• Sonuç bulunamadı

Osmanlı Bireyine Dönüş: Mahalle Halkından Udûl veya İdeal Bireyler

2. TRABZON ŞEHRİ VE GELENEKSEL MEKÂNIN TEMEDDÜN ÜZERİNDEN SOSYO-POLİTİK ORGANİZASYONU

2.3. Trabzon’da Mahalle

2.3.10. Hakikat-ı Hâl ve Mahalle Halkı

2.3.10.1. Osmanlı Bireyine Dönüş: Mahalle Halkından Udûl veya İdeal Bireyler

Osmanlı siyaset düşüncesinde bireyin şahit olarak ifade ettiği öneme yukarıda temas edilmişti. Bu bölümde de, Osmanlı İmparatorluğu’nun en önemli siyasal konularından biri olan hazine hususunda, bireyin şahit olarak ifade ettiği öneme dikkat çekilmeye çalışılarak, Osmanlı’da ideal bireyin resmi biraz daha canlı bir şekilde ifade edilmeye çalışılacaktır.

Mahallenin bilgi ile olan münasebeti onu neredeyse bir “bilgi toplumu” olarak değerlendirmeye fırsat verecek kadar açıktır kanaatindeyiz. Dolayısıyla hukukun geleneksel karakterinden kaynaklanan özellikleri, mahalleyi hukukî bir birim olarak değerlendirmemize sebebiyet vermiştir. Bu noktada mahallenin içerisinde anlam kazanan birey de, Osmanlı siyaseti açısından mevcut yapının muhafazasında hem devletin çıkarları hem de toplumun çıkarlarının ortak bir zeminde buluşturulması için temel alınan önemli bir muhatap olmuştur. Udûl-i ricâlin mahalle halkı içerisinden kişiler olmaları, mahallenin gelişmiş yapısının birey olarak udûle de yansıdığının göstergesidir. Örneğin Cami-i Cedîd Mahallesi sâkinlerinden Murtaza b. Mehmed Beşe, meclis-i şer‘de, adı geçen mahalledeki mülkünün hüccetinin yandığını; dolayısıyla mülkün kendisinin olduğunun “mahalle halkından sual olunub hüccet-i cedîd” verilmesini talep etmiştir. Bunun üzerine “udûl-i ricâlden” İshak Beşe ve Topçuzâde İbrahim, mülkü 35 sene önce Murtaza’nın babasının, Kostantin adlı zimmîden aldığını ve onun vefatından sonra da 20 senedir mülkün Murtaza’nın olduğunu ifade etmişlerdir. Böylece Murtaza’ya hüccet verilmiştir.546 Dolayısıyla udûl, bilgi birikimi bakımından gelişmiş bir birimin gelişkin fertlerinden teşekkül etmektedir. Dolayısıyla mahallenin bir ferdi olan âdil kişi, şahitliği ile şehrin en önemli müessesesinin gidişatını etkileme kabiliyeti taşımaktadır.

546

151

Mehmet Genç, bilindiği üzere Osmanlı iktisadî dünya görüşünün temel ilkelerini iaşecilik (provizyonizm), gelenekçilik (tradisyonalizm) ve fiskalizm olarak üçlü bir sacayağına oturtmaktadır. Bunlardan konumuz açısından önemli olan ve devletin iktisadî hayata karşı tavrını belirleyen üçüncü ilke olan fiskalizm, en genel ve kısa tanımı ile hazineye ait gelirleri mümkün olduğu kadar yüksek düzeye çıkarmaya çalışmak ve ulaştığı düzeyin altına inmesini engellemektir.547

Dolayısıyla fiskalizm, Osmanlı iktisadî zihniyetinin kilit unsurlarından biridir ve devletin en çok önem verdiği konuların başında gelmektedir. Yine bu dönemde, iktisadî faaliyetlerin serbest piyasa üzerinden bir burjuva toplumu ile devletten bağımsız bir alanda icra ediliyor olmaması, fiskalizmin aynı zamanda önemli bir siyasal mevzu olduğunu göstermektedir. Bu nedenle Osmanlı İmparatorluğu’nun kurmuş olduğu sistemin ana eksenlerinden biridir.

Hazinenin sicillerimizdeki yansıma biçimi ise “beytü’l-mâl” şeklinde dile getirilmekte ve fiskalizm ilkesi doğrultusunda en önem verilen konulardan biri olduğu, siciller nisbetinde de gözlenebilmektedir. Burada bizim açımızdan önem arzeden husus ise, İmparatorluk için hayati önemi haiz bir mevzunun taşradaki ayağı hususunda udûlün oynadığı roldür. Nitekim beytü’l-mâl hakkında çıkan bir anlaşmazlığın mahkemeye taşınması ile birlikte şehrin en önde gelen kişileri mahkemede taraf olarak hazır bulunmuşlar ve udûl-i ricâlin şahadeti ile devlet mekanizmasının önemli bir meselesi çözüme kavuşturulmuştur. Buna göre, Trabzon İskelesi emini Abdurrahman Bey, Beylerbeyi Mehmed Paşa tarafından vekil olan Dilaver Ağa’dan davacı olmuştur. İfadesine göre: “berrde ve bahrda 10.000 akçeden 100.000 akçeye varınca vâki‘ olan beytü’l-mâl mukataa-yı mezbûreye mahsûl kayd olunub kadîmü’l-eyyâmdan bu ana gelince İskele eminleri mirî tarafından zabt” etmektedirler. Sürmene limanında bir miktar ıslak darı ve bir küçük şayka bulunmuş ve sahibi olmadığı için “izn-i şer‘le” mirî tarafından kabz olunmuş, Moloz adlı mevzide karaya çekilmiştir. Fakat Dilaver Ağa, şayka için “sahib-i devletimize aid olmuşdur” diyerek eminin tasarrufuna mani olmuştur. Bu iddia karşısında sorgulanan Dilaver Ağa, Abdurrahman Bey’in beyanını inkâr etmiştir. Bunun üzerine delil talep edilen Abdurrahman Ağa, udûl-i ricâlden Fazlı Bey b. Ömer Bey, Ahmed Beşe b. Mustafa, Korucu Ahmed Bey b. Yakub (?) ve Ahmed Beşe b. Yusuf’un “berrde ve bahrda 10.000 akçeden 100.000 akçeye varınca vâki‘ olan beytü’l-mâl İskeleye mahsul kayd olunmuşdur

547 Mehmet Genç, Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi, İstanbul: Ötüken Yayınları, 2002, s. 50.

152

kadîmü’l-eyyâmdan bu ana gelince minvâl-i meşrûh üzere vâki‘ olan beytü’l-mâl iskele eminleri zabt idegelmişlerdir” şeklindeki şahitlikleri ile davayı kazanmıştır.548

Görülebileceği üzere kanunnâmeler ile düzenlenen beytü’l-mâlın549

Trabzon’daki ayağı hakkında çıkan bir anlaşmazlık, beylerbeyinin “sahib-i devleti”nin konu olduğu bir davaya sebebiyet vermiştir. Yargılama süreci esnasında ise kadı, kanunnâmelere bakarak hüküm vermekten ziyade, muhtemelen davanın öneminden kaynaklanan dört kişilik bir udûl-i ricâlin şahâdeti ile hüküm vermiştir. Udûlün buradaki konumu gerçekten şaşırtıcıdır. Zira her zaman yanlarında kanûnnâmelerin bulunduğunu bildiğimiz kadılar, söz konusu kanûnnâmelere müracaat etmek yerine bu örnekte udûle başvurmuşlardır. Udûlün de kanûnnâmelerdeki meblağ hadleri ile uyumlu, fakat Trabzon’un deniz kenarında olmasının ve limanı bulunmasının getirdiği farklılığından kaynaklanabileceğini düşündüğümüz meblağ hadlerindeki tam aksi istikamette değişimi ifade eden şahâdeti, meselenin hallolmasına sebep olmuştur. Nitekim 1038 Muharremini’nin gurresinden üç ay tamamına dek beylerbeyi tarafından şehir subaşılığına atanan Mustafa’nın vazifelerinden birinin de 10.000’den aşağı beytü’l-mâlı toplamak olduğu belirtilmiştir.550

Dolayısıyla beylerbeyiler de bu hususu kabullenmiş görünmektedirler.

Bir diğer örneğimiz de iskele ve vakfa dairdir. Evâil-i Şevvâl 1059 tarihinde, Trabzon İskelesi emini Mehmed Ağa’dır. Mehmed Ağa, Hatuniyye Vakfı’na bağlı Balatna câbisi Davud adlı kişiden davacı olmuştur. Canani adlı köy sâkinlerinden Benayota adlı tâcir, bu zamana kadar getirdiği metaın gümrüğünü İskele eminlerine veregelirken, Câbi Davud, Benayota’nın getirdiği metaın gümrüğü vakfa aiddir diyerek müdahele etmiştir. Mehmed Ağa da, gümrüğün kime ait olduğunun bi-garaz Müslümanlardan sorulup yazılmasını talep etmiştir. Öncelikle Davud sorgulanmış ve o ifadesinde Benayota’nın getirdiği mallardan gümrüğü bu zamana kadar vakıf câbilerinin aldığını ifade ederek, Mehmed Ağa’nın iddiasını reddetmiştir. Bunun üzerine Mehmed Ağa’dan delil talep edilmiş, o da udûl-i müsliminden Mehmed Ağa b. Hüseyin Çavuş, Mustafa Ağa b. Ömer Çavuş ve Veli Çelebi b. Hızır Bey’in şehâdetine başvurmuştur. Onlar da köye gelen metaın

548 T.Ş.S., 1825, 30/3. Evâsıt-ı Zi’l-hicce 1037. 549

Fatih devrine ait Anadolu kadılarına hitab eden bir beytü’l-mal kanûnnâmesinde, “…Her ne yerdeki veledi gâib tereke bulunursa, göresiz; eğer şer‘î beytülmal bulunursa on binden aşağasın âmillerime teslim eylesiz, mutasarrıf olalar ve on bin ve on binden ziyâde olsa, beğlik için zabtedesiz…”denilmektedir. Akgündüz, Osmanlı Kanûnnameleri 1. Kitap, s. 575.

550

153

gümrüğünü iskele eminlerinin alageldiklerini ifade etmişlerdir. Neticede Mehmed Ağa davayı kazanmıştır.551

Görülebileceği üzere kurumların esas alındığı ve kişilerin geçici kabul edildiği bir sistemden ziyade, bireyin ahlâki formasyonuna önem veren bir sistem ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla nasıl hükümdara bakışın ahlâk üzerine temellenen bir yapısı var ise, toplumda da ideal birey ahlâk üzerinden değerlendirilmekte ve ahlâki özellikleri taşıdığı anlaşıldığında bu durum hukuk nezdinde kendisinin haber alma kaynağı olarak değerlendirilmesine neden olmaktadır. Dolayısıyla fıkıh, kendisine ahlâkı temel alması ile tam bir geleneksel hukuk olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim onun bir çok konuda belli toplumsal birimleri kendisine veri alması, yani yukarıda açıkladığımız üzere temeddün kaynaklı medenî tabiatlı varoluşu kendisine baz alan fıkıh, bir şahitten ziyade asgari iki kişinin şahadetini makbul görmekte ya da mahalle içerisinde cari olan kontrol mekanizmasından süzülmüş bilgiyi hükmünde temel almaktadır. Bu noktada ise tanınılabilirlik en önemli veri olarak karşımıza çıkmakta ve bu da “medeniyyün bi’t-tab‘” olan insanın pratikteki görünümü olmaktadır.

Dolayısıyla Osmanlı bireyi belli toplumsal gruplar içerisinde anlam kazanan ve işlevsellik edinen bir bireydir. Yani mahallenin ya da ait olduğu meslek grubunun onu tanıması, kendisinin devlet nezdinde de tanınmasına neden olmaktadır. Bununla birlikte bireyi, söz konusu grupların içerisinde erimiş, hiçbir çıkarını savunamayan pasif nesneler halinde de düşünmemek gerekmektedir. En güçlü organik bağların cari olduğu ailede dahi birey, kendi çıkarlarını savunabilmekte, bireysel varlığını garanti altına alacak faaliyetler yürütebilmektedir. Bunlar içerisinde bilhassa dikkat çekeni karı-koca arasındaki mal-ayrılığında kendini hissettirmektedir. R. Jennings’in belirttiği gibi, bu dönem İngilteresinde bir kadın evlendiğinde mülkü üzerindeki hakkını kocası lehine yitirirken,552

Osmanlı toplumunda kadın mülkiyet haklarını muhafaza etmekteydi. Hatta karı ve koca arasında mülk satışları dahi gerçekleştirilebilmekteydi.553

Bunun yanında aile fertlerinin tamamı

551 T.Ş.S., 1831, 28/11.

552

Ronald C. Jennings, “Women in early 17th century Ottoman judicial records-The Sharia court of Anatolian Kayseri”, Journal of the Economic and Social History of the Orient, 18, (1975), s. 101.

553 T.Ş.S., 1825, 30/4 (koca, karısına mülk satıyor), T.Ş.S., 1827, 16/9 (koca, karısına mülk satıyor); T.Ş.S., 1830, 50/3 (koca, karısına mülk satıyor), 64/7 (koca, karısına mülk satıyor); T.Ş.S., 1831, 17/2 (koca, karısına mülk satıyor), 29/17 (kadın, kocasına mülk satıyor), 34/5 (kadın, kocasına mülk satıyor).

154 birbirlerine mülk alıp-satmakta554

ve bireysel mülkiyet haklarını savunmakta rahatlıkla mahkemeyi kullanabilmekteydiler.555 Yine aile arasındaki borç-alacak ilişkileri bireysel alanın varlığını göstermekte oldukça manidardır.556

Mehmed Çelebi b. İsa, zevcesi Fatma bint el-hacc Hüseyin’den 16.000 akçe borç almıştır ve bunun karşılığında Yeni Cuma Mahallesi’ndeki evini karısına satmıştır.557

Yine Ahmed Çelebi, hayatta iken, karısı Zakire’ye 5.000 akçe borç vermiştir. Ölümünden sonra muhallefâtını elinde bulunduran Ahmed’in kardeşi Pirî b. Derviş, bu borcu Zakire’den tahsil etmek için mahkemeye başvurmuş ve davayı da kazanmıştır.558

Şana Köyü’nden Ayşe Hatun, kocası Ahmed b. Mehmed ile arasındaki borç yüzünden çıkan “münâzaâtı kesîre”den sonra sulh yolunu seçmiş ve kocasından bir karasığır alarak zimmetini ibrâ etmiştir.559

Kayıtta iki tarafın boşanmış olduklarına dair bir emare bulunmamaktadır, aksine Ahmed b. Mehmed, Ayşe Hatun’un “zevci” olarak tavsif edilmiştir; dolayısıyla evlilik akdinin geçerli olduğu bir dönemde bu borç söz konusudur. Bunun yanında kocanın karısına neden ve ne borçlu olduğu belli değildir. Fakat görüleceği üzere kadın, hakkını tahakkuk ettirerek bireysel alanını korumuştur.

Bunun yanında boşanmadan sonra tarafların malları hususunda genelde herhangi bir karışıklık çıkmamaktadır. Her iki taraf da kendi mülkiyetlerinde olan malları alarak birbirlerinin zimmetlerini ibrâ etmektedirler. Örneğin Dergâh-ı âlî yeniçerilerinden Ahmed Beşe b. Ali, hul‘ ile boşadığı karısı Neslihan’dan ayna, gömlek, sandık gibi kendisine ait olan mallarını almış ve Neslihan’ın zimmetini ibrâ etmiştir.560

Bize göre önemli bir diğer örnek de, bir kadının mahkemeye başvurarak, kocası ile ortak sahip oldukları evin kendi payına ve kocası payına düşen kısımlarının hüccet ile tescil ettirilmesi talebidir. Hacı Kasım Mahallesi’nden Ayni bint Abdullah, kocası Mustafa b. Mehmed mahzârında ikrâr etmiştir. Buna göre, adı geçen mahallede bulunan boş araziyi

554 T.Ş.S., 1827, 61/3 (oğul, annesine mülk satıyor); T.Ş.S., 1831, 5/2 (oğul, annesine mülk satıyor), 56/3 (baba, kızına mülk satıyor).

555

Miras paylaşımları hakkında birkaç örnek için bkz. T.Ş.S., 1822, 18/5’den 19/1’e kadar bir ailenin miras paylaşımı. T.Ş.S., 1823-1, 12/5, T.Ş.S., 1825, 65/2, 65/3, 92/7; T.Ş.S., 1826, 21/3.

556 K. İnan, bu tür ilişkilerin aile içerisinde tabiî karşılandığını, kadınların belli bir malî güce sahip olup aile içerisinde kocalarına borç verip onların borçlarına kefil olabildiklerini ve hatta borç sebebiyle satılan mülkleri alabilecek kudrette olduklarını ifade etmektedir. İnan, “Trabzon Şer’iye Sicillerine Göre 17. Yüzyıl Ortalarında Borç-Alacak İlişkileri”, s. 108.

557 T.Ş.S., 1822, 56/6. 558 T.Ş.S., 1826, 20/8. 559 T.Ş.S., 1825, 17/1. 560

155

Mustafa kendi malıyla 50 kuruşa satın almış ve Ayni’nin 80 kuruşuna da üzerine bir ev bina etmişlerdir. Bu doğrultuda evin 50 kuruşu kocanın ve 80 kuruşu Ayni’nin olmak üzere hüccet verilmesini talep etmiştir.561

Dolayısıyla “ben” üzerine temellendirilen bir bireysel bakış açısı çok sonraları ortaya çıkmış değildir. Bilhassa hukukun bireysel alanın muhafazası noktasındaki hassasiyeti nedeniyle, bu algı, hemen her zaman gerek devlet nezdinde gerekse bireylerin kendi algılama biçimlerinde vardır.