• Sonuç bulunamadı

Osmanlı Şehri ve Medinesi: Siyasal Bir Mekân Olarak Osmanlı Şehri

2. TRABZON ŞEHRİ VE GELENEKSEL MEKÂNIN TEMEDDÜN ÜZERİNDEN SOSYO-POLİTİK ORGANİZASYONU

2.1. Osmanlı Şehri ve Medinesi: Siyasal Bir Mekân Olarak Osmanlı Şehri

Şehir, bilindiği üzere tarihin hemen her döneminde toplumsal anlamda önemli vazifeler yüklenmiş ve tarihin cereyan ettiği en önemli mekân olarak birincil konumunu hep sürdürmüştür. Bununla birlikte modernizmin bilhassa sanayi devrimi ile buluşma noktasında, şehirler, tarihin hiçbir devrinde görülmediği kadar büyümüş179

ve modern mantalitenin üzerinde düşündüğü en önemli birimlerden biri haline gelerek birçok şehir teorisi ortaya çıkmıştır.180

Bu teoriler içerisinde M. Weber’in kent kuramı “Doğu” ve “Batı” şehirleri arasında yaptığı ayrımla da özellikle dikkat çekmiş ve bunun yanında kendisinin ilmî şöhreti nedeniyle uzun zaman kent kuramında tartışmasız bir üstünlüğe sahip olmuştur. M. Weber, tam bir kentsel topluluk oluşturulabilmesi için bir yerleşim alanının şu özellikleri taşıması gerektiğine işaret etmiştir: Bir kale, bir pazar, kendine ait bir mahkeme ve özerk bir hukuk, ilgili bir birlik biçimi, kısmî bir özerklik ve kendi kendini yönetebilme, son olarak ise seçimlerinde şehir sâkinlerinin katılımlarının gerçekleştiği yetkililerce yönetilme.181

M. Weber’in söz konusu özelliklerin bulunmadığını söylediği İslâm şehri hakkındaki düşünceleri ise Osmanlı şehir tarihi çalışmalarını da etkilemiş ve şehir tarihi araştırmalarına başlayanların ilk sorunu bu görüşü irdelemek olmuştur. İlk dönemlerde bir savunu şeklinde kalan bu irdelemeler, zamanla Osmanlı kaynaklarının

179

Kırsal alandan kente işçi olmak için gelen kişilerin büyük bir nüfusa sebebiyet verdiği en iyi örnek Londra’dır. 14. yüzyılda nüfusu 30.000 olan ve 19. yüzyıla gelene kadar da nüfusunda çok büyük değişiklikler olmayan Londra, 19. yüzyıla girerken 900.000’i bulan nüfusu ile dünyanın en kalabalık şehri haline gelmiştir. (M. Yavuz Alptekin, Medeniyet Havzalarından Küresel Trendlere Şehir ve Toplum (Şehirlerin Toplum Biçimlendirme İşlevi), İstanbul: Beta Yayınları, 2007, s. 51). M. Alptekin’in çalışması “kent planlaması” kavramı ekseninde, modern kentlerin geleneksel kentlere nispetle toplum dönüştürücü vazifelerinin izini sürmektedir. Bilhassa Habitat toplantıları çerçevesinde “sürdürülebilir insan yerleşimleri” kavramının, toplumsal dönüşümdeki rolünü ortaya koyan bölümleri, 21. yüzyılda küreselleşme bağlamında kentin fonksiyonundaki artışa işaret etmesi bakımından önemlidir. (s. 155-208).

180 Söz konusu teoriler hakkında bkz. Korkut Tuna, Toplum Açıklama Girişimi Olarak Şehir Teorileri, İstanbul: İz Yayıncılık, 2011.

181 Max Weber, Şehir: Modern Kentin Oluşumu, (Çev. Musa Ceylan), İstanbul: Bakış Kitaplığı Yayınları, 2003, s. 105.

59

tarihçilerin önüne açtığı fırsatlarla büyük oranda gelişme kaydetmiş ve Osmanlı şehirlerinin birer şehir hüviyeti taşıdığı noktasında birçok çalışma kaleme alınmıştır. Hatta Osmanlı şehirlerine söz konusu tartışmadan belli oranda sıyrılmış bir kuramsal çerçeve ile nasıl yaklaşılabileceğine dair yazılar yazılmıştır.182

Dolayısıyla modern kentin, modern “Batı” ile kurulan sıkı bağlantısı nedeniyle; yine mekândan çok zamana vurgu yapan bir perspektiften kentlere bakan bu kuram da, “Doğu”yu, modernizmin ulaşmış olduğu tarih aralığının gerilerinde addederek aslında bir noktada göz ardı etmiştir.

Biz, tezimizde Osmanlı İmparatorluğunda yöneten ve yönetilenleri bir şehirde inceleyecek olmamızdan ötürü, öncelikle geleneksel dönemde mekânın nasıl algılandığını belirlemeye çalışarak, bir şehir kuramı ortaya koymaktan ziyade, Osmanlı belgelerinde şehre nasıl bakıldığını gözlemeye çalışacağız. Bunu ise daha çok siciller ekseninde yaparak; siyaset ve fıkıh arasındaki bağ ve yereli yansıtan en iyi belgelerin şer‘iye sicilleri olması bakımından sicillerin şehri tanımlama biçimlerine dikkat çekmeye çalışacağız.

Bu doğrultuda öncelikle şu hususu belirleyerek Osmanlı kaynaklarındaki şehir algısına eğilebiliriz: Modern zamanlardaki gibi “ilerlemeci” bir zaman algısının olmadığı bir dönemde, yukarıdaki temeddün bahsinde de görülebileceği üzere vurgu zamandan çok mekâna yapılmaktadır.183

Ayrıca Nasîreddin Tusî’nin belirttiği gibi buradaki mekân algısı da coğrafi, topografik ya da fizikî herhangi bir hususa gönderme yapmaktan öte insan odaklı bir mekâna tekâbül etmektedir. Bu ise insan davranışları ile anlam kazanan bir evren demektir. Nitekim Yi Fu-Tuan, geleneksel insanın mekânı, coğrafyanın ötesinde insanların din sayesinde barışı gerçekleştirmek için yaşadıkları ahlâkî evren olarak algıladıklarını

182 Böyle bir öneri için bkz. Özer Ergenç, “Osmanlı Şehir Tarihi Araştırmalarının Kuramsal Çerçevesi Nasıl Oluşturulabilir?”, Selçukludan Cumhuriyete Şehir Yönetimi, (Ed. Erol Özvar-Arif Bilgin), İstanbul: Türk Dünyası Belediyeler Birliği Yayınları, 2008, s. 49-60. Ö. Ergenç ve öğrencilerinin çalışmalarının M. Weber’in kuramının eksikliğini/yanlışlığını gidermedeki önemli rolleri burada zikredilmelidir. (Özer Ergenç, Osmanlı Klasik Dönemi Kent Tarihçiliğine Katkı: XVI. Yüzyılda Ankara ve Konya, Ankara: Ankara Enstitüsü Vakfı Yayınları, 1996; aynı yazar, XVI. Yüzyılın Sonlarında Bursa, Ankara: T.T.K. Yayınları, 2006, Hülya Taş, XVII. Yüzyılda Ankara; aynı yazar, “Merkezî Mutlak Yönetim Modeli İçinde Yerel Unsurlar: Ankara Örneği”, Selçukludan Cumhuriyete Şehir Yönetimi, (Ed. Erol Özvar-Arif Bilgin), İstanbul: Türk Dünyası Belediyeler Birliği Yayınları, 2008, s. 191-205). Osmanlı taşrasında, İmparatorluğun merkezî yönetiminin yerel unsurlarla uyumlu hareket etmelerine dair ve birçok arz-ı hâl ve arz-ı mahzarlarda görüldüğü gibi yerel yöneticilerin şehir sâkinlerinin de onayı ile vazifelerini sürdürmeleri ya da azledilmelerine dair sayısız örnek, bu çalışmaların önemli taraflarından birini teşkil etmektedir. Arz-ı hâl ve arz-ı mahzarlar hakkında ayrıca bkz. Halil İnalcık, “Şikâyet Hakkı: ‘Arz-i Hâl ve ‘Arz-i Mahzar’lar”, Osmanlı’da Devlet, Hukuk, Adâlet, İstanbul: Eren Yayıncılık, 2000, s. 49-71.

183 Geleneksel dönemde vurgunun mekâna yapılması hakkında bkz. Gencer, İslam’da Modernleşme, s. 109-110.

60 ortaya koymaktadır.184

Mekânın bu dinî ve ahlâkî vurgusunu ise en iyi Osmanlı şehirlerinde görmek mümkündür. Şehirlerin kuruluşunda vakıfların oynadığı hayatî rol,185

bunun yanında Osmanlı şehirlerini meydana getiren mahallelerin merkezinde yer alan camilerin ve kiliselerin toplum için ifade ettiği anlam ve mahallenin başlıbaşına bir ahlâkî görünüm arzetmesi bu durumun iyi birer göstergesidirler.

Şimdi, Trabzon’un bu dönemde idarî taksimattaki konumunu elimizden geldiği kadar ortaya koyarak, daha sonra sicillerde bunun nasıl ifadelendirildiği üzerinden birkaç tespit yapabiliriz.

Bilindiği üzere Osmanlı idarî taksimatında ülke yukarıdan aşağıya eyâletlere, sancaklara, kazalara, nahiyelere ve köylere ayrılmaktaydı.186

Bunun yanında Yasemin Beyazıt, H. İnalcık’ın Klasik Çağ kitabına dayanarak taşrada iki örgütlenme biçimi olduğunu; birincisinin askerî-idarî örgütlenmeler (eyâlet, sancak, timâr nahiyeleri ve dirlik), ikincisinin ise adlî ve idarî bir birim olarak kadılıklar olduğunu ifade etmektedir.187

Y. Beyazıt’a göre “İki organizasyon biçiminin kesişme noktasında ise sancak-eyâlet merkezleriyle nahiyeler bulunmaktaydı. Eyâlet ve sancak merkezleri en önemli yerleşim birimleri olmaları sebebiyle büyük bir kaza alanını oluştur”maktaydılar.188

Bu idarî bölünmenin “Klasik Dönem”deki en önemli birimini ise sancaklar teşkil etmekteydi.189

17. yüzyıla gelindiğinde ise M. Kunt’un gösterdiği gibi beylerbeyilerin artan nüfuzu üzerine merkezî konumu eyâletler almıştı.190

Trabzon da, M. Kunt’un tezine uygun bir

184 Yi Fu-Tuan, “The City as a Moral Universe”, Geographical Review, Vol. 78, No. 3 (Jul., 1988), s. 316-324. Yi Fu-Tuan, Avrupa’da da şehrin ahlâk ile olan bağlantısının incelenmediğini ifade etmektedir. (s. 317). Türkçe’deki il kelimesinin barış anlamına gelmesi de ahlâk, barış ve mekân arasındaki bağlantıyı göstermesi açısından manidardır. Gencer, İslam’da Modernleşme, s. 33-34.

185 Vakıfların şehir kurucu fonksiyonları hakkında bkz. Ömer Lütfi Barkan, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Bir İskan ve Kolonizasyon Metodu Olarak Vakıflar ve Temlikler”, Vakıflar Dergisi, S. 2, (1942), s. 279-386. 186 Mehmed İpşirli, “Klasik Dönem Osmanlı Devlet Teşkilatı”, Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi, C.1, (Ed. Ekmeleddin İhsanoğlu), İstanbul: IRCICA Yayınları, 1994, s. 222.

187 Yasemin Beyazıt, “XVI. Yüzyıl Sonlarında Osmanlı’da Kaza Sınırlarını Belirleyen Temel Etkenler”, Doğu Batı, S. 53, (2010), s. 75. H. İnalcık kitabında: “…eyâletler, kadıların idarî ve kazaî bölgeleri olan kadılıklara göre ikinci bir taksime konu olmuştur.” demekte, fakat Y. Beyazıt’ın idarî-askerî ve idarî-kazaî şeklinde yaptığı tasnifi doğrudan ifade etmemektedir. (İnalcık, Klasik Çağ, s. 121-122). Dolayısıyla Y. Beyazıt, bunu H. İnalcık’ın yazımından kendisi çıkararak ifade etmektedir. Aslında Y. Yücel’in belirttiği gibi kaza ayrımı idarî bölünmenin de esasını teşkil etmektedir. (Yücel, “Osmanlı İmparatorluğunda Desantralizasyon”, s. 667). Bu nedenle yukarıdaki ayrım modern araştırmacının anlamlandırmak için ortaya koyduğu modern bir tasniftir. Bu bilinçte olunduğu sürece de işlevsel bir ayrımdır.

188 Beyazıt, “XVI. Yüzyıl Sonlarında Osmanlı’da Kaza Sınırlarını Belirleyen Temel Etkenler”, s. 75-76. 189 “Başlangıçtan beri sancak İmaparatorluğun temel yönetim birimiydi”. İnalcık, Klasik Çağ, s. 122. H. İnalcık, ayrıca aynı sayfada “Osmanlı yönetiminin omurgasını oluşturan kadılar” ifadesini de kullanmaktadır. 190

61

şekilde 1580’lerde kurulan Batum Beylerbeyiliğine 1581 tarihinde bağlanmıştır.191

Bundan sonraki süreçte bir çok arşiv kaydındaki “Trabzon Beylerbeyisine … hüküm ki”, “Batum Beylerbeyisine ve Trabzon Beylerbeyisine hükm-i şerif yazıla ki” şeklindeki kullanımlar Trabzon’un bir eyâlet haline geldiğini göstermektedir.192

Nitekim Ayn Ali Efendi’nin

Kavânîn-i Âl-i Osman Der Mezâmîn-i Defter-i Dîvân’ında “Eyâlet-i Trabzon” başlığı

altında, “Trabzon ve Batum sancakları birikdirilüb ve Gümüşhane ile Maçka ilhâk olunub bir beğlerbeğilik olmuşdur.” denilmektedir.193

1632-1641 yıllarına ait sancak tevcih defterlerinde burası “Eyâlet-i Batum nâm-ı diğer Trabzon” şeklinde kaydedilmiş ve eyâletin tek sancağı da Gönye olarak zikredilmiştir.194

1640 yılında Trabzon’a gelen Evliya Çelebi, Trabzon’un beş sancağı bulunduğunu söyleyerek bunları: Canha (Canca), Batum-ı zîr, Batum-ı bâlâ, Gönye ve paşa sancağı olarak da Trabzon şeklinde sıralamaktadır.195

Kâtip Çelebi ise Cihânnümâ’sında Trabzon ve Batum sancaklarının birlikte beylerbeyilik olduğunu; sancaklarının ise Trabzon, Batum ve Gönye olduğunu ifade etmektedir.196

Bu döneme ait mühimme defterlerinde de kimi zaman “Batum Beylerbeyisi”nden kimi zaman da “Trabzon Beylerbeyi”sinden bahsedilmektedir.197

17. yüzyılın ilk yarısına ait şer‘iye sicillerinde de bazan “Batum Eyâleti”,198

bazan da “Trabzon Eyâleti”199 zikredilmiştir. Dolayısıyla Trabzon uzun zaman çift adla anılan bir eyâlet olmuştur. Bunun en önemli sebebi ise “serhad” olan Trabzon Eyâleti’nin bu yapısından kaynaklanan durumudur. Batum tarafında savaş olduğunda beylerbeyi oraya taşınmış, savaş olmadığı

191 F. Emecen, 1578’de Osmanlı-İran mücadelesinin hedefinin, kuzeyden Kafkasya harekâtıyla Azerbaycan’a girmek olarak tayin edilmesinden dolayı, gerek stratejik mecburiyetler gerekse lojistik destek münasebetiyle Trabzon’un Batum ile birlikte müstakil bir eyâlet olarak tanzim edildiğini ifade etmektedir. Bunun yanında Trabzon’u Erzurum’a bağlı gösteren son kaydın 2 Aralık 1580 tarihli olduğunu, Batum’a ait ilk beylerbeylik tayin kaydının ise 28 Kasım 1583 tarihli olduğunu söylemektedir. Fakat söz konusu yerde Elviye-i Batum başlığı altında Trabzon Sancağı zikredilmemektedir. Dolayısıyla F. Emecen’e göre Trabzon’un Batum’a bağlanmasının 1583’den hemen sonra gerçekleşmiş olması gerekmektedir. Feridun Emecen, “Trabzon Eyaleti’nin Batı Sınırları”, Trabzon Tarihi Sempozyumu Bildirileri 6-8 Kasım 1998, (Haz. Kemal Çiçek vd.), Trabzon: Trabzon Belediyesi Kültür Yayınları, 2000, s. 162.

192

Bostan, XV-XVI. Asırda Trabzon, s. 21-22.

193 Akgündüz, Osmanlı Kanunâmeleri ve Hukukî Tahlilleri, 9/1. Kitap-9/2. Kitap, s. 37-38. Sofyalı Ali Çavuş Risalesi’nde de benzer bilgiler verilmektedir. Emecen, “Trabzon Eyaletinin Batı Sınırları”, s. 162 (dipnot 18).

194 Orhan Kılıç, “XVIII. Yüzyılın İlk Yarısında Trabzon Eyaleti’nin İdarî Taksimatı ve Tevcihatı”, Trabzon Tarihi Sempozyumu Bildirileri 6-8 Kasım 1998, (Haz. Kemal Çiçek vd.), Trabzon: Trabzon Belediyesi Kültür Yayınları, 2000, s. 180; M. Kunt, Sancaktan Eyalete, s. 192.

195 Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 2. Kitap, (Haz. Zekerya Kurşun vd.), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2006, s. 48.

196 M. C. Şehabeddin Tekindağ, “Trabzon”, İ.A., C. 12/1, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1979, s. 467. 197 B.O.A., Mühimme Defteri, no. 78, s. 78, 175.

198 T.Ş.S., 1821-4, 110/1. Evâsıt-ı Ramazân 1030. 199

62

zamanlar da ise paşa sancağı olan Trabzon’da oturmuştur. Yine sicillerimizden anlaşıldığı kadarıyla Trabzon Eyâleti’nin sadece Gönye olmak üzere bir adet sancağı vardır.200

Hiçbir kayıtta Batum Sancağı’ndan bahsedilmemektedir.

Eyâletin kazalarına baktığımızda ise Süleyman Demirci’nin 1641-1700 yılları arasında bulunan avârız tahrirlerinden hareketle çıkardığı kazalar şu şekilde sıralanabilir: Trabzon, Sürmene, Keşap, Kürtün, Of, Giresun, Rize, Mapavri, Maçuka, Yavebolu “nâm-ı diğer” Görele kazaları.201

Fakat S. Demirci’nin eyâlete hasrettiği bu kazalar görülebileceği üzere eksiktir. Gönye Sancağı da düşünülürse bu kazaların eksik olduğu hemen anlaşılabilir.202

Nitekim incelediğimiz sicillerde “Hânehâ-yı avârız kaza-i mezkûrîn der Liva-i Trabzon vacib sene 1043” başlığı altında S. Demirci’nin eyâletin kazaları olarak zikrettiği kazalar sıralanmaktadır.203

Dolayısıyla bu kazalar Trabzon Sancağı’na aittir. Eyâletin tamamını kapsamamaktadır. Sicillerimizde Gönye Sancağı’na dair bir kısım sancakbeylerinin Trabzon’daki kişisel faaliyetlerinden başka çok fazla bir bilgi bulunmamaktadır.204 Bu nedenle Gönye’ye dair sicillerimizden malumat edinmek imkân dâhilinde değildir. Bununla birlikte bu husus bizim açımızdan ilk elden önem arz etmemektedir. Çünkü çalışmamızın ana eksenini Trabzon Kazası ve bulabildiğimiz örnekler nispetinde Trabzon Sancağı teşkil etmektedir. Elbette sicillerimizde eyâletin genelini ilgilendiren hususlar söz konusu olduğunda onlar da değerlendirmeye dâhil edileceklerdir.

Trabzon’un idarî taksimattaki yeri bu şekilde kısmen tespit edildikten sonra, şimdi, sicillerimizde Trabzon’un şehir kavramı ile bağlantılı olarak nasıl isimlendirildiğine bakabiliriz. İncelediğimiz sicillerde Trabzon’u isimlendirirken kâtiplerin üç farklı kelime kullandıkları görülmektedir. Bunlar: “Medine-i Trabzon”,205

“Mahrûse-i Trabzon”206 ve

200 T.Ş.S., 1827, 26/8. Evâil-i Receb 1040.

201 Süleyman Demirci, “Osmanlı’da Devlet, Toplum ve Ekonomi: XVII. Yüzyılda Trabzon Eyâleti’nin Avârızhâneleri ve Vergi Miktarları Üzerinde Gözlemler”, Ciépo, Osmanlı Öncesi ve Osmanlı Araştırmaları Uluslararası Komitesi XVII. Sempozyum Bildirileri 18-23 Eylül 2006, (Haz. Kenan İnan-Yücel Dursun), Trabzon: Karadeniz Teknik Üniversitesi Karadeniz Araştırmaları Enstitüsü Yayınları, 2011, s. 547.

202 Örneğin Gönye Sancağı’na bağlı Vice Kazası bulunmamaktadır. T.Ş.S., 1830, 2/2. 203 T.Ş.S., 1828, 89/7. 204 T.Ş.S., 1831, 3/10, 9/4. 205 T.Ş.S., 1822, 32/5, 33/8, 34/1, 34/7, 37/4, 37/8, 38/9, 39/3, 40/7, 43/6, 45/6, 46/3, 46/6, 47/7, 48/3, 49/2, 56/7, 57/6, 58/5; T.Ş.S., 1823, 36/8, 36/9; T.Ş.S., 1830, 18/6, 28/12, 57/8, 59/4 206 T.Ş.S., 1821, 46/4. T.Ş.S., 1821, 53/2. T.Ş.S., 1821-4, 9/3.

63 “Mahmiye-i Trabzon”dur;207

fakat bunların Trabzon’un hangi idari birimini işaret ettiği açık değildir. Bu noktada tek bir sicildeki kullanımları temel alarak208

bu tamlamaları belli oranda daha açık kılmaya çalışabiliriz.

Öncelikle “Mahruse-i Trabzon mahallâtından Aşağı Hisar”,209

“Mahmiye-i Trabzon mahallâtından Ayu Vasil”210

ya da “Medine-i Trabzon’da Orta Hisar Mahallesi’nde”211 ve “Medine-i Trabzon mahallâtından olub Orta Hisar Mahallesi sâkinlerinden”212

şeklindeki kullanımlarda görülebileceği üzere, genelde mahallelerden bahsedilen kayıtlarda bu üç ifadenin kullanıldığı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla öncelikle bu üç kelimenin birbirlerinin türevi ve isim tamlaması şeklinde kullanılmalarından da birer ıstılah olduğu ifade edilebilir. Bilindiği üzere “mahrûse”, lafzî olarak “korunmuş” anlamına gelmektedir ve bu anlamıyla yapılacak bir tamlama da sıfat olacaktır. Yani “Trabzon-ı mahrûse” ya da “Trabzon el-mahrûse”213

şeklinde “korunmuş Trabzon” anlamına gelen bir tamlama

207 T.Ş.S., 1827, 53/2; T.Ş.S., 1830, 17/8

208 Tek bir sicilin seçilmesinin nedeni, zaman farkından ve kâtip tercihlerinden kaynaklanabilecek muhtemel kullanım farklılıklarının bizi yanıltma riskini asgariye indirmektir.

209 T.Ş.S., 1830, 33/8. Benzer bir örnek için bkz. T.Ş.S., 1830, 45/1. 210 T.Ş.S., 1830, 45/10. Benzer bir örnek için bkz. T.Ş.S., 1830, 46/1. 211 T.Ş.S., 1830, 46/2.

212

T.Ş.S., 1830, 48/4.

213 Leslie Pierce, “el-mahrûse” kelimesi hakkında şunları söylemektedir: “Hiç kuşkusuz, hanedanın memalik-i

mahruse deyimi ile akla getirmeyi amaçladığı memleketlerin koruyucusu rolü, oralara bağımsızca sahip olma

hakkının temel gerekçelerinden biriydi. Ama, “iyi korunmuş” deyimi aynı zamanda Ayntab’a da yüklenen bir nitelikti: 1541 Mayıs ile Ekim arası mahkeme tutanaklarının başlığında, kadılık makamının yeri olarak ‘Ayntab el-mahruse’ yazısı yer alıyor. Bu terim tek bir yöreye uygulandığında, hisarla çevrili, asker konuşlandırılmış bir yer anlamına geliyordu. Bir başka deyişle mahruse olma niteliği, stratejik savunma noktası olmasından aldığı tarihsel kimliğinin göze çarpan bir yanını vurguluyordu. Bundan dolayı terim imparatorluk merkezi ile Ayntab’ın yeni ilişkisinde ikili anlam kazandı: Kalesi olan bir kent hanedan için bir kazançtı; yine de, şimdi hanedan koruyuculuk sorumluluğunu üzerine alıyordu.” (Leslie Pierce, Ahlak Oyunları: 1540-1541 Osmanlı’da Ayntab Mahkemesi ve Toplumsal Cinsiyet, (Çev. Ülkün Tansel), İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2003, s. 53-54.) Elbette Trabzon için de kadılık makamı olarak bu kullanım mevcuttur. Dolayısıyla L. Pierce’in ifadeleri Trabzon için de geçerlidir ve sıfat olarak kullanılan “el-mahrûse” kelimesinden ziyade “Mahrûse-i Trabzon” şeklinde her kaydın başında isim olarak kullanılan “mahrûse”nin bilhassa hükümdarın meşruiyeti noktasında daha büyük çağrışımları olan daha gelişmiş bir kavram olduğunu düşünüyoruz. Bu meşruiyetin kaynağı ise B. Gencer’in “memâlik-i mahrûse” kavramına dair söylediklerinde belli olmaktadır: “Antropolojik açıdan kutsallık, esas itibariyle yer ile ilgili, topografik bir kavramdır. Din/Medine arasındaki etimolojik ilişki muvacehesinde belli şehirler, belli dinlerin karargâhı olarak zamanla mukaddes bir konuma yükselmiştir. Roma da imparatorluğun gelişimiyle ‘ilahî gözetime mazhar, mukaddes ve ebedî şehir’ imajı kazanmış, İmparatorluk da şehirden mukaddeslik ve ebediyetini almıştır (urbs et orbis idem). Bu kült, Konstantin ile Roma’dan İstanbul’a, Bizans’a geçmiştir. Osmanlı dilindeki (el-medinetü’l-Kostantiniye) al-mahrûse Bizanslılar tarafından kullanılan Yunanca ‘ilahî gözetime mazhar’ anlamındaki deyimin karşılığıdır. Osmanlılar bunu yaygın olarak memâlik-i mahrûsa-i şâhâne (emperyal ilahî gözetime mazhar ülke) olarak kullanmıştır. İslamî üstünlük inancıyla pekişen Roma emperyal geleneğine özgü bu mukaddeslik ve ebediyet inancı, Osmanlı aydınlarına tam bir özgüven vermiş, özelde İstanbul, genelde Osmanlı ülkesi, aydınlar tarafından tüm insanlığın sığınağı mukaddes bir belde…” olarak görülmüştür. (Gencer, İslam’da Modernleşme, s. 46). Y. Yücel, I. Murad devrinde, Çandarlı’nın aldığı tedbirlerle, Osmanlı hükümdarının merkezî kuvvetinin arttırılması ve yeni fetihleri yeni sancaklar halinde Osmanlı hükümdarının şahsına bağlanması gayreti içine girildiğini ifade etmektedir. Bunun için de doğrudan

64

yapılması gerekir; fakat kâtip “Mahrûse-i Trabzon” şeklinde bir tamlama yaparak kelimeyi terminolojik anlamıyla, yani “korunmuş büyük şehir” anlamında kullanmıştır. Dolayısıyla her üç kelime de aslında aynı anlama gelen birbirlerinin türevleri olan terimlerdir. Genelde mahalleler ile ilgili kayıtlarda “mahallâtından” kelimesi ile tamlama yapılarak kullanıldığına göre de mahallelerden müteşekkil olan şehri ifade etmek için kullanılıyor olmaları ihtimali söz konusudur. Fakat “Mahrûse-i Trabzon Eyâletinde”214

şeklindeki kullanımda görülebileceği üzere, eyâletle bir tamlama yapılarak da kullanıldığı görülmektedir.215

Bunu günümüz Türkçesine çevirdiğimizde “Trabzon Şehri Eyâleti” ya da “Trabzon Şehri’nin Eyâleti” şeklinde anlamlandırmakta güçlük çektiğimiz bir ifade ile karşılaşmaktayız. Bunun yanında “Mahmiye-i Trabzon Beylerbeyisi”216

şeklindeki kullanım da karşımıza çıkabilmektedir. Ayrıca “Mahmiye-i Trabzon Kazası”217

ifadesi, “mahmiye”nin “kaza” kelimesi ile birlikte de kullanıldığını göstermektedir. Yine “Medine-i Trabzon Kazası”218

kullanımı da sicillerde mevcuttur.219 Dolayısıyla burada da “Trabzon Şehri Kazası” gibi bir ifade ile karşılaşmaktayız. Bunun yanında Trabzon’un paşa sancağı olmasından kaynaklanan, yani ayrı bir sancakbeyinin bulunmamasından dolayı “Medine-i Trabzon Sancağı” ve türevlerinin kullanıldığı bir ifade yoktur. Fakat bu dönemde Anadolu Eyâleti’ne bağlı bir sancak konumundaki Ankara için “medine” kelimesinin kullanıldığı görülmektedir.220

Dolayısıyla Trabzon bir eyâlet değil de sancak olsa idi muhtemelen böyle doğruya hükümdarın emrine bağlı ve daima harekete hazır bir yeniçeri ordusunun kurulduğunu, devlet hizmetlerinin padişahın kullarına verildiğini ve kadıların merkezde kazaskere tâbi kılındığını belirtmektedir. Yücel, “Osmanlı İmparatorluğunda Desantralizasyon”, s. 658-659.

214 T.Ş.S., 1821-4, 24/2. T.Ş.S., 1823-1, 14/1. 215

1863 nolu sicilde “Medine-i Trabzon Eyâletinde” şeklinde bir ifade bulunmaktadır. T.Ş.S., 1863, 4/2. Yine 1866 nolu sicilde aynı ifade geçmektedir. Aynur Uygun, 1866/52 (H. 113-114/M. 1702-1703) No’lu Trabzon Şeriyye Sicil Defterine Göre Yöre Araştırması, Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Samsun, 2001, s. 241, varak 53/b.

216

T.Ş.S., 1823, 18/1, 18/2. “Mahrûse-i Trabzon Beylerbeyisi” olarak da geçmektedir. T.Ş.S., 1822, 43/2, 44/3.

217 T.Ş.S., 1827, 53/2; T.Ş.S., 1830, 17/8. 218 T.Ş.S., 1830, 55/5.

219

1513 nolu Malatya şer‘iye sicilinde bulunan 13 Receb 1068 tarihli bir kayıtta “Medine-i Malatya Kazası” şeklinde bir kullanım bulunmaktadır. Hasan Durukan, İktisat Tarihi Bakımından Malatya’ya Ait 1068/1058 ve 1130/1717 Tarihli Şer‘iye Sicilleri, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 1989, s. 55-56. Bunun yanında sicillerimizde bu dönemde Sivas Sancağı’na bağlı bir kaza olduğunu bildiğimiz Tokat için (Mehmet Beşirli, “17. ve 19. Yüzyıllarda Bir Orta Karadeniz Kenti: Tokat”, Selçukludan Cumhuriyete Şehir Yönetimi, (Ed. Erol Özvar-Arif Bilgin), İstanbul: Türk Dünyası Belediyeler Birliği Yayınları, 2008, s. 210.) “Medine-i Tokat” ifadesi kullanılmaktadır. T.Ş.S., 1830, 10/8.

220

Taş, XVII. Yüzyılda Ankara, s. 60, 108, 123, 125, 159, 160. Nitekim Ankara Sancağı’nın ihtisâb ve beytü’l-mâl mukataalarını konu edinen bir sicil kaydında, “Livâ-i Ankara’da vâki‘ Şorba kazasına tâbi‘ İncek nam karye sükkânından iken … Medine-i Ankara’nın ihtisâb ve beytü’l-mâl mukâta‘alarının mâl-i mîrîlerini Saray-ı Atîk-i Âmire mesârifine virilmek üzere…” ifadesi yer almaktadır. Ankara Şer‘iye Sicilleri, 64/290’dan aktaran Hülya Taş, “Merkezî Mutlak Yönetim Modeli İçinde Yerel Unsurlar: Ankara Örneği”,