• Sonuç bulunamadı

2.5. Batılılaşma Sürecinde Seçkinler Yapısının Dönüşümü

2.5.5. II Meşrutiyet

Bilindiği gibi, uzun yıllar Padişah iktidarı ile yönetilen Osmanlı Devleti’nde, 1875’lere gelindiğinde alınan dış borçların artık ödenemez hale gelmesi ile yaşanan ekonomik çöküşün de tetiklemesi ile 1876’da I.Meşrutiyet ilan edilmiştir. Söz konusu meşrutiyet yönetimi, anayasalı ve parlamentolu bir siyasal rejim öngörmekte idi. Ancak gerek 1877–1878 Osmanlı - Rus Harbinin yol açtığı gelişmeler, gerekse halk tarafından denetlenir bir devleti yönetmenin zorluğuna katlanmak istemeyen saray yönetimi, ilk meşruti yönetimin kısa ömürlü olmasına neden olmuştur.

Bunun üzerine meşruti yönetimi tekrar geri getirebilmek için, yasadışı değişik örgütlenmelere gidilmiştir. Bunlardan en etkili ve en güçlüsü, yukarıda da belirttiğimiz gibi, Fransız İhtilali’nin yüzüncü yılında kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti olmuştur. Ayrıca İttihat ve Terakki kadar başarılı olmamakla birlikte Prens Sabahattin’in önderliğinde “Teşebbüs-ü Şahsi ve Adem-i Merkeziyet” adıyla kurulan ve bilahare Ahrar Fırkası adını alan örgüt de, bu dönemin bir diğer dikkat çeken örgütüdür. II. Meşrutiyetin ilanı ise, 1908 yılı Temmuz ayında Rumeli'deki askeri birliklerin isyanı ile mümkün olmuştur. Bu nedenle Alkan II. Meşrutiyetin ilanını bir halk hareketi olarak değil, askeri bir ihtilal olarak görür. Aslında bu harekete katılanlar ordunun tamamı olmayıp, sadece Rumeli’de bulunan kısmı olan Üçüncü Ordudur. Bu bağlamda öne çıkan isimler, Önyüzbaşı Resneli Niyazi ve Kurmay Binbaşı Enver olmuşlardır (Aydemir, 1986: 14–17). Söz konusu kişilerin birlikleri ile beraber Meşrutiyet’in ilanı için dağa çıkmaları ve Meşrutiyeti ilan ettiklerini payitahta bildirmeleri, Padişah II. Abdülhamit’in 32 yıl aradan sonra tekrar meşruti yönetimi ilanına neden olmuştur. Bu ise Kanun-u Esasi'nin yeniden uygulanmaya başlaması ve Meclis-i Mebusan’ın toplanacağı anlamına gelmekteydi. Öyle de olmuş ve Meclis-i Mebusan yapılan seçimler sonucunda 17 Aralık 1908’de padişah II. Abdülhamit’in de katılımıyla yeniden açılmıştır.

Meşrutiyetin ikinci kez ilanı sonrası, İttihat ve Terakki’nin yönetime tümüyle hemen egemen olamadığı görülmektedir. Zira İttihat ve Terakki’ye mensup olan subaylar ve diğer memurlar, küçük rütbeli subaylar ve kıdemsiz memurlar konumunda idi. Bu nedenle cemiyetin iktidarı tümüyle ele alması zaman almıştır. İşte iktidarın tam olarak kullanılmaya başlandığı 1913 Babıâli Baskınına kadar geçen

bu süreye “İttihat ve Terakki’nin Denetleme İktidarı” dönemi demektedir (Akşin, 1998: 112–123). Diğer bir deyişle, İttihat ve Terakki meşrutiyeti ilan ettirmiş, fakat iktidarı doğrudan kullanacak gücü kendinde görememiştir.

Burada söz konusu iktidar döneminin dikkat çekici konuları; 31 Mart Vakası, hükümet istikrarsızlıkları, dönem içerisinde yapılan seçimler, hukuk alanında yapılan çalışmalar ve Babıâli Baskını gibi konulardır. II Meşrutiyetin ilanı sonrası padişah II. Abdülhamit tahtta kalmaya devam etmiş, ancak siyasal tarihimizde “31 Mart Vakası” olarak bilinen olay sonrası tahttan indirilmiş ve Selanik’e sürgüne gönderilmiş, yerine ise “Beşinci Mehmet” ünvanıyla Reşat Efendi getirilmiştir.

Tüm yaşanan bu süreçler ve herşeye rağmen, Türkiye tarihinde çoğulcu siyasal yaşam ilk kez İkinci Meşrutiyet dönemiyle başlamıştır. 1908–1918 yıllan arasında 25

siyasal niteliği olan parti veya demek kurulmuştur (Tunaya, 1952: 774). II. Meşrutiyetin çok partili siyasal yaşamı İttihat ve Terakki egemenliği altında

geçmiştir. Tüm öteki partiler bu dönem boyunca muhalefet olarak kalmışlardır. II. Meşrutiyet döneminde İttihat ve Terakki 1912 deki “sopalı seçimler” ve 23 Ocak 1913’de, tarihte, “Babıâli Baskını” olarak anılan olaydan sonra iktidarı kesin olarak ele geçirmiştir (Teziç, 1976: 208).

1876 Kanunu-u Esasisinin kurduğu iki Meclisten Meclis-i Mebusan Meşrutiyet siyasal yaşamının ana odağı olmuştur. İkinci Meşrutiyet parlamentosu 4 yasama dönemini kapsar. Her dönem fesihle sonuçlanmıştır. İlk Meclis Aralık 1908 de toplandı, Ocak 1912’de dağıldı. İkinci Meclis 1912’de toplanıp, aynı yılın Ağustos ayında dağılmıştır. Balkan Savaşı’nın başlaması nedeniyle yapılması gereken seçimler için bir tarih saptanmamıştır. Bundan dolayı da Üçüncü Meclis Mayıs 1914 tarihinde toplandı. Bu meclis de Osmanlı İmparatorluğu'nun I. Dünya Savaşı’nda yenilmesiyle 1918 yılında dağıldı. 1920 de toplanan son Osmanlı Mebusanı’nın Müdafaa-i Hukuk doğrultusunda çalıştığını söyleyebiliriz.

1908–1918 İkinci Meşrutiyet süresi içinde Osmanlı İmparatorluğu ancak dört buçuk yıl kadar süren bir parlamento yaşamına sahip olabilmiştir. O dönemde Osmanlı Devleti kitle iletişim araçlarından ve kitle örgütlerinden yoksun olduğundan Meclis-i Mebusan, her türlü sorunun, özellikle 1. ve 2. dönemlerde, özgürce dile

getirildiği bir yer olmuştur. Bu dönemde Ayan Meclisi'nin siyasal özelliklerine baktığımızda 1913’e dek önemli bir gelişme göremiyoruz. 1911 ve 1912 Mebusan Meclisi’nin fesihlerini bu Meclis kolaylıkla onamıştır. 1914 den sonra, İttihat ve Terakki’ye karşı gerçek muhalefet burada barınmıştır. Ahmet Rıza Bey ve Damat Ferit Paşa gibi iki üç kişilik küçük gruplar İttihat ve Terakki’yi yermiştir. 1920 döneminde ise Müdafaa-i Hukuk hareketine karşı bir tutum almıştır. Meşrutiyet Ayanı, Tunaya'nın sözleriyle, “bir çeşit, çoğu emekli, devlet büyükleri müzesi idi” (Tunaya, 1976: 82). İttihat ve Terakki dönemini inceleyen yazarların büyük çoğunluğu yalnızca ilk Meclisin milletvekillerinin hangi toplulukları temsil ettiklerini vermektedirler (Tunaya, 1952: 165; Bayur, 1954: 296). Yine Ahmet ve Rustow dışında, hiç bir yazar bu “Jön Türk” meclislerindeki milletvekillerinin toplumsal kökenleriyle ilgili başkaca bir boyutla ilgilenmemiştir.

İttihat ve Terakki’nin temel amaçlarından biri çeşitli etnik grupları arasında varolan ayrılık duygusunu yoketmekti. Bunu sağlamak için de, Osmanlıcılık politikası esas alınmıştı. İttihatçılar Mecliste her milletvekilinin kendi ırk veya din toplumunu değil “Osmanlı Milletini” temsil ettiğini savunuyorlardı. 1908 Meclisinde etnik gruplar yaklaşık olarak nüfusları oranlarında temsiledilmişlerdir. Rumlar dışında, her topluluk da bu durumdan hoşnut olmuştur (Ahmad, 1971: 229). Milletvekillerinin seçiminde oturduğu yere ait herhangi bir koşul aranmadığından bir Türk çoğunluğu Türk olmayan bölgelerden de seçilebiliyordu. Özellikle, Müslüman bir milletvekilinin etnik kökeni hiçbir zaman önemsenmemiştir. Bu nedenle Üç Meclisteki Kürt miletvekillerinin sayısı yalnızca ondur (Ahmad ve Rustow, 1976: 248). Güneydoğu Türkiye ve Kuzey Irak’taki yoğun Kürt nüfusunun bulunduğu düşünülürse bu sayının az olduğu anlaşılır. İmparatorluğa çok uluslu bir nitelik kazandıran Rumeli’ndeki topraklardı. 1908’in Osmanlı İmparatorluğu, 1911’de İtalya’nın Libya’yı ve 1912’de Balkan devletlerinin Edirne ve İstanbul arasında uzanan yerler dışında tüm Avrupa topraklarını işgal etmeleriyle birlikte tanınmaz bir duruma gelmiştir. Bu korkunç yenilgilerden sonra Osmanlıcılık politikasının yerini İslamcılık ve Türk ulusçuluğu almıştır. Türkler sayıca imparatorluğun en önemli unsuru olduklarından Türk ulusçuluğuna daha fazla yer verilmesi gereği duyulmuştur. Henüz Arap toprakları kaybedilmediğinden de İslamcılık başvurulabilecek önemli bir araçtı. Ayrıca, bu

dönemde Türkler dinlerine çok bağlıydılar. İslamcılığa en önemli darbe Arnavutların İmparatorluktan ayrılması olmuştur. Bu ise Türkçülük akımının güçlenmesine neden oldu. Bu Türkçülük, Turancılık biçiminde kenMini gösterdi. Turancılık bir yayılma ideolojisi olduğundan İttahatçıların psikolojik durumlarına çok uygundu. Böylece, Arnavutların, Slavların ve Rumların gönlünü almak gereği de ortadan kalkmış oldu.

Mecliste İttihatçı düşmanlığı yapan toplulukların başında Arnavutlarla Rumlar vardı. Bu nedenle bu toplulukların temsilcilik sayıları 1912’de oldukça azaltıldı. 1908 devrimini en çok destekleyenler Yahudilerdi. İttihad ve Terakki Cemiyeti’nde en etkin kişilerinden biri olan Emanuel Karasu bir Yahudi idi. Yahudilerin bu tutumu Meclislerde sayılarının aynı kalmasıyla ödüllendirilirdi. Ermeni ve Slav milletvekillerinin sayılarında büyük bir değişiklik göze çarpmamaktadır. Her iki topluluğunda ittihatçı aleyhtarı milletvekilleri yerlerini daha ılımlılara bırakmak zorunda kalmışlardır. 1914 seçimlerinde en göze batan değişiklik Arap temsilcilerinin sayılarının çoğalmasıdır. 1908’de Mecliste 60 Arap milletvekili varken, bu sayı 1912’de 68, 1914’de 84’e yükselmiştir (Ahmad, 1971: 230). Tüm bu değişikliğin nedeni Araplardan gelebilecek muhalefeti yatıştırmak ve onlara İslamcılık politikasını benimsetmek içindi. Ahmad ve Rustow’un belirttiği gibi İttihatçılar, Meclisi Osmanlı toplumundaki çeşitli toplulukları ve çıkarları denetimleri altına almak için bir araç olarak kullanmışlardır (Ahmad ve Rustow,1976: 257). Jön Türkler gereğinde Türk olmayan toplumlara geniş temsilcilik vererek ve aralarından Osmanlıcılık akımını benimseyenleri destekleyerek onları hoşnut etmeye çalışıyorlardı. Gereğinde de, kendilerine ters düşen topluluklara az temsilcilik vererek cezalandırılıyorlardı. Ayan Meclisini de ittihatçılar aynı amaçlarla kullanmışlardır. Meclis, Jön Türkler açısından etkin bir sübap rolü görmekteydi. Herhalde Meclisin kapatılmasında bu sübap niteliğinin önemli bir rolü olmuştur.

Osmanlı Meclislerindeki milletvekillerini iki seçkin yapıya ayırarak inceleye- biliriz. Bunlardan ilki, idareci, meslek sahibi ve işadamlarından oluşan kentli seçkinler. İkincisi ise büyük veya küçük toprak sahibi ile ulemadan oluşan eşrafı ve taşrayı temsil eden seçkinler. Meclisin % 50’sini oluşturan kentli seçkinler toplumsal değişmeden yana ve toplumsal ve siyasal kurumlarda reform yapılmasını isteyen kişilerden oluşmuştu. Buna karşın, toprak sahipleri ve ulemadan oluşan ikinci grup

seçkinler geleneklerine bağlı tutucu ve her türlü reforma düşman kişilerden meydana geliyordu. İttihat ve Terakki özünde kentlilerden oluşmuştu. Fakat ittihatçıların köylerdeki yerel kolları tutucu olan toprak sahipleri ve ulemalarca denetlenmekteydi.

1908 seçimlerinde, İttihat ve Terakki Saraya karşı gerçekleştirilen bir devlimin saygınlığına dayanarak büyük bir basan kazandı. İmparatorluğun birçok sorunu konusunda İttihatçıların belirsiz bir tutum takınmaları, Türk olmayan toplulukların bile Osmanlılık ve reforma dayanan İttihatçı programı desteklemelerine neden olmuştur. İttihatçılara karşı ilk muhalefet Eylül 1908 de Osmanlı Ahrar (serbest olanlar) Fırkası ile başladı. Gene bir gizli cemiyetten partiye dönüşen bu liberaller (Ahrar Fırkası) ilk kuruluşlarında tutucu değillerdi. Kısa bir zamanda geniş gerici çevreler İttihat ve Terakki’ye karşı mücadelelerinde Ahrar Partisi kapatıldı. Ahrar partisinin boş bıraktığı yeri, Hürriyet ve İtilaf (anlaşma) Fırkası kurularak doldurdu. Hürriyet ve İtilaf Fırkası Ulusal Kurtuluş Savaşına karşı düşmanca bir tutum takınmış ve Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte tarihe karışmıştır. İttihatçılar Osmancılık düşüncesini merkezileşmiş bir devlet yapısı içinde yaymak istiyorlardı. Liberaller ise bu görüşe karşıydılar ve azınlık gruplarına özerklik sağlayacak âdemi merkeziyet yanlışıydılar. Ekonomi alanında ise, İttihatçılardan daha çok laissez-faire ideolojisine yatkın idiler (Alkan, 1992: 68–71).

Bu siyasal kutuplaşmanın altında yatan gerçek ise çok daha başka idi. İttihatçılar toplumsal yapıda güç kazanmaya başlayan yeni sınıflarca destekleniyordu. Liberaller ise, merkezde veya taşrada eskiden beri yönetici olan seçkin katmanlardan gelen kişilerce yönetiliyordu. Bu nedenle liberaller, devrimi siyasal devrim aşamasında tutarak zamanla sarayın egemenliğinde olan gücün kendi ellerine geçeceğini umuyorlardı. Bu her iki grubun özünü de Türkler oluşturmakla birlikte, Türk olmayanlarda kendi içlerinde bölünmüş olduğundan, siyasal bağları Türklerinkini andırıyordu. Fakat çok geçmeden Türk olmayan milletvekilleri İttihat ve Terakkiyi desteklemekten vazgeçip, çıkarlarına daha uygun düşen Liberalleri desteklemeye başladılar. Genç Türk dönemi, Rustow'un belirttiği gibi, yalnızca ulusçuluğun ortaya çıktığı bir dönem değildir. Aynı zamanda bu dönemde, siyasette o güne dek bilinmeyen yöntemlerde kullanılmaya başlandı. Bunlar arasında; hükümetin yasamaya karşı sorumlu olması, periyodik parlamento seçimlerinin yapılması,

günlük gazeteciliğin gelişmesi, taşrada siyasal derneklerin kurulması ve ordunun siyasete müdahalesi sayılabilir (Ahmed ve Rustow, 1976: 252).

Siyasal parti merdivenlerinde yürüyerek ilerlemek ve bu yolla siyasal seçkinler içine girmek yine bu dönemde ortaya çıktı. Siyasal parti yoluyla yükselmeye örnek olarak, İttihat ve Terakki Cemiyetinde etkili bir kişiliği olan Talat Paşa’nın yaşamını verebiliriz. Mehmet Talat (1874–1921) basit bir aliledendir, orta eğitimini yaptıktan sonra Hukuk Mektebine devam etmişse de bitirememiştir. Edirne’de Yahudi Mektebinde Türkçe öğretmenliği yapmış, daha sonra postahanede sıradan bir memur olarak çalışmıştır. Osmanlı Hürriyet Cemiyeti'nin kurucu üyesidir. Devrimden sonra, her üç Mecliste milletvekilliği yapmıştır. Çeşitli kabinelerde Dâhiliye Nazırlığı yapmış ve 1917 de Sadrazamlığa kadar yükselmiştir (Ahmad, 1971: 262). Hüseyin Cahit'in yazdığı gibi “O İttihat ve Terakki’yi vücuda getirmekte, kuvvetlendirmekte ve icraata sevk etmekte büyük bir hizmet ifa etti. İttihat ve Terakki de Talat Paşa’yı ymeydana getirdi” (Yalçın, 1943: 38). Bu dönemde birçok yeni toplumsal unsurlar yönetici seçkinler içine girdi ve yeni toplumsal bir sınıf olarak Müslüman-Türk burjuva sınıfı oluşmaya başladı.

19.yy. sonları ve 20. yy. başlarındaki Jön Türk hareketi, o döneme göre ilerici güçlerin gerçekleştirdikleri, ilk Türk siyasal devrimidir. Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasını gerçekleştiren 1918–1923 Ulusal Türk Devrimi ve sonrasında ülkeyi yöneten toplumsal güçler, İttihat ve Terakki yıllarında doğup gelişmeye başlamıştır.

2.6. Osmanlı’nın Son Döneminde Seçkinler Dönüşümüne Modernleşmenin