• Sonuç bulunamadı

Aile ve Siyaset: “Kamusal Alan” ile “Özel Alan” Arasında Aile

2. TRABZON ŞEHRİ VE GELENEKSEL MEKÂNIN TEMEDDÜN ÜZERİNDEN SOSYO-POLİTİK ORGANİZASYONU

2.4. Trabzon Şehrinde Toplumun Temsil Edilme Biçimleri

2.4.1. Kadı Mahkemesinde Toplumsallaşma ve Devlet-Toplum Birlikteliği

2.4.1.1. Aile ve Siyaset: “Kamusal Alan” ile “Özel Alan” Arasında Aile

Osmanlı evi, Avrupa’daki çağdaşları ile karşılaştırılarak, kamusal alanın oluşumu esnasında evin özelleşerek bireyselleşmesi hususuna dair bir araştırma yapılmamıştır. Nitekim J. Habermas, Avrupa’da evin burjuvalaşma sürecindeki değişimini kamusallık bağlamında değerlendirerek, 17. yüzyılın burjuvalaşmakta olan İngiliz kırsal soylularının bile, “evin ayrışmamışlığına” dayalı eski hayat tarzından uzaklaşıyor olduklarını belirtmektedir. Ona göre hayatın özelleşmesi, mimarî tarzdaki dönüşümde de gözlenebilmektedir. Yeni inşa edilen evler yüksek çatılıdır ve geniş sofa moda olmaktan çıkmıştır. Yemek odası ve oturma odası birinci kata aktarılırken, eskiden sofada yer alan birçok işlev, olağan büyüklükteki odalara dağıtılmıştır. Hayatın önemli bir bölümünün yaşandığı avlu da küçülmüştür. Avlu evin ortasından arka cephesine aktarılmıştır. Yine büyük şehirlerdeki modern özel evlerde, evin işlevlerinin tümünü birbirinden ayrıştırmadan kapsayan mekânlar olabildiğince küçültülmüştür. Girişlerdeki geniş salonlar iyice küçülerek hollere dönüşmüştür. Kutsallığını yitirmiş olan mutfakta, aile ve “evi koruyan ruhlar” yerini artık aşçı ve hizmetçilere bırakmıştır. Bilhassa avlular genellikle daracık, “pis kokan”, rutubetli köşeler haline gelmiştir. Yine bütün ailenin bir arada bulunduğu aile odaları, ya iyice küçülmüş ya da hepten yok olmuştur. Buna karşılık tek tek aile fertlerine ait odalar, giderek çoğalarak kendine özgü tefriş edilmeye başlanmıştır. Aile mensubunun evin içerisinde de tekbaşınalaşması kibarlık sayılmaya başlamıştır.600

Osmanlı’da ise haremlik ve selâmlık601 şeklinde düzenlenen evin haremlik bölümü “özel alan”ı, selâmlık

600 Tafsilat için bkz. Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, s. 118-119. S. Öğün de, bu süreci şu şekilde ifade etmektedir: “… ev burjuva mahremiyetinin çekirdek aile üzerinden kutsanan ve duvarlarına ‘Home, sweet home’ levhasının asıldığı standart ve kültür-dışı olarak tanımlanan ve ekonomi-politik olana indirgenmiş boğucu, sıkıcı kamusal hayatın acısının çıkarılabildiği dört duvar arası mekanlar haline geldi.” Süleyman Seyfi Öğün, Politika ve Kültür, Bursa: Dora Yayınları, 2010, s. 3-4.

601 Trabzon’da bu durum dâhiliye ve hâriciye mülk menzil olarak da ifade edilmektedir. (Trabzon evleri hakkında bkz. Açık, “Bir Yeniden İnşa Denemesi”, s. 227). Ayrıca bir kısım kişilerin evlerinin odalarını kiraladıkları görülmektedir. Örneğin Esma bint Abdullah adlı bir kadının Emine bint Hamza’nın evinin bir odasında kiracı olarak ikâmet ettiği görülmektedir. (T.Ş.S., 1824, 13/6). Dolayısıyla bugünkü mahremiyet algımız itibariyle kabul edilmesi zor olan böyle bir oda kiralama hususu, Osmanlı evinin özel alan olma vasfını sorunlu hale getirmekte, hem de Osmanlı evinin mimarî yapısı hakkında bizi daha çok düşünmeye sevk etmektedir. Nitekim Esma adlı kadının “hâriciye” olarak isimlendirilen bölümdeki bir odayı kiralamış olması muhtemeldir ve bu durum hâriciye bölümünün isminden de anlaşılabileceği üzere “kamusal”lığa dair yorumlanabilir. Trabzon’da, 17. yüzyılın ilk yarısında ayrıca “selâmlık oda” olarak nitelendirilen bölümlere de rastlamak mümkündür. (Bkz. T.Ş.S., 1833, 7/4). Nitekim bu kayıtta, taşra selâmlık odanın ve bahçenin Fatma Hatun’un kocası tarafından Ahmed Ağa adlı bir yabancıya hibe edildiğine dair bir iddia bulunmaktadır. Bu durum Osmanlı evinin bugün anladığımız manada bir bütünlüğe sahip olmadığının bir başka delilidir. Bir evdeki bir odanın, bir başkasına hibe veya satılmasının konu edilmesi bunu açıkça göstermektedir. Yine bir kısım kayıtlarda karşılaştığımız “iç ev” ifadesi de bir bütün olarak evlerin hem “özel”lik hem “kamusal”lığı beraber barındırdığına dair yorumlanabilir. T.Ş.S., 1833, 37/7.

167

ise “kamu”ya açılan ilk bölümü teşkil etmekteydi. Buradan avluya oradan varsa bahçeye açılarak tedricen “kamusal”a doğru giden bir kurulum söz konusu idi. Yani evin kendisi de aslında bir “kamusal”lık içeriyordu. Selâmlık ve avlu bunun en iyi göstergeleri idi. Dolayısıyla “özel” ve “kamusal alan”lar, kendi yerlerini bilmek koşuluyla bir ad altında toplanarak birliktelik vücuda getiriyorlardı. Biraz önce zikrettiğimiz kompartımanlar da “özel”den “kamusal”a giden yoldaki hiyerarşiyi belirliyordu. Haremin en korunaklı bölüm olması nedeniyle, “kamusal” ile arasındaki hiyerarşi en büyük alanı oluşturuyordu, bunun ardından selâmlığın gelmesi; dolayısıyla ev sahibinin isteği doğrultusunda “kamusal”a açılabilmesi, hiyerarşik düzendeki alanı biraz daha daraltmaktaydı. Genelde duvarlar arkasına gizlenen avlu/bahçe ise yine ev sahibinin isteği doğrultusunda selâmlıktan daha çok “kamusal”a açılabilecek bir muhiti temsil ederek, hiyerarşide küçük bir oynama daha yapmaktaydı. Son olarak mahalleye çıkan Osmanlı bireyi, yine kendi “özel alan”ını muhafaza ederek, hiyerarşik alanın en tepesi ile buluşma imkânına kavuşuyordu. Bunun yanında çalışmamızın başından itibaren ifade ettiğimiz temeddün kaynaklı sosyal organizasyon uyarınca, evden mahalleye açılan bireyin, mahallenin diğer ferdleri ile “kamusal”lık içinde bir mahalle özeli barındırdıkları da söylenebilir. Nitekim müteselsilen kefalet, yani mahallelinin birbirlerini tanıyan ve birbirlerinden sorumlu olan insanlar olması bu durumun en önemli göstergesi olsa gerektir. Bunun yanında elimizde örnek olmamasına rağmen, bir başka mahalleden kendi mahallelerine gelen bir yabancıyı doğrudan “özel”lerine potansiyel tehlike olarak gören bir mahalleli algısı olduğunu tahmin etmek zor değildir. Dolayısıyla geleneksel dönemde modern anlamda hukukî olarak tanımlanmış bir kamusal ve özel alan ayrımının bulunmadığını, Osmanlı zihninde ve pratiğinde de “kamusal” ve “özel alan”ların belli bir hiyerarşi çerçevesinde, her biri kendi yerinin farkında olarak bir araya getirildiğini müşahede ediyoruz.

Yine bilindiği üzere geleneksel Osmanlı evlerinde, oda esas yaşama alanlarını, yaşamanın bütününü kapsamaktadır. Ev ahalisi odada gününü geçirmektedir. Ayrıca misafir kabul etmekte, sohbet etmekte602 ve gece yüklükten çıkarıp serdiği yatağıyla yaşamın en önemli safhalarından biri olan uyuma işini yerine getirmektedir. Dolayısıyla eve karakterini veren, evin anlamını bütünleyen birim odalardır. Fakat bu odalar henüz bireyselleşmemiştir, her biri kendi vazifesini icra eden ve odayı kullananlar ile karakterize olan yaşam alanları hüviyetinde değildirler. Yine yatak odası takımı gibi mobilyalar henüz

602

168

yoktur.603 Bütün modern öncesi toplumlar gibi Osmanlılar da çok işlevli odalar, salonlar ve avlular yapmışlardır. Örneğin Fransa’da da 18. yüzyıla kadar tek işlevli birimlere göre yapılmış evler bulunmamaktadır.604

Böyle bir evde yaşayan Osmanlı ailesinin modern anlamda bir “özellik”i bulunmamaktaydı. Bilindiği üzere, Avrupa’da 17. ve 18. yüzyıllarda gelişen sanayi toplumunda, ekonomik üretim faaliyetleri aileden kopmuştur. Bunun yanında ailenin geleneksel fonksiyonları da bir ailenin dışına taşınmıştır. Kapitalizm öncesi toplumda hem tarım, hem de imalat sektörünün merkezi durumundaki aile, sanayi toplumunda bu işlevini ailenin dışındaki kamusal alana bırakmıştır. Yine geleneksel dönemde siyasî yaşamın da en önemli merkezi ailedir.605

Modern toplumda ise ailenin bu işlevini de yitirdiği görülmektedir. Dolayısıyla geleneksel toplumda kısaca siyasal, kültürel, ekonomik yaşamın merkezi konumundaki aile, modern toplumda bu yöndeki işlevlerini ailenin dışındaki sosyal alana bırakmıştır. Modernizmin en gelişmiş halinde ise doğumevleri, kreşler, okullar, restoranlar, oteller, çamaşırhaneler, kuru temizlemeciler, fırınlar, imalathaneler, terziler, konfeksiyonlar, okuma kulüpleri, temizlik şirketleri, huzurevleri vb. geleneksel ailenin faaliyetlerini birer birer alarak kamusal alana taşımışlardır.606

Dolayısıyla incelediğimiz dönemde aile henüz “kamusal” vazifelerinden arındırılmamıştır ve modern anlamda bir “özellik”i bulunmamaktadır. Nitekim elimizdeki bir örnek devletin en mühim siyasal icraatlarından olan savaşa aileyi dâhil ettiğini göstermektedir. Savaş kaçaklarını bildirmeyenlerin evlilik akidlerinin talâk-ı selâse ile son bulması yönündeki hüküm, aile ve siyaset arasındaki ilişkiyi; dolayısıyla ailenin ve bireylerin “kamusal” vazifelerini göstermesi açısından manidardır. Revan Kalesi’nin ele geçirilmesinden sonra Safeviler tekrar kaleyi muhasara etmişler ve bu sebepten ötürü nefir-i amm nefir-ilan ednefir-ilmnefir-iştnefir-ir. Buna göre, sadrıazam tarafından padnefir-işahın “vekâletlernefir-i mührü urulub” yazılan hükümde Trabzon Beylerbeyi, Trabzon Ağası, serdarı, erbâb-ı timârı ve züemâsı, yeniçeri seferlisi, korucusu ve oturağı, bölük halkının seferlisi ve oturağı, topçu

603 A. Turan Alkan, “Ev ve Ailenin Değişimi”, Sosyo-Kültürel Değişme Sürecinde Türk Ailesi, C. 2, Ankara: T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Yayınları, 1992, s. 792; Donald Quataert, Osmanlı İmparatorluğu 1700-1922, İstanbul: İletişim Yayınları, 2003, s. 226-227.

604

Bkz. Uğur Tanyeli, “Osmanlı Metropollerinde Evlerin Konfor ve Lüks Normları (16.-18. Yüzyıllar)”, Soframız Nur Hanemiz Mamur Osmanlı Maddi Kültüründe Yemek ve Barınak, (Ed. Suraiya Faroqhi-Christoph K. Neumann/çev. Zeynep Yelçe), İstanbul: Kitap Yayınevi, 2006, s. 335, 348 (dipnot 3).

605 Hanedan isimleri ile anılan siyasal mekanizmalar bu durumun iyi bir göstergesidir. 606

169

ve cebecisi yani 100.000’den 1 akçeye mutasarrıf olan padişahın kulları muhatap alınarak, bu muhasara nedeniyle bunu engellemenin “göğsünde imanı olan ümmete vacib ve farz” olduğu belirtilmiş; “askerî geçinip” vilâyette üzerlerinden “kuş uçurmayanların” hangi taifeden ise “oturağım, korucuyum sefere gelmek kanun değildir” demeyerek atlı ve silahlı olarak Erzurum’da kendilerine yetişmeleri emrolunmuştur. Bu hususta hiçbir bahane öne sürülmemesi gerektiği, ayrıca “hazret-i sultan-ı kevneynin de bu din içün gaza yolunda çekdikleri mihnete ittibaen nefîr-i âmm idüb” gelmeleri istenmiştir. Buna göre, beylerbeyi “mükemmel ve müretteb yarar yiğitleri” ile orduya Ramazan’ın 20’sine değin yetişmelidir; fakat 500 yiğitten az olursa “hakkından gelinmek muhakkakdır”. Ayrıca askerî halkının her sınıfının bir özür ve bahane üretmemeleri tenbih edilmiştir. Eğer seferden gafil olurlarsa padişahın “aziz mübarek başları içün” vilâyetlerinde teftiş olunacakları, bulunanların mallarının mirî için alınacağı ve “cem-i vilâyetlünüzü talâk-ı selâse ile birbirlerine bend olunub şart virilür ki her ne vakit vilâyetinize gelüb vâsıl olursuz vilâyet halkı sizi kayd ve bend ile saadetlü padişahımızın rikâb-ı hümayûnlarına getüreler ki huzur-ı hümayûnlarında cezanuz virüb bir daha askerî geçinüb saadetlü padişahımızın böyle vakitte hizmette ve seferinde bulunmayanlara mucib-i ibret olasız” denilerek ordu mensupları oldukça canlı bir dille hem sefere çağrılmışlar hem de tehdit edilmişlerdir.607

Görülebileceği üzere seferden kaçarlar ise “vilâyetlü”leri tâlâk-ı selâse ile birbirlerine bağlanacaklar ve kaçanları merkeze götüreceklerdir. Burada bizim açımızdan özellikle önemli olan nokta, devletin bireylerin evlilik ilişkilerini siyasal bir zemine taşıyarak, her birini kaçak askerîlerin takip edilmesinde nikâhları üzerinden bağlamasıdır. Bu örnek, aile ve siyaset, ayrıca “kamu” vazifesi arasındaki bağlantının en önemli göstergelerinden birini teşkil etmektedir.608

Nitekim talâk-ı selâse ile bir bağlantı kurularak devlete yükümlü hale getirilen aile reisleri, devletin çıkarları için kaçak askerîleri yakalamakla vazifelendirilmişlerdir. Bu örnekte ayrıca askerî zümreye karşı devleti temsil eden hükümdar ile toplum arasında tek taraflı görünse de bir ittifak tesis edilmiş olmaktaydı.609

Fakat bu ittifakın tek taraflı karakteri, III. Bölümde işlenmeye çalışılacağı

607 T.Ş.S., 1828, 165/1.

608 Bunun yanında geleneksel yönetim biçiminde aile ve devlet arasındaki bağı gösteren en iyi hususlardan biri de, ziraî işletmenin ve vergi sisteminin en önemli ünitesinin aile olmasıdır. H. İnalcık, ailenin bu ikili önemine dikkat çekmektedir. Halil İnalcık, “Osmanlılar’da Raiyyet Rüsûmu”, Osmanlı İmparatorluğu Toplum ve Ekonomi, İstanbul: Eren Yayıncılık, 1996, s. 39.

609 Bununla birlikte M. Akdağ, suhte ayaklanmaları esnasında III. Murad’ın reâyânın suhtelere yardım etmelerini önlemek için sık sık şart-ı talâk ettirilmelerine müsaade ettiğini, reâyânın da sözlerini tutamayacakları için, bundan kurtulmak doğrultusunda bekârları evli gösterdiklerini, şart-ı talâka onları

170

üzere, gittikçe güç kazanan askerî kesime karşı reâyânın muhtemelen zor durumda kalmasına neden olmaktaydı.