• Sonuç bulunamadı

Hulafe- i Raşidin Dönemi: Saflık ve Yenilik Arasında

BÖLÜM 2: İSLAM DÜŞÜNCE DÜNYASI TASAVVURUNDA İNSAN VE DEVLET VE DEVLET

2.2. Hulafe- i Raşidin Dönemi: Saflık ve Yenilik Arasında

Hz. Muhammed’in hicretten sonraki dokuz yıl boyunca Medine merkezli olarak gerçekleştirdiği seriyye (akınlar) ve gazveler İslam coğrafyasını Suriye ve Irak’a kadar genişletirken, İslam’a geçişler ve beyatlar da İslam topluluğunu genişletmekteydi. Ancak İslam dinini kabul eden herkes doğrudan imanın gerektirdiği maneviyatı içselleştiremiyor, seriyye ve gazvelerden elde edilen ganimetler dinden daha fazla ilgi çekiyordu. Böylece genişleyen Müslüman toplumunda, Mekke’de tebliği kabul eden ilk Müslümanlardan (es-Sabiküne’l-Evvelun), inanç devletini kuran Muhacirun ve Ensar’dan farklı olarak İslam dinine uzak diyarlardan beyat yoluyla katılan kabilelerden ya da gazve için dâhil olan bedevilerden, imanî olmaktan ziyade siyaseten Hz. Peygambere bağlı olan farklı farklı gruplar meydana gelmekteydi87. Son grupta yer alan toplulukların beyatları örfi olarak lidereydi ve liderin ölümüyle de sadakatleri bitmekteydi. Gerçekten de Hz. Muhammed’in hastalığı ve vefatını izleyen dönemde bu kabileler arasında dinden dönme olayları (riddet) peş peşe yaşandı, İslam topluluğu

karşı ittifakın içerisinde yer alan Kurayza oğullarının erkeklerinin idam edilmesi gibi gerek dini gerekse siyasi olaylarda olgulara bakılarak evrensel değil bağlamsal kararlar alındığını göstermektedir. Bu kararların bazılarının gerekçeleri zamana ve mekâna dayalı olgulara –içkinin, faizin haram kılınması ya da Kıble yönünün değiştirilmesi- bağlı gözükmekle beraber evrensel ve ebedi mahiyette, diğerleri ise duruma bağlı–genellikle örfi adetlere dayalı cezaların uygulanması vb.- değişkenlikler gösterebilmektedir.

87 Mekke’nin fethinden sonra Huneyn Gazvesi’ne (630) çıkan Hz. Muhammed, Hevazin kabilesini yenilgiye uğrattı. Ancak zaferden elde edilen ganimetlerin dağıtımında, Hz. Muhammed’in Kureyşlilerin maneviyatını İslam’a ısındırmak amacıyla onları öncelemesi diğer Müslümanlar arasında huzursuzluk yaratmış, bir grup Müslüman İslam Peygamberinin üzerine yürüyerek ganimetten kendilerine yeterli pay verilmesini talep etmişlerdir (Taberi, 1992: 720-728). Huneyn Gazvesinden sonra ganimetin paylaşımında ve Hz. Muhammed’in adaletinin sorgulandığı buna benzer olaylara İslam literatüründe Ci’rane Olayı denmektedir. Ci’rane Vakası ve buna benzer durumlar dönemin bazı Müslümanlarının, Cabiri’nin tasnifiyle, İslam’ı bir maneviyat meselesinin yanında ganimetle de irtibatlandırdığı göstermektedir. Ayrıca Hz. Muhammed’in İslam’ı ilk tebliğ etmesinin üzerinden 16 yıl gibi bir süre geçmesine rağmen dini otoritesi sorgulamaya tabi olmamakla beraber bu olaylardan dünyevi otoritesi ve uyguladığı siyasaların sorgulandığı, hatta baskı altına alınmaya çalışıldığı anlaşılmaktadır.

114

siyaseten çözülmeye başlamış (Cabiri, 2001: 156, 166-167, Hişam, 2006: 424), bu çözülme ilk Halife Ebu Bekir ile birlikte toparlanmıştır.

Hz. Muhammed’in ölümünden halifeliğin Emevilere geçmesi arasında yer alan yaklaşık 30 yıllık süre zarfında İslam toplumu dört halife tarafından idare edilmiştir. Sırasıyla halife olan Ebu Bekir (632-634), Ömer bin Hattab (634-644), Osman bin Affan (644-656) ve Ali bin Ebu Talib (656-661) İslam inancını ilk kabul eden insanlardan olmalarının yanında Hz. Muhammed’in yetiştirdiği neslin en önde gelen kimselerindendir. Dört halife döneminde İslam toplumunun mükemmele yakın bir şekilde yönetildiği düşünülmektedir (Varol, 2005: 199). Bu sebeple İslam hukuk ve siyasi düşüncesinin oluşmasında önemli yeri olan ve İslam âlimlerin güncel olayların çözümünde sürekli olarak örnek aldıkları bu dönemin belli başlı siyasi gelişmelerine değinmek gerekmektedir.

Ensar’dan Hazreç kabilesi mensupları, peygamberin vefatının duyulmasıyla beraber hızlıca önderleri olan Sa’d Bin Ubade’yi halife seçerek Müslümanların88başına geçirmek istedi. Durumdan haberdar olan Ömer bin Hattab, Ebu Bekir’i de yanına alarak görüşmelerin yapıldığı Beni Saide Sakife’sine gitti. Böylece görüşmelerde Ensar ve Muhacirler halife seçimi konusunda karşı karşıya geldi. Ensar’ın, bir Muhacirlerden bir Ensar’dan seçilmek üzere çift başlı89 bir halifelik teklifi Ömer bin Hattab tarafından reddedilmiştir. Sert çekişmelerin ardından çoğunluğun90 Ebu Bekir’e beyat91 etmesiyle

88Hz. Muhammed Arap geleneğine uygun olarak vefatından önce halifelik için bir aday göstermemiş, böylece seçimi yeni oluşan İslam toplumuna bırakmıştır.

89 Aslında çift başlı sistem Hz. Muhammed’in uyguladığı bir yöntemdir. Seriyyelere komutan olarak Kureyşlilerden seçerken yardımcısını çoğu zaman Ensar’dan seçerdi. Kendisi Medine dışına çıktığında vekil olarak Ensar’dan birisini tayin ederdi. Sakife toplantısında Hz. Muhammed’in bu uygulamaları göz önünde bulundurup çift başlı bir yönetim teklifinde bulunulmuş olunabilir (Bakkal, 2005: 99, 102).

90 Ebu Bekir’e halife olarak biat etmeyenlerin arasında Ensar’ın adayı olan Sa’d bin Ubade de bulunmaktadır. Ayrıca Halife seçimleri sırasında Hz. Muhammed’in defin işleriyle meşgul olan Ali bin Ebu Talib Ehl-i Beyt olarak kendisinin halife olması gerektiğini öne sürerek Hz. Muhammed’in kızı ve Ali’nin eşi olan Fatıma vefat edinceye kadar bir süre Ebu Bekir’e biat etmemiştir (Kuteybe, 2017: 39). Hz. Muhammed’in vefatının akabinde gerçekleşen halife seçimlerindeki siyasi çekişmeler zaman içinde dahi vahim bir şekilde derinleşip İslam inancını ve siyasetini kökünden etkileyecektir.

91 Karşılıklı bir sözleşmeye atıf yapan beyat kelimesi iki taraf arasında rıza sonucu varılan anlaşmadır. Hz. Muhammed, Akabe Beyatları’nda olduğu gibi İslam dinine girmek isteyenlerden de beyat aldığı gibi Hudeybiye’de, Hendek Müdafaasında, Mekke’nin Fethinde de müminlerden tekrar beyat alarak kendisi ve İslam topluluğu arasındaki bağı yenileyerek canlı tutmuştur. Kişilerin seçtikleri lidere itaatini beyan etmesi anlamına gelen beyat aynı zamanda lidere de toplumu Kuran ve Sünnet çerçevesinde yönetme sorumluluğu yüklemektedir (Kapar, 1991: 73,76). Bu eksende yönetmeyen yöneticiye itaatin zorunlu olup olmadığı İslam düşünce tarihi açısından oldukça tartışmalı bir konu olmakla birlikte, Hz. Muhammed’in veda hutbesinde zikrettiği “Allah’ın kitabına uydukları sürece yöneticilerinize itaat edin.” ve Ebu Bekir’in Mescid-i Nebevi’de halife seçilmesi üzerine yaptığı konuşmasında “Allah’a ve Resulü’ne itaat ettiğim sürece bana itaat ediniz. Şayet onlara isyan edersem, bana itaatiniz gerekmez.” (Alatlı, 2014: 262, 280) sözleri konunun özünü göstermesi bakımından manidardır. İslam’ın geleneksel döneminde beyat

115

İslam topluluğunun ilk halifesi “Halifetü Resullilah”92sıfatıyla seçilmiş oluyordu (Hişam, 2006:413, 415-417). Ancak Sakife’de kabilelerin önde gelenlerinin93 beyatının yeterli görülmemesi üzerine ertesi gün Mescid-i Nebevi’de Ebu Bekir’in halifeliği halk tarafından onanmıştır. Emeviler ile birlikte başlayan ve günümüze kadar sürecek olan veraset sisteminden önce, müzakere ve görece uzlaşmaya dayalı bir halife seçim sisteminin Hz. Muhammed’in yakınları olan ve İslam dinine ilk bağlananlar tarafından uygulandığı görülmektedir.

Hz. Muhammed’in vefatından sonra Ebu Bekir’in halife seçilmesi sadece yöneten-yönetilen ilişkileri açısından önemli değildir. Aynı zamanda Hz. Muhammed’in soyundan gelen Ali’nin üstünlük sağlayamaması ve Ebu Bekir’in Kureyş kabilesinin küçük bir koluna mensup olmasına rağmen seçilmesi, liyakatin İslam’ın ilk dönemlerinde veraset sistemi ve aristokrasiye nazaran daha önemli olduğunu göstermektedir. Bunun yanında halifeliğin Ensar’dan bir kişi yerine muhacirlerden Kureyş’li birine verilmesi, halifeliğin kabile ile bağlantısının olduğu yönünde yanlış bir algının oluşmasına sebebiyet vererek Ensar’ı ve diğer Müslümanları halifelik kurumunun başına geçmekten uzunca bir süre alı

kurumunun işleyişine dair ayrıntılı bir kaynak için bakınız; Kapar, M., Ali, (1998), İslam’ın İlk Döneminde Beyat ve Seçim Sistemi, Beyan Yayınları, İstanbul. İslam siyasal örgütlenmesinin erken dönemlerinde el sıkma, tokalaşma şeklinde gerçekleşen beyat etme, zaman içerisinde halifeleri beyatlaştıkları kişilerle aynı konuma getirdiği için dönüşüme uğramıştır. Halifelerin tebaalarından olan üstünlüğün bir göstergesi olarak Bizans’ta adet olan el, etek, ayak ya da yer öpülmesi uygulaması getirilmiştir (Haldun, 2014/1: 449). Orta Çağ Avrupa toplumunda görülen fief sözleşmelerine benzemekle beraber, farklı kabileler veya kişiler farklı halifelere beyatta bulunamıyorlardı. Seçilen halife tüm İslam toplumunun tek yöneticisi olduğu için geri kalan Müslümanların da ona itaat etmeleri gerekiyordu. Böylece merkezi bir yönetim sistemi ve yönetilenlerin aracılar olmadan doğrudan Halifeye bağlanması sağlanmış oluyordu. Hz. Muhammed döneminde beyatını geri alanların görülmesi (Kapan, 1991: 77) ya da sonraki halifeler döneminde beyat etmeyen kişi ve kabilelerin olmasına karşın bu durum, siyasal merkezi Avrupa’da olduğu gibi zayıflatmamıştır. Ebu Bekir’in iki yıllık kısa yönetiminde (632-634) halifeliğini tanımayanların (dinden dönen, sahte peygamberlik ilan eden ya da zekât vermeyi reddedenlerin) üzerlerine giderek tekrar merkezi otoriteyi ihsas etmesi (Hitti, 1995: 212-214, Karaman, 2009: 114, Azimli, 2007: 41), İslam geleneğinde çok başlı bir yönetime başından itibaren müsaade edilmediğini göstermektedir.

92 Ebu Bekir’in ve sonrasında Ömer bin Hattab’ın halife olarak “halifetü Resullilah” ve “emirü’l-mü’minun” sıfatlarını kullanmaları halifelik makamının ilk dönemlerde daha çok dünyevi olan yöneticiliği benimsediklerini göstermektedir. Emevi Halifeleriyle ve kısmen Abbasilerle birlikte kullanılmaya başlanan “Halifetullah”, “Eminullah”, “halifetü Rabbi’l-Âlemin” benzeri sıfatlar zaman içerisinde yöneten-yönetilen ilişkilerindeki anlayış değişmesini ortaya koymaktadır (Hoyladı, 2015: 25-26). Ebu Bekir ve Ömer’in gerek İslam Peygamberinin terbiyesinden geçmiş olmaları gerek uzlaşıyla başa gelmeleri gerekse ilk sahabelerden olmaları ve halkta saygınlıklarının üst seviyede bulunmasından ötürü meşruluklarını kutsala dayandırmak zorunda kalmamışlardır.

93 Muhacirler halifenin Kureyşlilerden, Ensar topluluğu ise kendi içlerinden seçilmesini, Ali bin Ebu Talib’in etrafında toplanan Haşimiler ise Ali’nin halifeliğini savunmuşlardır (Azimli, 2007: 39). Böylece İslam peygamberinin vefatından sonra Müslüman toplumuna liderlik edecek kişinin belirlenmesinde geniş bir müzakere yaşandığı, “fitnenin” ortaya çıkıp İslam birliğinin dağılmaması için münakaşaların uzatılmadığı görülmektedir. Belirli bir lider altında fırkalara bölünmeden (“fitneye” mahal vermeden) birleşilmesi günümüzde dahi Türk siyasi düşüncesini etkilemektedir.

116

koymuştur (Azimli, 2007: 40-41). Ancak İslam’ın evrenselliğine, kabileciliği yasaklamasına ve tüm inananların eşit olduğu beyanına rağmen bu tutum Halifeliğin Osmanlılara geçmesine kadar kabul edilmiştir (Bakkal, 2005: 102-103). Ayrıca Ebu Bekir’in Sakife’de önce küçük bir grup tarafından halife seçilip beyat edilmesi kısa zamanda halife seçim sisteminin İslam Hukukunda iki-üç kişilik ehl-i hall ve akd denilen bir heyet tarafından halkın genelinin katılımının olmadan da yapılabileceği kabulüne götürmüştür (Uludağ, 2008: 88). Maverdi’ye göre bu heyete dâhil olan kişilerde aranması gereken üç nitelik; adil, âlim ve oy sahibi olmalarıdır. Ebu Bekir’in seçimi sırasında Sakife’de hazır bulunan sahabenin özelliklerinden olan bu üç nitelik daha sonraki halifelerin seçimleri için de gözetilmesi gereken şartlar arasında belirtilmiştir. (Aydın, 1990: 186).

Kendisin müzakereyle seçilmesine karşın Halife Ebu Bekir kendinden sonra gelecek isim için Ömer bin Hattab’ı işaret etmiştir. Büyük ihtimalle Sakife’de yaşanan sert tartışmalara ve sonrasında beyat etmeyenlerin kırgınlıklarına yol açmamak için böyle bir yöntem izlediği gözükmektedir. Kararını nihai olarak belirlemeden önce içlerinde Abdurrahman bin Avf, Talha bin Ubeydullah, Said bin Zeyd, Osman bin Affan ve Useyd bin Hudayr gibi isimlerin bulunduğu “ehl-i hall ve akd”dan oluşan bir heyetle istişare etmiş, seçimi yine de ümmete bırakarak bir nevi kendi adayını göstermiştir. Burada halifenin birini işaret etmesi pek tabii Sakife’deki gibi saf bir seçim ortamı doğurmamakla beraber Ebu Bekir’in kendi ailesinden biri yerine Ömer’i önermesi kayda değerdir. Böylece bir kez daha İslam’ın önde gelen şahsiyetleri seçim usulünü değiştirmelerine rağmen veraset sistemine karşı gelerek bağımsız birini yöneticileri yapmışlardır. Seçim usulündeki yeniliğin yanında Ebu Bekir kendinden sonra gelecek olan Ömer’e tavsiye niteliğinde olması için bir de mektup bırakmıştır (Azimli, 2007: 50-51). Ebu Bekir’in adaletli davranmasını bildirdiği mektuba uygun olarak Halife Ömer yönetimi boyunca adaletiyle anılmıştır. Bunun için de valilerine halkın her kesimiyle iç içe olmalarını emretmiş, halkı ise onların icraatlarına şahit tutarak yönetime karşı halkın denetim mekanizmasının işlemesine çalışmıştır. Bu amaçla valileri sadece halka dini öğretmek, fey gelirlerini dağıtmak ve halk arasında adaletle yönetmek görevlerini vermiştir (Alatlı, 2014: 287, 290-291). Böylece “İslam devletlerinin” en önemli kurumları olan eğitim, maliye ve yargı yapıları kurulmaya başlanmıştır. Denetim mekanizmalarına halkı dâhil etmesinin yanında

117

kurdurduğu divanlarla94 yoksullara ve muhtaçlara yapılan yardımların dağıtımına doğrudan katılması ve şikâyet mekanizmasının işlemesi Hz. Muhammed döneminde yaşanan yöneten ile yönetilen zümrenin ayrılmadığı, İslam topluluğunun sorunlarının yönetenle doğrudan gerçekleştirilebilen karşılıklı iletişimle çözüldüğü bir esnek devlet yapılanmasının devam ettirildiğini göstermektedir. Site devletini anımsatan çağın Medine’si ve hala kabile toplumsallığında örgütlenen kitleler açısından bu şaşırtıcı gözükmemekle birlikte Hz. Muhammed’in en yakınlarından olan Halife Ebu Bekir ve Ömer de, Peygamberin tebliğci olarak halkla iç içe olma durumunu devam ettirmişlerdir. Halkla iç içe olma durumuna dair her iki halifenin örnek uygulamaları mevcuttur. Halife Ebu Bekir Bahreyn’den gelen verginin dağıtımında halka haber salmış, önce Hz. Muhammed’in zamanında gelirden pay vaat edilmiş olanlara ödemeleri yapıldıktan sonra geri kalan gelir tüm Müslümanlar arasında eşit olarak dağıtılmıştır. Burada halifenin halka, devlet gelirlerini (Beytülmalden) doğrudan elden dağıtması ve alacaklıların sözlü şahitliğinin ödeme yapılması için yeterli olması yönetim organizasyonunun halen yatay olarak örgütlendiğini göstermektedir. Vergilerin Ebu Bekir tarafından kıdeme, Müslümanlıktaki fazilete ve geçmişlerine göre değil de eşit olarak dağıtılması bir grubu rahatsız etmiş ve bunu halifeye doğrudan bildirmişlerdir. Ancak Ebu Bekir bu tür niteliklerin farkında olduğunu, ancak Müslümanlıkta üstün fazilete sahip olunmasının sevabını Allah’ın takdir edeceğini, vergilerin dağıtımının ise dünyevi bir mesele olduğunu, burada tercih ve takdim (önceye alma) yönteminden ziyade müsavat (eşitlik) kaidesinin uygulanmasının doğru olacağını belirtmiştir. Halife Ömer ise vergilerin dağıtılma işinde tam tersi bir uygulamaya giderek eşit dağıtım ilkesinden vazgeçmiş ve

94 Divan teşkilatı idari, mali, askeri, iktisadi vb. devlet işlerinin bir kurul tarafından görüşüldüğü ve karara bağlandığı bir kurumdur. Sasanilerin tüm idari işleri kayıt altına alma/deftere yazma geleneğinin bir devamı olan divan kurma fikri, Halife Ömer döneminde Ebu Hureyre’nin Bahreyn’den getirdiği 500 bin dirhemlik gelirin dağıtımı sırasında gündeme gelmiş daha önce avuçla yapılan gelirlerin taksimi artık deftere kayıt altına almakla devam etmiştir (Ebu Yusuf, 1973: 87, 89). Divanlar, Emevi ve Abbasiler döneminde, özellikle Halife Muaviye döneminde, Divanür Resail (askeriye divanı), Divan’ül Hatem-i (devlet yazışmaları divanı), Divan’ül Berid-i (posta idaresi) vb. geliştirilerek devam ettirilmiş, zaman içerisinde İslam devletlerinin merkezi idari teşkilatları konumunu almıştır. Görüldüğü üzere ilk kuruluş dönemlerinde İslam idari yapısının el yordamıyla gelişme gösterdiği, Sasanilerin ve Bizans’ın fethedilmesiyle birlikte buradaki uygulamaların Müslüman yöneticiler tarafından devralındığı görülmektedir. Devlet idaresini Araplaştırma girişiminde bulunan Halife Abdülmelik bin Mervan’a (646-705) kadar sikkelerde, vergi defterlerinin yazımında ve uygulamalarda yerel dillerin ve adetlerin uygulandığı görülmektedir. Buna göre Mısır’da Kıptice ve Grekçe, Irak ve İran’da Farsça, Suriye’de Grekçe dilleri kullanılmakta, divanlarda zimmiler de çalıştırılmaktaydı (Ed Duri, 1994: 377-381). Böylece yeni ortaya çıkan genç İslam devleti hem idari hem de sosyal olarak iki eski medeniyetten etkilenerek yeni bir senteze gitmektedir. Bu durum ileriki safhalarda kaçınılmaz olarak yöneten-yönetilen ayrımının derinleşmesini, bir sarayın ve saray çevresine konumlanmış seçkinler zümresinin oluşmasına yol açacaktır.

118

kişilerin kısa İslam Tarihi içerisindeki rollerine ve dindarlıklarına göre bir taksime gitmeyi tercih etmiştir. Buna göre Bedir Gazvesinde yer alan Ensar ve Muhacire beşer bin dirhem verirken, savaşa iştirak etmemiş olanlara dörder bin ayırmıştır. Gelirlerin dağıtımında sadece gazvelerde yer almış olmak bir rol oynamıyor aynı zamanda Peygambere olan yakınlıkta taksimin miktarını belirliyordu. Örneğin Peygamberin amcası Abbas 12 bin dirhem alırken, azatlısı Zeyd’in oğlu Üsame’ye dört bin, kendi oğlu Abdullah’a ise Halife Ömer üç bin dirhem ayırmıştır. Bunun sebebini soran oğluna ise Zeyd’in Peygambere babası Ömer’den, Üsame’nin ise kendisinden daha yakın olduğunu söylemiştir (Ebu Yusuf, 1973: 83-84). Burada siyasi anlamda göze çarpan iki husus bulunmaktadır. Öncelikle her iki Halife’de gelirlerin dağıtımının dünyevi bir mesele olduğunu kabul etmişlerdir. Halife Ömer bir müçtehit olarak gelirlerin taksimine yönelik düzenlemesinde Halife Ebu Bekir’in içtihatına zıt olmasına rağmen uygulamaktan çekinmemiştir. Ayrıca Halife Ömer’in halifelik makamında bulunmasından ötürü ticari işlerini yapamaması ve ailesinin geçimini karşılayamaması üzerine “Halifelik ücretinin” belirlenmesi için sahabeye danışmıştır95. Bunun üzerine Ali bin Ebu Talib, İslami ölçüler içerisinde ailesini geçindirecek kadar bir gelirin yeterli olacağını belirtmiş, öneri sahabe ve Halife Ömer tarafından makul bulunarak kabul edilmiştir (Azimli, 2013/2: 140). Halifelik ücretinin dahi istişare ile belirlenmesi Peygamber döneminde uygulanagelen geleneğin devamı niteliğindedir. Bu sayede manevi topluluk olarak devletin görece devamı sağlanmaya çalışılmıştır. Ayrıca halifeliğin diğer hizmet görevlerine benzer bir şekilde ücretinin ve maddi bir karşılığının olması makamın dünyevi yönünün ağırlığını da göstermektedir.

Halife Ömer, sadece devlet gelirlerini dağıtımında yeni bir içtihat yoluna gitmemiş aynı zamanda yeni fethedilen ülkelerdeki toprakların bölüştürülme sorununa da kendinden sonraki halifeleri ve İslam devletlerini etkileyecek bir uygulama getirmiştir. Irak, Suriye ve Mısır gibi verimli arazilerin bulunduğu yerlerin valileri Halife Ömer’den İslam coğrafyasına katılan bu ülke topraklarının savaşçılara dağıtılmasını istemişlerdir. Halife Ömer, Medine’de sahabelerle uzunca bir istişareden sonra toprakların sahiplerinde kalması, bu topraklardan haraç adı altında vergi alınması ve bu verginin de devlet

95 Halife Ebu Bekir’in yönetimde bulunduğundan dolayı ticaret yapamaması dolayısıyla ailesinin geçimini sağlayamamasından dolayı kendisine halifelik ücreti olarak altı bin dirhem verildiği bilinmektedir. Vefatından önce kendisine ait bir araziyi satıp halifelik için aldığı maaşı toplu olarak devlet hazinesine geri ödemiştir (Esir, 1991/2: 389).

119

hazinesine gitmesini kararlaştırmıştır (Ebu Yusuf, 1973: 58-62). Böylece topraklar devlete geçiyor, sahipleri de işleme hakkını, vergi ödemek suretiyle ellerinde bulunduruyorlardı. Bu sayede hem yeni kurulan İslam devletinin giderlerini karşılayacak sabit bir gelir mekanizması kuruluyor hem de Arap savaşçıların gazveyi bırakıp belirli bir toprağa yerleşmesinin önü kesilmiş oluyordu. İleride kurulacak birçok İslam devletinin de ana vergi kaynağını oluşturacak bu uygulama toplumsal açıdan Avrupa’dan ayrışan bir duruma sebebiyet vermiştir. Toprakların tümünün devlete ait olması ve haraç yoluyla gelirlerin elde edilmesi bir nevi rant ekonomisinin önünü açmıştır (Cabiri, 2001: 231-232). Fetihlerden elde edilen ganimet, gayri Müslümlerden alınan cizye ve topraklardan alınan haraç dışında üretim ekonomisine dayanmayan bir devlet yapılanmasında, dönemin Avrupası’nda ortaya çıkan yerel toprak zenginleri oluşmamış, daha başında devlet merkezi olarak örgütlenmiştir. İlk iki halife de mal tasarrufundan ve ani zenginleşmeden yana olmamışlardır. Halife Ebu Bekir devlet hazinesinin tüm gelirlerini sürekli olarak ihtiyaç sahipleri Müslümanlara dağıtmış, bu sebeple öldüğünde devlet hazinesinde sadece bir dirhem bulunmuştur (Esir, 1991/2: 386). Halife Ömer’in ise, vali olduktan sonra aniden zenginleşen Kufe valisi Sa’d bin Ebu Vakkas, Bahreyn valisi Ebu Hureyre, Mısır valisi Amr bin Harsan, Mekke valisi Nafi bin Amr el-Huzai gibi kişilerin mal varlıklarının yarısına el koyduğu bilinmektedir (Cabiri, 2001: 233). Ancak İslam devletinin coğrafi olarak büyüklüğü ve her bir yandan gelip Medine’de toplanan vergilerin çokluğuyla gerçekleşen zenginleşme, İslam toplumsal yapısındaki yöneten-yönetilen ve zengin-yoksul ilişkilerinde önlenmesi zor bir değişmeye yol açacaktır. Dinin uygulanması ve korunması dışında96 siyasi bir örgütlenme fikrinin bulunmaması ilk dönem İslam toplumunda ileri bir devlet kurumsallaşmasını gerekli kılmamış

96 Dönemin siyasetinin, dinin korunması ve uygulanması çerçevesinde vuku bulduğuna dair farklı örnekler verilebilmekle beraber burada merkezi önemde iki örnek verilecektir. İlki Halife Ömer’in, Sa’d bin Ebi