• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: İNSAN DOĞASINDAN DEVLETE: İKTİDARIN SERÜVENİ SERÜVENİ

1.3. Ortaçağ: Siyasal Bir Rehber Olarak Kilise Hukuku

Diğer tüm imparatorluklar gibi Roma’nın da çöküşü bir anda olmamıştır. Pax Romana ile başlayan huzur dönemi öteden beri Roma sınırını tehdit eden “barbar” istilalarının üçüncü ve dördüncü yüzyıllarda artmasıyla tamamen sona ermiştir. Sınırlarını ve ticaret yollarını koruyamayan Roma, ekonomik bakımdan zora girmiş, savaşlar zenginlik getiren zaferler olmaktan çok para kaybettiren savunma savaşlarına dönmüştür. İmparator Caracalla’nın kendi siyasal tabanını güçlendirmek ve yeni vergi mükellefleri yaratarak askerlere söz verdiği maaş artırımının kaynağını finanse etmenin yanında, staocılığın da etkisi ve eyaletlerde güçlenen orta sınıfın iç baskısı sonucu M.S. 212 yılında Roma sınırları içinde oturan özgür kişilere vatandaşlık hakkı tanıması eyaletlere güven vermiş ve politik bilinç kazandırmıştır27. Bu eyaletler ileride Batı Roma’nın dağılmasıyla (M.S. 476) birlikte karmaşık yapıdaki toprağa/kabileye dayalı egemenlik sistemlerine bölünecektir.

27 Yeni doğan Hristiyanlık ve onun evrensel eşitliğe dayanan inancı Roma vatandaşlık hukukunun eşitsizlikçi yönetimi altında ezilen alt sınıflar ve köleler için cazipti. İmparatorluk sınırlarının kontrol edilemeyecek kadar genişlemesi ve Hristiyanlığın toplumda giderek yaygınlaşması sonucunda önceleri

47

Roma’nın çökmesi sadece hukuki ve siyasal sistemi etkilememiştir. Barbar istilalarının özellikle kentlerdeki zenginliği, nüfusu ve zanaatı yok etmesi ile teknik ve kültür yok olma aşamasına gelmiştir. Birinci Roma imparatoru Augustus’un, Roma’yı tuğlalar şehrinden mermerler şehrine dönüştürdüm sözünü aratırcasına ortaçağ Avrupa’sında taş işleme zanaatı ölmüş, yerini ahşap almıştır. Ancak Roma’nın mermerden tekrar inşası imparatorluk fikrinin yüceltilmesiyle ilgiliyken –mekânların ve kentlerin yeniden görkemli bir mimari ile inşa edilmesi özellikle modern dönemin ideolojik dünyası içinde de görülecektir- taş ve cam işçiliği gibi teknolojilerin yitip gitmesi gerilemeyle ilintilidir (Le Goff, 2015: 25-27;46). Ancak kaybolan sadece teknik ve kültür değildir. Yüzyıllardır yaşanan savaşlar ve istilalar şehirlerin nüfusunu da yok etmiştir. Kendini besleyemeyen kentlerde yaşam durma noktasına gelmiştir. Roma’nın özellikle son dönemlerinde oluşturulan ve dağıtılan latifundiya adı verilen geniş topraklar ve bu topraklarda egemenlik süren senatörler ya da emekli askerler devletin yıkılmasıyla beraber zaman içinde feodal beylere dönüşmüşlerdir. Bu geniş arazilerde hâlihazırda çalışan köleler ile ekmek ve koruma bulmak adına kırsala gelen kent yoksulları da bir derebeyin himayesi altına girerek serfler sınıfını oluşturmuştur. Ancak toprak sahipleri de Roma’nın güvenlik aparatının çökmesiyle birlikte başıboşlara ve çetelere karşı hem kendi toprak güvenliklerini hem de çalıştırdıkları serflerin güvenliklerini sağlamaktan yoksundular. Derebeyleri çareyi, Roma hukukunda mevcut olan bir Roma vatandaşının bir yabancıyı hukuk karşısında himaye (klient) etmesi sistemine benzer bir feodal anlaşma (fief) yapmada buldular. Bu sisteme göre kendini korumaktan aciz bir derebeyi askeri gücü yüksek olan daha güçlü bir senyöre anlaşma ile bağlanıyor ve onun vasalı konumuna geliyordu. Vasal senyörüne yiyecek ve asker sağlarken, senyör de vasalına güvenlik içinde yaşayıp çalışabileceği araziyi sunuyordu. Böylece vasalla senyör arasındaki ilişki eşitler arasında bir sözleşmeye dayanmasa da karşılıklı maddi beklentilerin karşılandığı ve sorumlukların olduğu bir anlaşmaydı. Ancak bir senyörde kendisinden daha güçlü bir feodal beyin vasalı olabiliyordu ki en büyük senyör kraldı. Böylelikle birbirlerinin vasalı ve senyörü olan çok katmanlı, Roma’nın soylu vatandaşına dayanan sistemden daha farklı, yeni bir hiyerarşik toplumsal düzen meydana geliyordu. Toprağa ve onu işleyen serfleri korumaya dayanan bu sistem, doğal olarak mikro egemenlik alanları yaratmıştır.

yeni dine karşı hoşgörü politikası uygulanmıştır. Daha sonra eyaletlerin ve alt kesimlerin devletten kopmasını engellemek ve imparatorluğun bütünlüğünün korunması amacıyla da 378 yılında Hristiyanlık resmi devlet dini haline getirilmiştir (Şenel, 1999: 218-219).

48

Sonuçta bir derebeyinin ve tebaasının güvenliğini kral sağlayamadığı sürece o topraklar üstündeki egemenliği ve yetkisi sınırlanmaktaydı. Derebeyi kendi tebaasının hem yöneticisi hem yasama unsuru hem de yargıcıydı (Bloch, 1983: 205-239; 447-461). Modern devletin de üzerinde bulunduğu topraklarda egemen olduğunu iddia edebilmesi için en azından güvenlik ve adalet kurumlarına tam manasıyla hâkim olması gerekmektedir. Güvenliği ve adaleti sağlayan egemenlik iddiasında bulunur.

Böylece feodalitenin serflik kurumu ile Roma’nın kölelik kurumu arasında şekil farkları olmakla beraber ekonomik anlamda farklılıklar minimaldi. En önemli değişiklik ise ahlak alanında yaşanmaktaydı. Antik çağın yurttaşlık erdemleri olan doğruluk ve özgür irade ortaçağda yerini derebeyine sadakat, kiliseye iman erdemlerine terk etmektedir. Bunun yanında yönetici sınıfın durumunda da önemli değişiklikler yaşandı. Öncelikle soya bağlı olan aristokrasi, yeni soylular oluşana kadar, ortadan kalkarak dönüşümden nasibini aldı.

Kökeni on iki levha hukukuna28 dayanan genel Roma hukuku ortaçağa sirayet etmekle

birlikte genelliği ortadan kalktı. Artık yerel beyler hukuk yapabilmeye ve uygulamaya başladı.29 Roma’nın vatandaşlığından derebeyinin serfliğine düşen sıradan insan hem derebeyine hem de Kiliseye bağlanmak zorundaydı. Öyleki derebey, artık ikili çatışmalarda hakem/hâkim rolünü oynamaktan ziyade hukukun kendisi olarak sahneye çıkıyordu. Örneğin; kimseye zararı dokunmamış ama yasal olmayan bir eylemin takipçisi (günümüzün kamu davası niteliğinde) doğrudan kral oluyordu. Yasaya karşı gelinmesi, derebeyinin kendisine ait olan mutlak hukukiliğine, başka bir deyişle egemenliğine karşı gelinmesini ifade ediyordu. Suçlunun cezalandırılması bu bakımdan zarar gören

28On iki tahta levha üzerine işlenip yazılı hale getirilen ve Roma forumunda (pazarında/meydanında) sergilenen kanunlardan önce Roma devletinin yasaları sözlü hukuka dayanıyordu. Her ne kadar kısıtlı kutsal yasalar içerse de hukuk bilgisinin sahibi ve yorumcuları rahiplerden oluşmaktaydı. Sözlü hukukun rahipler ve üst sınıflar (patrici) tarafından keyfice kullanılmasına ve çıkar odaklı yorumlanmasına karşı alt sınıfların (pleb) baskısı üzerine M.Ö. 450 yılında Roma hukuku yazılı hale getirilmiştir. Temelini ilahi olduğuna inanılan örfi hukuktan almasına rağmen içerik bakımından rasyonel ve günlük hayatın düzenlenmesine dair yasalardan müteşekkildir. İnsanların çoğunu kapsayabilecek evrensel yasalar içermesi bu kanunları ortaçağa, oradan modern döneme ve nihayetinde tüm dünyaya yayılmasını sağlamıştır. On iki levha kanunlarının önemli taraflarından bir diğeri ise yazılı olmasıdır. Halk, haklarının korunmasını şeffaf, erişilebilir yazılı yasaların yapımında görmüştür. Roma’nın yıkılmasıyla yazılı kanunlar tekrar örfi ve ilahi içerikli olan sözlü yasalara dönüşmüştür (ayrıntılı bir Roma Hukuku Tarihi için bknz. Manthe, 2007).

29 Max Weber ortaçağda hukuk mekanizmasının genelden yerele doğru ayrışmasını kuvvetler ayrılığı (Gewaltenteilung) olarak yorumlamaktadır. Ancak bu durum Montesquieu’nun ortaya koyduğu modern anlamda bir kuvvetler ayrılığı değildir. Weber’in bahsettiği daha çok Kralın belli senyörlere, onların da belli vasallara verdikleri kuvvetlerin dağıtımı (Gewaltenverteilung) sonucu birbirlerinin otorite alanlarını bürokratik yetkilerle sınırlandırmalarıdır (Weber, 1922: 732-733). Marc Bloch bunu adaletin parçalanması olarak yorumlamaktadır (1983: 450). Özenç de, Weber’den aktarırken bu durumu adaletin parçalanması olarak nitelemektedir (2014: 96).

49

egemenliğin onarılması anlamına geliyordu (Foucault, 1994: 63-64). Kişi, sadece diğer insanlarla girdiği ilişkilerin düzenlenmesinde yöneticiye ve Kilise’ye karşı sorumlu değildi. Aynı zamanda kendi bedeni üzerindeki tasarrufu bakımından egemene ve Kilise’ye karşı da yükümlülükleri vardı. Bu bakımdan, Tanrının armağanı olan yaşamı, kişinin, özgür iradesiyle sonlandırmaya hakkı yoktu. İntihar, Tanrının arzusunun hiçe sayılarak suç işlenmesi anlamına gelmekteydi. İnsan, bedeninin hayatta tutulmasına karşı sadece Tanrısal buyruk önünde sorumlu değil, aynı zamanda cemaatin güvenliğinin sağlayıcısı olan egemene karşı da aynı yükümlülüğe sahipti. İnsanın, Tanrı’ya ve egemene karşı yükümlülüklerini hiçe sayarak intihar etmesi böylece suç sayılmaktaydı. Ölüler, geride kalanları aracılığıyla cezalandırılıyorlardı. İngiltere ve Fransa’da intihar edenlerin cansız bedenleri parçalanıyor, mal varlıklarına egemen tarafından el

konuluyordu (Critchley, 2016: 35-37). Bölgelerinde mutlak egemene dönüşen

derebeyleri ve güçlü krallar insanların salt emeğinin değil aynı zamanda bedenlerinin de hâkimi haline geliyorlardı. İmparator ya da kral unvanına sahip ama güçsüz yöneticiler ise tebaalarına genel yasalardan ziyade fermanlar aracılığıyla yeni kuralları dayatmaktaydılar (Le Goff, 2015: 55;61). Genel olan ve işlevi tüm bir Batı Avrupa tarafından kabul gören yegâne yasa ise Kilise hukukuydu.30 Devletin egemenlik araçları güçlenene kadar Kilise, dinsel ve dünyevi hayatın her alanında hukuken de söz sahibi olmak amacıyla nüfuz alanını genişletmeye çalışmıştır. Yerel derebeyleri ve İngiliz kralı arasında imzalanan 1215 tarihli Magna Carta ise kralın yetkilerine karşı hukukun üstünlüğünün toplumsal sözleşme bağlamında tanınması bakımından önemli bir dönüm noktasını oluşturmakla beraber etkisi uzun süreler sonunda belirginleşecektir.

Haçlı seferlerinin Bizans’a oradan da Ortadoğu’ya ulaşması ve buralardaki antik döneme ait metinlerin ve Müslümanlara ait ilim ve teknolojinin alınmasıyla birlikte Avrupa’da yavaş yavaş yeni bir dönem başlar. Barbar istilalarının son bularak yerleşik düzene geçilmesi, ağır sabanın bulunmasıyla tarımın gelişmesi, üzenginin icadıyla ağır zırhlı atlı birliklerin ortaya çıkması, kuzey-güney ve doğu-batı ticaret yollarının kullanılması, Batıya kaybettiği zenginliği ve uygarlığı yeniden getirmeye başlayacak, Rönesans ve Reform hareketleriyle bu değişim zirve yapacaktır.

30Ortaçağın kaybettiği yazılı hukuk anlayışını Kilise gidermeye çalışmış, kendi anlam dünyaları içinde hukukun hem Kilise hem de dünya devleti için bir siyasal rehber olmasına uğraşmıştır.

50

Roma İmparatorluğu’nun dağılması sadece siyasi, ekonomik ve kültürel hayatta değişimler doğurmamıştır. Aynı zamanda felsefi düşün ve inanç alanında da önemli değişimler yaşanmıştır. Romanın çok dinli kültürel yapısı altında yönetici elit, Hristiyanlığın Roma topraklarında hızla yayılışına başlarda hoşgörülü yaklaşmıştır. Ancak kısa zamanda Hristiyanlığın temel prensipleri ile Romanın üstüne kurulduğu manevi değerler birbirleriyle çatışmaya girmiştir. Hristiyanlar, Roma imparatorunu bir Tanrı olarak kabul etmedikleri gibi gerçek krallığın da bu dünyada olmadığına, Tanrı katında bulunduğuna inanmaktaydı. Böylece Yunan felsefesinin vaaz etmiş olduğu maddi dünyadaki siyasal hayata etkin katılım, vatandaşlık, rasyonel aklın rehberliği önemini yitirmekteydi. Roma’nın savaşlarda ve yönetimde ihtiyaç duyduğu siyasi insan yitip gitmekte, devleti ayakta tutan unsurlar tehlikeye girmekteydi. Ayrıca erken dönem Hristiyanlığına içsel olan her türlü şiddetin gayrimeşru görülmesi, savaş karşıtlığı ve insanların yoksullukta eşitlenmesi düşünceleri Roma’nın fikir dünyası için kabul edilebilir düşünceler değildi. Her ne kadar Hz. İsa “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrının

hakkı Tanrıya.” cümlesiyle erken laik bir anlayışla Roma hukukunu tanımasına, Hristiyan

şeriatının kurucusu Aziz Paul’un zulme ve idarecilere itaat etmeyi öğütlemesine31rağmen Roma devlet düzeninin devamı için Hristiyanlar şiddetli kovuşturmalara uğramışlardır (Ülken, 1941: 32-34). Roma’nın uygulamış olduğu kovuşturmalar Hristiyanları gizli yeraltı örgütlenleri kurmaya itmiştir. Her kovuşturulan ve gizli örgütlenen birlikte olduğu gibi Hristiyanlık da ayakta kalabilmekte adına disipline ve hiyerarşiye dayanan bir organizasyona gitmiştir. Böylece ortaya asttan üstte doğru diyakon (hizmetli/gönüllü), papazlık (vaiz) ve piskoposluk (müfettiş/denetçi) –Roma Başpiskoposu aynı zamanda Papalık makamının sahibidir- hiyerarşisi ve Kilise örgütlenmesi ortaya çıkmıştır. Tahmin edileceği üzere her piskoposun Roma topraklarında sorumlu olduğu bölgeler, kiliseler ve Hristiyanlar bulunmaktaydı. Bu bölgelerin, zamanında Hz. İsa’nın vekilleri olarak kabul edilen havariler tarafından kurulduğuna inanılması, bölgelerin denetçisi olan piskoposlara havari vekilliğini, dolayısıyla Hz. İsa’nın da vekilliğini bahşetmiş oluyor, onlara özel bir kutsiyet atfedilmesini sağlıyordu. Roma’nın Hristiyanlığı, devlet dini olarak tanımasıyla birlikte hali hazırda kurulu olan Kilise örgütlenmesi ve hiyerarşisi kendisine rahatça genişleme ve yapılanma alanları bulmuştur (Şenel, 1999: 220-221) .

31 Bu tür öğütler, derebeylerin ve Vatikan’ın güçlenmesiyle birlikte ortaçağ Hristiyan dünyasında beyatın ve itaatin toplumsal ahlak halini almasına yol açacaktır.

51

Feodal krallıkların ve toplumların ortaya çıktığı bu kargaşa döneminde en örgütlü ve disiplinli organizasyon Kilise’ye aitti. Eski Roma’nın en ücra köşelerine hatta ötesine yayılmış olan Kilise, örgütlenme ağı ile hem topluma ulaşabiliyor hem de feodal beylere ve krallara örgütlenmede yardım edebiliyordu. Zamanla krallardan ve derebeylerden bu yardımların karşılığında aldıkları toprak bağışları, dindar halkın ya da üst sınıfların cennet uğruna bağışladıkları araziler ve Kilise’ye aktarılan ya da kendi arazilerinde yaptıkları fief sözleşmeleri sayesinde piskoposlar, bölgelerinde önemli güçler haline gelmiş, politik aktörlere dönüşmüşlerdir. Papa III. Leo’nun Frank Kralı Şarlman’a (Charlemagne) taç giydirerek Kutsal Roma İmparatoru ilan etmesi Kilise’nin ruhani ve politik gücünü de göstermektedir. Böylece Kilise ve devlet arasındaki yardımlaşmanın/zıtlaşmanın en önemli temeli atılmış oluyordu. Kilisi’nin orta çağdaki rolü sadece siyasal ve ekonomik değildi. Aynı zamanda merkezi otoritenin çökmesinden kaynaklı ortaya çıkan toplumsal ahlak sorunlarıyla, “barbar” ve sapkın yöneticilerin ve halkların uygarlaştırılarak Hristiyanlaştırılmaları, dine uygun yaşamın sürdürülmesi gibi yaşamın her alanını kapsayan uğraşları vardı. Bu bağlamda Papa Gregorius (590-604) ya da Aziz Martin (515-580) gibi Hristiyan inancının önde gelenleri, krallara öğütler veren, toplumun ahlaklı yaşamını düzenleyen eserler kaleme almışlardır (Le Goff, 2015: 48-50).

Hegel’in (1770-1831) de belirttiği gibi filozof çoğu zaman yaşanmış olgulara dair kafa yormakta, tarihleşenin arkasından koşmaktadır (2015: 38). Modern dönemde de teknolojinin peşinde koşmakta ona yetişmeye çalışmaktadır. Ancak ortaçağ Hristiyan düşünürlerinin –antik ve modern döneme göre- içinde bulundukları zamanı doğrudan yönlendirme konusunda daha muktedir oldukları anlaşılmaktadır. Bunun önemli sebeplerinden birini okuryazarlığın ve literatürün neredeyse Kilise çevresinde yaşıyor oluşudur. Diğer önemli bir sebebi ise evrensel, mutlak ve tek tanrılı bir inanç sistemi olarak ortaya çıkan Hristiyanlığın en tepeden en tabana kadar toplumu etkileme ve yönlendirme gücünden kaynaklanmaktadır. Krallıklarla Kilise’nin egemenlik alanları konusunda çatıştıkları zamanda dahi krallıklar Kilise’nin uhrevi ve toplumsal yasalarına bağlı olup olmadıklarını sorgulamamışlar, çatışma genellikle egemenlik alanlarıyla sınırlı kalmıştır. Dönemini ve özellikle sonraki yaklaşık bin yılı etkileyen patristik32düşüncenin

32 Ortaçağ Hristiyan felsefesi iki döneme ayrılmaktadır. İlk dönem Hristiyanlığın ortaya çıktığı Roma dönemidir. Bu dönemde Hristiyan inancının neden kabul görmesi gerektiğine dair “Kilise Babaları” denilen Augistunus, Boethius gibi Apolojetik –diğer dinlerden, filozoflardan, krallardan vb. Hristiyanlığa karşı yöneltilen eleştirilere karşı kaleme alınan yazılar- patristik düşünürler ortaya çıkmıştır. Hristiyanlığın tüm

52

zirvesi sayılabilecek olan Augustinus (354-430), antik düşünce dünyasının kavramlarının içini farklı şekilde doldurarak Hristiyan dünyasına taşımış, ama bunu yaparken de antik dönemin zihin dünyasına son vererek ortaçağ düşüncesini kurup onu tek Tanrı inancına bağlamıştır.

Erken Hristiyanlık dönemi sadece Tanrıların sayılarının teke indirildiği bir dönemden çok, zihinsel dolayısıyla kültürel değişikliklerin yaşandığı bir çağdır. Daha önceleri topluma ve yöneticilere yön veren onur, zenginlik, akıl, sosyal sınıf, mutluluk vb. erdemler yerlerini, çilecilik, yoksulluk, iman, eşitlik, hizmet, Tanrısal sevgi ve ona ulaşma gibi erdemlere bırakmıştır. Augustinus, antik kavramların içlerini boşaltıp Hristiyan öğretilerle yeniden doldurulmasının yanında, en önemli düşünme değişikliklerinden birini; insanın zamana dair algısında gerçekleştirmiştir. Antik dönem insanı, evrenin bir ilk hareket ettirici (Tanrı) tarafından düzenlendiğini, bu hareket ettiricinin daha sonra evrendeki olaylara müdahil olmadığını, evrenin ebedi ve ezeli olarak doğa kanunları sınırları içerisinde dairesel/döngüsel bir zaman içerisinde hareket ettiğine inanmaktadır. Kozmosun bir parçası olarak insan, beşeriyette bu döngüde kendine düşen rolü yerine getirmektedir. Platon ve Aristoteles’te yönetim biçimlerinin döngüsel ve kaçınılmaz olarak birbirlerini takip eden sistemler olması da bu dairesel zaman anlayışından kaynaklanmaktadır. Başı ve sonu belli olmayan bu anlayış Augustinus’ta yerini doğrusal/ilerlemeci zaman anlayışına bırakmaktadır. Tanrı, yaratıcı sıfatıyla maddi evreni yaratmış ve kıyamet günü yarattığı varlıklar son bulacaktır. Başı ve sonu belli olan bu evrene ilk günahı işleyen Hz. Âdem gönderilmiştir. Hz. Âdem’in dışarıdan dünyaya ceza yoluyla gönderilmesi kozmosun dengeli bir unsuru olan insan anlayışını da sarsmış, onu doğal olmayan özgün bir yere konumlandırmıştır (Arslan, 2010: 417-420). Mademki evren başı ve sonu olan bir imgedir, o zaman bu geçici ve günahkâr olarak gelinen dünyaya (civitas terrena) ve onun hazlarına önem vermek anlamsızdır. Öncesiz ve sonsuz olan Tanrı Devleti (civitas divina) ulaşılması gerekli olan mutlak amaçtır. İnsanın yeryüzünde yaptığı bu geçici seyahat sadece Tanrı Devleti’ne ulaşmak için kullanılan bir araç olarak anlamlıdır. Böylece Augustinus antik dönemden

Avrupa’da egemen din haline geldiği 10. ve 11. yüzyıllardan itibaren savunma ve yaymaya yönelik yazılar yerini dini doktrin üzerine düşünüldüğü ve onun derinleştirildiği manastırlar, üniversiteler dönemi olan skolastik uğraşlara bırakmıştır. Patristik dönemde Platoncu aşkınlığın takip edildiği, skolastik dönemde ise Aristotelesçi aklın ve vahyin bağdaştırılmaya çalışıldığı görülmektedir. Bu bağdaştırmayı en iyi başaranlardan birisi de Aquinalı Thomas’tır (1225-1274)(Cevizci, 2015: 120-146).

53

beri birlikte yol alan siyaset ve dini ikiye ayırmış, ileride Kilise ile kralın egemenliklerinin ayrılmasında önemli bir rol oynayacak laikliğin de tohumlarını ekmiştir. Bu ayrım sadece politik olanı etkilememiş, aynı zamanda insanın ereksel arayışını da kökten değiştirmiştir. Artık insan değersizleşen dünyevi mutluluğunun peşinden koşan bir varlık değildir. Gerçek mutluluk ebedi ve ezeli olan Tanrının bilgisine ulaşmaktadır. İnsanın Tanrıyı bilebilmesi içinse kendisini bilmesi gerekmektedir. Ancak kendisini bilen ve Tanrı sevgisiyle hareket eden insan, Tanrı Devleti’nin vatandaşı olabilir. Dünyevi hazların peşinden koşanlar ise günahkâr olan dünya şehrinin vatandaşı olurlar ki onlar Tanrı’nın inayetine mahzar olamayacaklardır. Bu bağlamda Habil’in şehir kurmasıyla dünya kentinin kötülüğü açıklanırken, Kabil’in şehir kurmayarak azizlerin şehrinin öte dünyada olduğu anlatılmaktadır. Augustinus’un, insanın ilk günahı işleyerek maddi dünyaya gelişini kardeş katili Kabil’in şehir kurmasıyla devam ettirerek dünya şehirlerine ve siyasasına karşı olumsuz bir bakış sergiler. Ancak bu onu yine de her türlü iktidara karşıt bir düşünür yapmaz. Kilise’yi, dünya üzerinde Tanrı Devleti’ne ulaştırabilecek bir araç, Tanrı Devleti’nin bir temsilcisi olarak görür. Kilise, hiyerarşik olarak dünya devletinin üstünde yer almakla birlikte krallıkların egemenliklerini devretmek zorunda oldukları bir üst organizasyon değildir. Düşünürün gözünde adaletsiz bir devletin haydut çetesinden farkı olmadığı için adaleti, rasyonaliteyi ve birlikte uyum içinde yaşamayı sağlayacak bir devlet, insanın kısa hayatı için yeterlidir (Ottmann, 2004: 1-35, Cevizci, 2015: 131). Devletin insanları ahlaki olarak iyileştirme ya da onları kurtuluşa götürme gibi bir görevi bulunmamaktadır. Çünkü Tanrı’dan başka kimse kurtuluşa erecek olan kişileri bilmemektedir ve Tanrı kurtuluşa erdireceklerini zaten önceden seçmiştir (Tilly, 2010: 157-158).

Augustinus, sadece dine dair geliştirdiği düşünce sistemiyle Luther, Calvin, Pascal gibi düşünürleri değil aynı zamanda, sevgi etiğine, zamana ve varoluşa dair önermeleri ile Husserl, Heidegger, Wittgenstein, Arendt, Camus, Japser gibi son dönem düşünürlerini de etkilemiştir. Başlı başına bir siyaset felsefesi geliştirmemekle beraber Tanrı Devleti ile Dünya Devleti’ni ayırması, birincinin vatandaşı olan mümin ile ikincinin hazzı peşinde koşan günahkârını kategorileştirmesi Antik Yunan’ın uygar-barbar dikotomisini devam ettirmekte, modern dönemin dost-düşman ayrımına da ilham vermektedir (Ottmann, 2004: 35-38). İnsanın doğadan koparılarak özel bir konuma yerleştirilmesi, Tanrı’nın salt kendi olmasından dolayı karşılıksız sevilmesi ve Tanrı’nın yarattıkları olarak da insana

54

sevgi duyulması modern dönemde ortaya çıkacak olan Hristiyan kaynaklı hümanizmin