laikleşme- çağdaşlaşma sürecini kurumsallaştırdı. Genel halk eğitimi düzeyinde de bir laikleştirme girişimi içermemekle birlikte bu gelişmeler, hem geleneksel dinî okul sisteminin “medreseler” daha sonra ortadan kaldırılışının, hem de din adamlarının (ulema) siyasî etkilerinin azaltılmasının ilk habercileri sayılmak gerekir. Ancak, bazı tarihçilerin yeterince vurgulamadığı bir özellik, çoğunlukla Avrupalı güçlerle ilişki içinde bulunan Batılılaşmış yüksek bürokratlarca yürütülen Tanzimat reformlarının, J. C. Hurevvitz’in “kapalı devre içinde modernleşme” olarak adlandırdığı bir süreçte gerçekleşmiş olmasıdır (Ertuğrul, 2008: 21–29). Söz-konusu reformlar askeri, yönetsel, yasal ve kurumsal alanlara inhisar ediyordu; sosyal ve ekonomik alanlarda bunlara eşlik eden bir modernleşme olmamıştı. Bunun, belki aslında neden sayılması gereken, sonuçları da, Avrupa sermayesine ve siyasetine giderek artan bir ekonomik ve siyasal bağımlılaşma ve en sonunda da malî iflas olmuştur. İlk Tanzimat

reformlarının sonucu olarak ortaya çıkan yeni bir bürokrat aydın sınıfı artık paşaları İslâmî değerler ve millî çıkarlar aleyhine fazla Batıcı “hayran çelebi” buldukları gibi, onların siyaset ve yönetim anlayışını da otokratik ve oligarşik sayıyorlardı. Bu hareket 1865’te Genç Osmanlılar örgütüne dönüştü, ama 1872’de dağıtıldı. Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın önderliğindeki Genç Osmanlıların başlıca talepleri siyasî özgürlük, Saray ve Bâb-ı Âli bürokrasisi üzerinde anayasal denetim, parlamentarizm ve Batıcılıkla gelenekçilik arasında daha iyi bir dengeydi (Mardin, 1962: 61).

1876’da ve daha sonra da 1908’de oluşturulan Anayasa ve Parlamento, Genç Osmanlıların çabalarının doğrudan sonuçlarıdır. Ama bunların, Genç Osmanlılarca şiddetle eleştirilmiş olan Tanzimat’ın dava adamlarının yaptığı reformlar olmadan gerçekleştirilmesinin aslında mümkün olmadığı da unutulmamalıdır (Shaw, 1977: 133). Üstelik Osmanlı yönetiminin temel kurumlarındaki değişimlere, Osmanlı toplumsal yapısındaki bazı önemli yenilikler de eşlik etmiştir. Eski Osmanlı Yönetici Sınıfı”nın yerini yeni bir bürokratlar sınıfı, memurlar almıştır. Sultan’ın köleleri sayılmalarının yol açtığı güvenliksiz ortamı da, yerini, laik bir bürokratik hiyerarşi içinde yasalarca korunmanın sağladığı yeni bir güvenceye bırakmış, böylece Eski Düzen’de çok sık görülebilen ani konum ve servet kayıplarının da önüne geçilmiştir. Avrupa sermayesinin nüfuzu ve bunun sonucu olarak aracı işlevi gören ticarî etkinliklerin gelişmesi, Tanzimat’ın özel mülkiyete sağladığı hukuki güvenceyle birlikte, tacirlerden oluşan yeni bir orta sınıfın da doğmasına yol açmıştır. “Memurların Osmanlı yönetimi ve toplumu üzerindeki egemenliği, 19. yüzyılın ikinci yarısında önemli bir siyasî etmen durumuna gelmeye başlayan yeni orta sınıf tarafından sorgulanmaya başlamıştır. Geleneksel Osmanlı toplumunda en büyük zenginlik kaynağı olan toprak ve topraktan sağlanan gelirler, Sultan’ın ve onun kulları olan Yönetici Sınıfın mülkü sayıldığından, uyrukların elinde sermaye birikimi, ancak ticaret ve sanayi yoluyla mümkündü. Bununla birlikte, 18. ve özellikle 19. yüzyıllarda yeni siyasî ve ekonomik etmenler, yerel güç sahiplerinin hem ticari servet hem de özel topraklar edinmelerine olanak sağlamıştı. Bunlardan en güçlü olanları (ayanlar), servetlerini siyasî amaçlar için de kullanmaya, hatta çoğu kez güçlerini sürdürebilmek için kendi yerel ordularını kurmaya başlamışlardı (Çaylak, 1998: 26–37). Ama II. Mahmud’un bunları ezme ve imparatorlukta var olan

tüm maddî baskı araçlarını merkezileştirme çabaları sonunda başarıya ulaşınca, bun- lardan yalnızca servetlerini sermaye olarak kullanıp ekonomik ve ticari girişimlerini geliştirmeye yönelenlerin yaşama şansı kaldı. Tanzimat ise, artık eşraf olarak adlandırılması gereken bu yeni sınıfı yerel yönetim kurumlarına katmış, böylece onlara taşra yönetiminde belli bir yetki tanımıştır

.

Ama Tanzimat ortamında Avrupa’yla yoğunlaşan ticari ilişkilerden en kazançlı çıkanlar, imparatorluktaki Hıristiyan öğeler olmuştur. Avrupalılar hemen her zaman, Osmanlı topraklarındaki ticarî etkinliklerini, yerel Hıristiyan tacirler aracılığıyla sürdürmeyi yeğlemişlerdir. Avrupalıların 1838 Ticaret Antlaşmasıyla artan ve daha sonraki benzer anlaşmalarla süren ekonomik ve hukukî ayrıcalıkları, bu yerel aracı ve temsilcilere de tanınmıştır. Müslümanların ağırlıkta olduğu bölgelerde bile Hıristiyan meslektaşlarına bağımlı kalan Müslüman tacirlerse, Avrupa’yla yapılan bu kârlı ticarette daha çok pay sahibi olmayı istiyorlardı. Öte yandan, ağırlıkla Hıristiyan olan Balkan topraklarında da, Hıristiyan köylülerle Müslüman toprak sahipleri arasında benzer bir çatışma söz konusuydu. Yönetim, Hıristiyan köylülerin Tanzimat ilkelerine uygun olarak daha adil bir muamele görme taleplerini dikkatli ama sert bir tutumla bastırmaya çalış- mıştır ama Hıristiyanlar arasında, zenginleşen orta sınıfların önderlik ettiği ve çoğunlukla bir Avrupa devletinden destek gören milliyetçi özgürlük ve bağımsızlık hareketlerinin güçlenmesini engelleyememiştir. Genç Osmanlı hareketi ve onun yol açtığı kısa ömürlü Birinci Meşrutiyet (1876–1878), bu bağlamda değerlendiril- melidir. 1876 Anayasası’na dayanılarak, İstanbul’da iki meclisli bir parlamento toplanmıştı. Taşra temsilcilerinin yer aldığı, çeşitli etnik ve dinî grupları bir araya getiren alt meclis, memurlara karşı var olan yaygın tepkilerin dile getirilmesi için elverişli bir platform oluşturuyordu (Ertuğrul, 2008: 25–40). Mebusların çoğu yeni orta sınıfların çıkarlarını temsil ediyordu; merkezî yönetimle işbirliği yapmaya da istekliydi, ama Osmanlı devlet yönetiminin merkeziyetçi, seçkinci ve yetkeci (otoriter) gelenekleri, bu tür bir eleştirelliği kaldıramayacak nitelikteydi (Çaylak, 1998: 99–129). Üstelik mebuslar arasındaki etnik ve dini düşmanlık çekişmeler, tam da Osmanlılar tarihlerinin en ağır yenilgilerinden birini (1877–78 Osmanlı-Rus Savaşı) aldığı sırada, iyice sertleşmişti.

Yönetimse, onur kırıcı nitelikteki barış görüşmeleriyle, iflas etmiş bir maliyeyle, muazzam bir dış borçla, yeni ayrılıkçı girişim ve taleplerle, yitirilen topraklardan İstanbul’a akın eden Müslüman göçmenlerle ve Batı’nın derinleşen nüfuzu karşısında Müslümanlar arasında oluşan şiddetli tepkilerle uğraşmak zorundaydı (Karpat, 2009: 185–191). II. Abdülhamid (1876–1909) anayasal haklarına dayanarak, önde gelen devlet adamlarının da desteğiyle, alt meclisin çalışmalarını durdurdu ve yönetimi kendi şahsı etrafında merkezileştirmeye girişti. İzleyen despotizm dönemi, iktidarın Bâb-ı Ali bürokrasisinden İslamcı sultana geçişini temsil etmektedir. II. Abdülhamid bir paşalar ittifak yaparak ve Müslüman eşrafla dinî önderlerin desteğini almayı ustalıkla başararak, siyasî özgürleşme ortamına son verdi. Yönetim aygıtını modernleştirme, nitelikli bürokratlar yetiştirme ve ekonomik altyapıyı geliştirme çabaları kesintiye uğratılmadan sürdürüldü (İnalcık, 1995: 62–71). Sultan, Müslüman uyruklarının bu yeniliklerden daha fazla yararlanabilmesini istiyordu. Bunu da bir ölçüde başardı. Ama İslamcı politikası Avrupa devletlerinin büyük baskılarına neden oldu ve Hıristiyanlar arasında ayrılıkçı milliyetçi hareketlerin daha da şiddetlenmesine yol açtı. Aynı zamanda, uyguladığı baskı önlemlerini de, Sultan’ın politikasını devletin bütünlüğüne bir tehdit olarak görmeye başlayan genç aydınlan, bürokratları ve subayları gizli muhalefet hareketleri oluşturmaya yöneltti.

1889’da askeri öğrenciler tarafından kurulmuş gizli bir örgüt olan İttihat ve Terakki Cemiyeti; kısa zamanda küçük rütbeli sivil ve askeri bürokratlar, Avrupa’da sürgünde bulunan muhalif aydınlar ve gelişmekte olan orta sınıfın Türk ve Müslüman kesimleri arasında yandaşlar buldu. Bu sonuncular, Jön Türker’in embriyonik (dönemsel) milliyetçiliğini, tüccar azınlık grupların yerini alabilmek için uygun bir ideoloji olarak görüyorlardı. 1908 Jön Türk “Devrimi”, 1876 Anayasası ve parlamentoya Abdülhamid tarafından yeniden işlerlik kazandırılması sonucunu doğurdu. 1909’da da, toplumdaki gerici öğelerin bir karşı-devrim girişiminde sorumlu tutulan Abdülhamid tahttan indirildi (Günal, 2009: 23–44). Ancak, 1914’te yeni yönetim, Enver Talat ve Cemal Paşaların önderliğinde yetkeci bir tek-parti yönetimine dönüştü. Birinci Dünya Savaşı’na Almanya’nın müttefiki olarak katılan bu paşalar, 1918’de savaş bittiğinde derhal Almanya’ya kaçtılar. Mondros

Mütarekesi (1918) ve Sevres Antlaşması (1920), Osmanlı İmparatorluğu’nun dağıldığını resmen ilan ediyordu. İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan kuvvetleri Türkiye’nin çeşitli bölgelerini işgal etmece başladılar. İttihat ve Terakki önderleri Malta’ya sürüldüler. Bu koşullar altında Anadolu’da biçimlenen milliyetçi direnişler, kısa sürede Mustafa Kemal’in önderliğinde birleşti. 1920’de Ankara’da Büyük Millet Meclisini toplandı ve İstanbul’da Müttefiklerin denetimindeki Osmanlı Hükümeti’ne karşı bir “TBMM Hükümeti” kuruldu. 1921 de yeni, cumhuriyetçi bir anayasa oluşturuldu (Günal, 2009: 50–93). 1922’de TBMM’nin padişahlığa son verildiğini ilan etmesiyle, İstanbul hükümetinin hukukî temeli tümüyle ortadan kaldırıldı. Aynı yıl, İstiklal Savaşı’nın başarıya ulaşmasının ardından, 1923’te Cumhuriyet resmen ilan edildi. 1923–1945 yıllan arasında, Kemalist Cumhuriyet Halk Fırkası (Partisi) nin tek-parti yönetimi sürdü. Bu uzun soluklu mücadele yeni bir Anadolu doğurdu.

2.7. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Modernleşen Bürokrasi ve Seçkinler