• Sonuç bulunamadı

Muslihûn ve “Kamuoyu”: “Es sulhu seyyidü’l-ahkâm”

2. TRABZON ŞEHRİ VE GELENEKSEL MEKÂNIN TEMEDDÜN ÜZERİNDEN SOSYO-POLİTİK ORGANİZASYONU

2.4. Trabzon Şehrinde Toplumun Temsil Edilme Biçimleri

2.4.3. Muslihûn ve “Kamuoyu”: “Es sulhu seyyidü’l-ahkâm”

Kınalızâde, nefsin anlaşmazlıktan ziyade uyumu tercih etmesini, iffet altında toplanan güzel huylardan müsalemet olarak zikretmektedir.626

Yine B. Gencer’in belirttiği gibi Aristo, yekpare çıkar ve kanaate sahip yekpare bir cemaat öngörmektedir. Bu nedenle o, kamuoyundan çeşitli aracı, düzeltici kurumlar sayesinde birbirleri ile çatışan özel çıkarların uzlaştırıldığı ortak bir oyu, tabir yerinde ise sosyal örfü anlamaktadır.627

Osmanlı İmparatorluğu’nda da Aristo’nun temsil ettiği hikmet kaynaklı bu sosyal uyumu sağlayacak bazı aracıların olduğu görülmektedir. Muslihûnun Osmanlı İmparatorluğu bağlamında sosyal örfü temsil eden en önemli kişiler olduğu söylenebilir. Hemen birçok anlaşmazlıkta meclis-i şer‘den önce tarafları uzlaştırma arayışında olan bu grup, bireylerin şahsî çıkarlarını uzlaştırarak, genel nizâmın tesisinde önemli bir fonksiyon üstlenmektedirler.

Belgelerimizde “es sulhu seyyidü’l-ahkâm”628

şeklinde tavsif edilen sulh, Işık Tamdoğan’ın ortaya koyduğu gibi hem şer‘î ve örfî hem de kanûnda kendisine yer edinen bir meseledir.629 Borç-alacak ilişkilerinden mülk ihtilaflarına, adam öldürmeden miras anlaşmazlıkları ve mihr-i müeccel taleplerine kadar birçok konuda sulh yapılabildiği görülmektedir.630

Bunların tek istisnası ise Allah’ın hakkı olan hadd cezalarında, yani hırsızlık veya ırza geçme suçlarındadır.631

626 Kınalızâde, s. 109.

627

Gencer, Hikmet Kavşağında Edmund Burke ile Ahmed Cevdet, s. 155. 628 T.Ş.S., 1824, 51/6. (Sulh, hükümlerin efendisidir).

629 Işık Tamdoğan, “Sulh and the 18th Century Ottoman Courts of Üsküdar and Adana”, Islamic Law and Society, 15, (2008), s. 63-65. Sulhün fıkhî boyutu hakkında kısaca bkz. Heffening, “Sulh”, İ.A., C. 11, İstanbul, 1979, s. 21-22. 630 T.Ş.S., 1820-6, 43/3; T.Ş.S., 1821, 14/1, 31/2; T.Ş.S., 1821-4, 14/8; 35/9; 73/4; 73/9; 76/4; 95/2; T.Ş.S., 1822, 41/3, 41/6, 46/4, 51/3, 53/5; T.Ş.S., 1825, 59/3, 66/9, 76/1, 76/2, 82/3, 92/4, 97/8; T.Ş.S., 1826, 23/6, 27/7, 32/8, 35/2, 41/10, 49/4; T.Ş.S., 1827, 7/5, 9/3, 26/5, 29/7, 32/9, 39/9, 40/8, 41/3, 42/6, 44/11, 52/7, 53/10, 61/2, 65/2, 73/2, 75/5; T.Ş.S., 1828, 3/8, 11/6, 33/4; T.Ş.S., 1829, 22/8, 31/3, 32/2; T.Ş.S., 1830, 9/3, 10/3, 10/10, 11/5, 17/6, 28/3, 30/7, 36/1, 50/2, 51/3, 54/6, 60/9, 62/9, 64/6, 72/8; T.Ş.S., 1831, 6/10, 11/2,

175

Sulh anlaşmalarının genelde iki tür oldukları görülmektedir. Bunlardan ilki, meclis-i şer‘meclis-in dışında vuku bulup daha sonra kadının huzuruna gelmeclis-inerek tescmeclis-il ettmeclis-irmeclis-ilen sulh akidleridir. İkinci ise, meclis-i şer‘de meydana gelen sulh anlaşmalarıdır.632

Bizi burada asıl ilgilendiren ise meclis-i şer‘in dışında vuku bulup, bir şekilde kadının huzuruna gelen sulh anlaşmalarının, kadı tarafından hiçbir sorunla karşılaşmadan kabul edilmesi hususudur.

Bu noktada tespitlerimiz için en uygun sulh kayıtları adam öldürme ile ilgili olanlardır. Nitekim Trabzon Kazası’na bağlı Vayton adlı köyden olup bundan önce katledilen Mustafa b. Yusuf’un ana-baba bir kardeşi Mehmed b. Yusuf, meclis-i şer‘de yine aynı köyden Mehmed Çelebi b. Ali Beşe “muvacehesinde” şu şekilde “ikrâr ve itirâf” etmiştir: “Karındaşım mezbûr Mustafa’yı mezkûr Mehmed Çelebi darb ve katl idüb dem-i diyetin taleb ve da‘va iylediğimde mabeynimizde münâza‘ât-ı kesîreden sonra muslihûn tavassut idüb es-sulhu seyyidü’l-ahkâm fehvâsınca ma-beynimizi 50 riyalî guruşa sulh idüb ben dahi bedel-i sulh olan 50 guruşu mezkûr Mehmed Çelebi yedinden bi’t-temâm alub kabul ve kabz idüb min-ba‘d karındaşım maktûl-i mezbûr Mustafa’nın dem ü diyetin müteallik cem‘i da‘vâdan mesfûr Mehmed Çelebi’nin zimmetini ibrâ’-i âmm ile ibrâ ve ıskât iyledim ba‘de’l-yevm husûs-ı mezbûr içün asaleten veya vekâleten da‘vâ sâdır olursa inde’l-hükkâm mesmû‘a ve makbûle olunmaya.” Bu beyanından sonra Mehmed Çelebi’nin de durumu tasdik etmesi ile birlikte kayıt sona ermiştir.633

Şimdi, davayı geçmişten sonuçlanana dek kronolojik bir tasnife tâbi tuttuğumuzda, karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır: Öncelikle Mehmed Çelebi Mustafa’yı darp etmiş ve öldürmüştür. Ardından Mehmed b. Yusuf, kardeşinin katili Mehmed Çelebi’den dem-i diyet talebinde bulunmuştur.634

Akabinde aralarında şiddetli bir tartışma cereyan etmiştir. 11/11, 13/11, 17/15, 19/5, 22/5, 26/5, 30/2, 31/2, 32/13, 40/9, 42/9, 48/2, 48/8, 54/3, 65/3, 66/9, 66/11, 74/2, 75/3, 99/5.

631 Heffening, “Sulh”, s. 22. 632

Tamdoğan, “Sulh and the 18th Century Ottoman Courts of Üsküdar and Adana” s. 56. 633 T.Ş.S., 1828, 11/6.

634 Bu husus bizim için şu bakımdan da önem taşımaktadır. Haklarının farkında olan Mehmed b. Yusuf, mahkemeye gitmeden önce hukukun ve kendi hukukunun gereği olan dem-i diyeti talep etmiştir. Dolayısıyla kadıya başvurmadan önce kadının vereceği hükmün ne olduğunu bilen Mehmed, adaletin kendi aralarında tecellisini temin etmeye çalışmıştır. Fakat “münaza‘ât-ı kesîre” ortaya çıkınca bu faaliyeti başarılı olamamıştır. Mehmed’in böyle bir yol takip etmek istemesinin nedeni hakkında da iki gerekçe öne sürülebilir. Bunlardan ilki, zaten belli olan bir cezanın tazmini için köyden kalkıp şehre gitmek külfetinden kurtulma isteğidir. İkincisi ise kadının alacağı harçtan kaçınmaktır. Örneğin I. Ahmed devrinde kadının hüccetinin resmi 26 akçedir. Dolayısıyla kendi aralarında anlaşmaya vardıklarında bu vergiyi vermek

176

Bundan sonra muslihûn araya girmiş ve onları 50 kuruşa anlaştırmıştır. Mehmed b. Yusuf bu parayı almıştır. Daha sonra taraflar meclis-i şer‘e gelerek bu durumu bildirmişlerdir. En sonda da Mehmed, Mehmed Çelebi’nin zimmetini ibrâ etmiş ve hatta bu konu hakkında daha sonra herhangi bir dava söz konusu olursa, bunun göz önünde bulundurulmamasını söylemiştir. Dolayısıyla hak ve tahakkuk ilişkisi, taraf olan fertler haklarını aldıktan sonra (sulh meblağını ödedikten sonra zimmetinin ibrâ edilmesi de Mehmed Çelebi’nin hakkıdır) tamamlanmış ve bundan sonra devlet tarafından bir kamu davası açılmamıştır. Modern hukuk açısından sorun teşkil eden bu durum, kamusal ve özel alan arasındaki ayrımı da sorunlu hale getirmektedir. “Özel alan”a dair bir cinayet davasında, maktulün yakınları, muslihûnun araya girmesi neticesinde katil ile sulh olmakta ve bunu da kadıya giderek tescil ettirebilmektedirler. Kadı ise bu toplumsal dinamiği “resmî”leştirerek “kamu” adına herhangi bir dava gütmemekte ve toplumun kendi alanında yapılmış olan anlaşma, meselenin halli olarak telakki edilmektedir. Bu hususu açıklamanın bizim açımızdan tek bir yolu bulunmaktadır. Bu da fıkhın hak konusunda, vakıflar müstesna, ferdî bir bakışa sahip olmasıdır. Yani fıkıh nazarında herhangi bir tüzel kişiliğin hakkı söz konusu değildir. Aslolan gerçek şahsiyetlerin haklarıdır. İhkâk-ı hakk olarak tanımlanan adalet insanlara ait hakka dayanmaktadır.635

Dolayısıyla fıkıh bağlamında ortada “kamu”yu ilgilendiren bir hak bulunmamaktadır.636

Bu ise kamusal ve özel alan ayrımının muğlâklığına işaret etmektedir. Nitekim toplumun kendi “özel” alanında yaptığı bir anlaşmanın, hiçbir tereddüt göstermeden kadı mahkemesi tarafından kabul edilmesi bu durumun en önemli göstergesidir. Örneğin Adana şer‘iye sicillerindeki bir sulh kaydı bu bakımdan manidardır. Buna göre, Ayşe adlı kadın, Mustafa Beşe’nin kocası İbrahim’i beş yıl önce yaraladığını ve kocasının bu yaradan dolayı vefat ettiğini söylemiştir. Dolayısıyla Mustafa Beşe’nin meclis-i şer‘e getirilerek sorgulanmasını talep etmiştir. Mustafa Beşe cevabında, kendisinin İbrahim ile o ölmeden bir sene önce bir sulh akdettiklerini ve sulh bedeli olan 50 kuruşu, zorunda kalmayacaklardır. (Vergilerin devamı için bkz. Akgündüz, Osmanlı Kanunâmeleri ve Hukukî Tahlilleri, 9/1. Kitap-9/2. Kitap, s. 518-519). 1520 tarihli I. Selim Kanûnnâmesinde de kadı hüccetinin resmi 26 akçedir. Dolayısıyla 100 sene içerisinde herhangi bir değişim olmadığı görülmektedir. (Yücel-Pulaha, I. Selim Kanûnnâmeleri, s. 182-183). 17. ve 18. yüzyıllarda kadı mahkemesini kullanmanın maddi boyutu hakkında ayrıca bkz. Boğaç A. Ergene, “Costs of Court Usage in Seventeenth -and Eighteenth- Century Ottoman Anatolia: Court Fees as Recorded in Estate Inventories”, Journal of Economic and Social History of Orient, 45,1, (2002), s. 20-39.

635 Bu konuda, tüzel kişiler bağlamında ve Namık Kemal’in görüşleri ekseninde bir tartışma için bkz. Bedri Gencer, “Namık Kemal’in Modern Devlet’e Karşı ‘Hak’ Arayışı”, İnsan Hakları Araştırmaları, S. 3/5, (2005), s. 135-146.

636 Bununla birlikte III. Bölümde bahsedileceği üzere, kanûnâmelerde, cinayet hususunda şer‘î karar olan kısas uygulanmazsa cerime alınacağı belirtilmektedir. Bu noktada sulh akabinde davanın kamu davasına dönüşmesi söz konusu değilse de, Osmanlı’da modern anlamda bir kamusallığın potansiyeli olduğu da aşikârdır. Yani kısasın uygulanmaması halinde, devlet de olaya müdahil olmakta ve cerime almaktadır.

177

17 kuruş kıymetli bir Kur‘an-ı Kerîm’i ve 10 kuruş kıymetli bir kılıcı İbrahim’e verdiğini ifade etmiştir. Ayrıca bunları alan İbrahim’in gelecekte bu konu hususunda kendisinden davacı olmayacağını söylediğini de vurgulamıştır. Ayşe’nin inkârı üzerine Mustafa Beşe’den delil talep edilmiş, o da iki şahit ile ifadesinin doğruluğunu ispat etmiştir. Şahitlerin beyanlarına göre, ölümünden önce İbrahim, Ömer Ağa’ya ait odada söz konusu sulh bedellerini almış ve kendisinden davacı olmayacağına dair de ifade vermiştir. Şahitlerin ifadesi üzerine kadı da sulhün varlığını kabul etmiş ve Ayşe Hatun’u davadan men etmiştir.637

Görülebileceği üzere Ömer Ağa adlı bir kişinin (ki I. Tamdoğan’ın da belirttiği gibi muhtemelen muslihûndan bir kişidir aynı zamanda) odasında vuku bulmuş bir sulh akdi, modern anlamda her türlü kamusal donanımdan yoksun iken, kadı tarafından kabul edilerek anlaşmazlık konusunda hükmün sonucunu belirlemiştir. Dolayısıyla toplumun kendi arasında akdettiği bir anlaşma, devlet tarafından hiçbir problem addedilmeden kabul edilmiştir. Bunun en önemli sebebinin kamusal ve özel alan arasında modern anlamda bir ayrımın olmamasının yanında, şahitlerin varlığı olduğu düşünülebilir. Nitekim sulh akdi için aracı olan muslihûn aynı zamanda akdin şahitleridirler. Bu şahadet ise sulh akdinin tabir yerinde ise emniyet sübabıdır. Yani onun gerçek olduğunun ve devlet tarafından tanınmasının en önemli gerekçesidir. Dolayısıyla kamusal ve özel alan ayrımının olmadığı bir dünyada ve şahitlerin kadı mahkemesindeki fonksiyonlarının had safhada olduğu bir ortamda, şahitlerin varlığı sulhün taraflarına oldukça önemli bir dayanak temin etmektedir. Mahkemenin toplumun kendi arasında yaptıkları sulhü kabul etmesinin bağlantı noktasını da şahitler teşkil etmektedir. Dolayısıyla şahitler, “kamusal alan” ve “özel alan”ın bütünselliğinin odak noktasında yer almaktadırlar. Özel şahıslar olarak “özel hukukun” ve “kamusal hukukun” her alanında, toplumu ve devleti ilgilendiren konularda kararlara etki ederek de bunu ispat etmektedirler.

Öyle ki bu muslihûn-şahitlerin devlet teşkilatına dair konularda da tavassut ettikleri, hatta gümrük vergisi hususunda aracı olabildikleri dahi görülmektedir. Örneğin tüccâr tâifesinden olup Gürün Kasabası’nda sâkin olan Sefer adlı Ermeni ve yanındaki bir grup zimmî, Gümrük emini Mehmed Ağa’dan davacı olmuşlardır. Buna göre, Trabzon’a gelip keten aldıklarında Mehmed Ağa, “hilâf-ı kanûn” fazla gümrük talep ettiği için tüccâr

637

178

taifesine zulm söz konusu olmuştur. Bunun üzerine muslihûn tavassut etmiş ve “ba‘de’l-yevm” 5.5 batman ketenden 1 kuruş gümrük alınıp, bundan ziyade “eminiyye”, “kâtibiyye” ve “hüddâmiyye” nâmıyla 1 akçe alınmamak üzere Mehmed Ağa taahhüdde bulunmuştur. Bu taahhüde dair bir vesika düzenlenmesini istemişler ve Mehmed Ağa’nın da durumu kabul etmesi üzerine zikrettiğimiz belge yazılmıştır.638

Burada ilginç olan husus, tüccârların da referans verdikleri kanûnda, ketenden ne kadar gümrük alınacağı yazılı iken neden muslihûnun tavassut etmiş olduğudur. Yine buradaki 1 kuruş meblağ, kanûnun vaz ettiği matrah mıdır, yoksa muslihûnun araya girmesi akabinde “ba‘de’l-yevm” ifadesinin çağrıştırdığı gibi o günden sonrası için tespit edilmiş bir meblağ mıdır? Ya da kanûnda yazılı olan meblağın tahakkuk ettirilmesi ve ziyade talep edilen kısmın engellenmesi için mi muslihûn tavassut etmiştir? Yani zaten 5.5. batman ketenden 1 kuruş alınmaktadır; fakat emin, “eminiyye”, “kâtibiyye” ve “hüddâmiyye” namıyla fazla akçe almaktadır ve muslihûnun tavassutu bu üç haksız vergiyi önlemek bağlamında mı olmuştur? Ne yazık ki elimizde bu döneme ait bir İskele Kanûnnâmesi yoktur. Dolayısıyla meseleyi açık bir şekilde ortaya koymak zordur. Fakat birkaç hususa dikkat çekerek belli bir kanaate ulaşmak temin edilebilir. Buna göre, Kanûnî dönemine ait Trabzon Sancağı Kanunnamesi’nde yer alan Kanûnnânem-i İskele-i Trabzon’da, “Kurudan kumaş gelse Müslüman olsun kâfir olsun Trabzon’da satsa yüz akçadan üç akça ve illâ satmayub gemiye koyub âhar yere alub gitse yüzde dörder akça ve kumaş gemi ile Trabzon’a gelse, Müslüman eğer kâfir kumaşının bâhâları mütehammil olduğu üzere kıymat vaz‘ olub yüz akçada dörder akça alına… ” denilmektedir.639

Dolayısıyla burada kumaştan alınacak vergiler yüzde hesabı ile belirlenmiştir. Yani yüz akçada 3 akçe ya da 4 akçe gibi meblağlar söz konusudur. Hâlbuki bizim örneğimizde batman üzerinden vergi matrahı çıkarılmıştır. Yine para birimi de değişmiştir. Bilindiği üzere akçe temel para birimi olma özelliğini 16. yüzyılın son çeyreğine kadar muhafaza etmiştir. Fakat bu dönemde gerek kıtalararası gümüş akışı ve gerekse devletin giderek derinleşen mali sorunları neticesinde meydana gelen ve o zamana kadar görülmemiş büyüklükteki 1585-86 sikke tağşişi neticesinde zamanla itibarını kaybetmiştir. Bu büyük devalüasyonun arkasından gelen ve 1640 yılına kadar süren tağşişlerle birlikte, akçe bu dönemden itibaren yaklaşık elli yıl piyasalarda görülmemiş ve yalnızca bir hesap birimi

638 T.Ş.S., 1831, 36/12. 639

179 konumuna düşmüştür.640

Dolayısıyla akçe üzerinden hesap edilen gümrük vergileri konusunda bir muğlâklık baş göstermiş olması muhtemeldir ve bunu fırsat bilen emin de para birimleri arasındaki bu durumu kendi lehine bir kısım fazla vergilere tahvil etmiş olabilir. Bu nedenle de, muslihûnun aracı olması ile merkezden gelen ve kurları belirleyen hükümler641

nispetinde yeniden bir düzenlemeye gidilerek, âdil bir vergi matrahı belirlenmiş olabilir. Bütün bu söylediklerimizin elbette kesinliği bulunmamaktadır. Fakat şu husus açık bir şekilde ortadadır: Osmanlı para birimi akçeden farklı bir para birimi ile gümrük vergisi alınmaktadır. Dolayısıyla muhakkak buna dair yeni bir düzenlenme yapılmış olmalıdır. Bu düzenlenmede muslihûnun yeri ise tam olarak belli değildir. Fakat eminin haksız bir şekilde aldığı diğer vergilerin bir daha alınmaması hususunda kesinlikle rol sahibidirler.

Burada ayrıca Trabzon’dan olmayan, Sivas’ın Gürün Kasabası’ndan bir grup Ermeni’nin uğradığı gayr-i âdil uygulamayı âdil bir seviyeye çekmek için Trabzon’lu muslihûn, şehrin en önemli birimlerinden birinin başında bulunan Gümrük emininin aleyhine tavassut etmişlerdir. Dolayısıyla adalet ve muslihûn arasındaki bağ, bu örnekte açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

Elbette muslihûnun yukarıda zikrettiğimiz sosyal örfü adalet ekseninde her zaman temsil etmediği düşünülebilir. Çıkarları, belli bir ortak zeminde tavassutlarıyla buluşturan muslihûn, kimi zaman da gayr-i âdil “tavassut”ları ile bir kısım kişilerin haklarının yenmesinde rol almış olabilirler. Nitekim elimizdeki bir örnek bunu çağrıştıran bir kısım veriler içermektedir. Akçaabad Nahiyesi’ne bağlı Hurda (?) adlı köy sâkinlerinden Kirdemelik v. Todori, kısrağını Sinan b. Yusuf’un yanına, otlağa bağlayıp gitmiştir. Daha sonra geldiğinde ise kısrağı yaralı olarak bulmuş ve kısrak bu yaradan dolayı ölmüştür. Kirdemelik, onu yaralayanın Sinan b. Yusuf olduğu zannıyla nizâ eylemiştir. Fakat daha sonra hiçbir gerekçe göstermeden nizâsından feragât etmiş ve Sinan’ın zimmetini ibrâ etmiştir.642

Bu noktada köyün ileri gelenlerinden bazı kişilerin muslihûn olarak araya girip

640 Akçe hakkında daha geniş bilgi için bkz. Halil Sahillioğlu, “Akçe”, D.İ.A., C. II, İstanbul, 1989. s. 224-227. Osmanlı İmparatorluğu’nun para politikasında yaşanan bu dalgalanmalar hakkında tafsilat için bkz. Şevket Pamuk, Osmanlı İmparatorluğu’nda Paranın Tarihi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2000, s. 143-186. 17. yüzyılın ortalarında Trabzon’daki mülk satışı işlemlerinde bu yabancı paraların kullanılmaları hakkında bkz. İnan, “1831 Nolu Şeriye Siciline Göre Trabzon’da Mülk Satışları”, s. 112-113.

641 Örneğin bkz. T.Ş.S., 1831, 86/4. 642

180

Kirdemelik’i tehdit ettiğine dair bir şüphe duymak mümkündür. Nitekim onun gerekçe göstermemesini de bu şüpheyi destekler mahiyette telakkî etmek ihtimalimiz de vardır. Dolayısıyla bir kısım muslihûnun gayr-i âdil tavırlar içerisinde olabileceği ihtimali her zaman bulunmaktadır. Fakat bu örnekte düşünülmesi gereken bir başka husus da, Kirdemelik’in kendi ifadesinde yer alan “zannıyla” lafzıdır. Yani Sinan’ın yaralamış olabileceğini zannederek nizâ çıkardığını söylemektedir. Bu nedenle sonradan köyde cereyan eden bir toplumsal araştırmanın643

neticesinde bu zannının haksız olduğunu anlamış olması ve nizâsından vazgeçmiş olması da yüksek bir ihtimaldir. Nitekim incelenen sicillerde muslihûnun gayr-i âdil ya da güdümlü davranmış olabileceğini açıkça gösteren bir adet dahi örnek bulunmamaktadır. Zimmîler lehine, emin aleyhine tavassut edebilme kapasiteleri de, onların genel temâyüllerini göstermek bakımından önemli bir işarettir kanaatindeyiz. Dolayısıyla çok sıkı toplumsal kontrol mekanizmalarının işlediği bir sosyal zeminde, muslihûnun genelde sosyal örfü temsil ederek, bunun meclis-i şer‘deki hukuk ile buluşmasında aracı bir fonksiyon üstlendikleri tespiti yapılabilir.

Muslihûnun kimliklerini ise tam anlamıyla ortaya koymak biraz zordur. Kayıtlarda genelde sadece muslihûn ya da “Müslimûn-ı muslihûn”,644

kimi zaman da “muslihûn u müslimûn”645

şeklinde zikredilmektedirler.646 Dolayısıyla şuhûdü’l-hâl gibi isimleri zikredilmemektedir. Bu ise kimlikleri konusunu karanlıkta bırakmaktadır. Fakat bir kısım anlaşmazlıklarda kadının önüne gelen davanın içerisindeki şahitlerin muslihûn olabileceği ihtimali, onların genelde toplumun ileri gelenleri arasından kişiler oldukları yolunda değerlendirilmelerine olanak tanımaktadır.647

Bununla birlikte köylerde meydana gelmiş

643 Mahallelinin ve köylünün birbirlerini yakından tanıyan ve birbirlerinden sorumlu kişiler oldukları yukarıda vurgulanmıştı. Dolayısıyla bu yakınlıktan ve iç içelikten kaynaklanmış olabilecek bir toplumsal soruşturma yapılmış olabilir.

644 T.Ş.S., 1825, 87/7. 645 T.Ş.S., 1826, 35/2. 646

Zimmîlerin de kendi aralarında ve Müslümanlar ile olan ilişkilerinde sulh yoluna başvurdukları bilinmektedir. Bu noktada zimmîlerin kendi aralarında yapmış oldukları sulhlarda, muslihûnun da zimmî olduğu düşünülebilir. Elimizdeki bir örnek buna dair bir izlenim edinmemizi sağlamaktadır. Buna göre, Sürmene sâkinlerinden Yazıcı Todor v. Kostantin adlı zimmî, meclis-i şer‘de Vasfek v. Nikola “mahzârında takrîr-i kelâm” etmiş ve bundan önce Vasfek ile aralarında bir anlaşmazlık olmuş ve dava açacağı sırada muslihûn tavassut ederek aralarını “ıslah” etmiştir. Todor, bugünden sonra Vasfek ile bir davası kalmadığını söylemiş ve zimmetini ibrâ etmiştir. Ayrıca o sırada meclis-i şer‘de hazır bulunan Nikotas v. Yori ve Yor v. Efram adlı zimmîler de “merkûm Todor’dan da‘va sâdır olursa her birine biz kefil olduk” demişlerdir. (T.Ş.S., 1824, 64/3). Dolayısıyla bu iki zimmî büyük ihtimalle muslihûndurlar. Hem araya girerek anlaşmazlıktan kaynaklanan ilişkiyi “ıslah” etmişler hem de bir daha dava ortaya çıkmasın diye kefil olmuşlardır.

647 I. Tamdoğan elindeki örnekler üzerinden böyle bir kanaate varmaktadır. Tamdoğan, “Sulh and the 18th Century Ottoman Courts of Üsküdar and Adana”, s. 61-62.

181

anlaşmazlıklarda, köydeki muslihûnun tavassut etmesi, söz konusu ileri gelen kişiler hakkında çıtayı çok yükseltmemek gerektiği hususunda da bizi uyarmaktadır.

Netice itibariyle çok sıkı sosyal bağların olduğu bir zeminde varlık kazanabilecek bir grup olan muslihûn,648

toplumsal dinamiğin adaletin tesisindeki yerini göstermek bakımından önemli bir aracı olarak karşımıza çıkmıştır. Kamusal ve özel alan ayrımının olmadığı bir siyasal sistemde ise oldukça aktif hareket ederek sosyal örfü temsil etmeleri bağlamında, bu toplumsallığı devlet ile buluşturma fonksiyonu üstlenmişlerdir. Hatta “özel” şahıslar olarak gümrük mukataasındaki haksız uygulamaların önüne geçerek adaletin tesisini temin etmişlerdir. Böylece temeddün kaynaklı sosyo-politik düşünme biçiminin en önemli aktörlerinden olarak, devlet ve toplum arasındaki eklem yerlerinden bir diğerini temsil etmişlerdir.

2.4.4. Cemm-i Gafîr ve Cem‘i Kesîr: Ortak Kanaat ve Temsiliyet

İnsanı “medeniyyün bi’t-tab‘” olarak kabul eden sosyo-politik algıdan neşet eden bir diğer toplumsallaşma biçimi ise, “cemm-i gafîr ve cem‘i kesîr” olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu ifadenin toplumda belirgin bir gruba işaret etmekten ziyade, belli meselelerde ortak bir kanaat etrafında bir araya gelen kişilere işaret ettiği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla o konu hakkındaki “kamuoyu”nu temsil ettikleri söylenebilir.

Cemm-i gafîr’e hem “bi-garaz Müslümanlar” denilmekte hem de elimizdeki bir örnekte şuhûdü’l-hâl’in meydana getirdiği birlikteliğe bu ifade ile işaret edilmektedir. Şuhûdü’l-hâl’in buradaki ayırıcı vasfı ise kanaat beyan etmeleridir. Buna göre, İstanbul sâkinlerinden olup vefat etmiş olan Ahmed Ağa’nın yetim çocuklarının vasisi olan Lalezar bint Abdullah adlı kadın649

tarafından vekil tayin edilen Mehmed Çavuş b. Hasan, “mahfil-i kazada”, Trabzon Beylerbey“mahfil-i Yusuf Paşa’nın ka“mahfil-immakamı Murtaza Ağa “muvâcehes“mahfil-inde