• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: İNSAN DOĞASINDAN DEVLETE: İKTİDARIN SERÜVENİ SERÜVENİ

1.4. Modern Dönem: Siyasal Olanın Mutlaklaşması

Aquinalı Thomas’ın etkisi Katolik Batı dünyası için büyük olsa da yekpare şekilde tüm Hristiyanlar tarafından kabul görmedi. Özellikle onun akıl ve vahyi birleştirme çabasıyla felsefe ve teolojiyi sentezlemesi, karşıt bir kamp yarattı. Bu kampın öncüsü İskoç asıllı John Duns Scotus (1266-1308), Tanrı’nın ya da onun yasalarının akli kanıtlara ihtiyaç

58

duymadığı, ilahi yasaların ve dogmaların irrasyonel olmaları durumunda bile onlara inanılması gerektiği, çünkü tek gerçekliğin Tanrı olduğu, Tanrının istemi dışındaki her türlü nedenselliği araştırmanın anlamsızlığı inancından hareket ediyordu. Ahlak yasaları da akli oldukları için değil Tanrı’nın emirleri olduğu için uyulması gereken ilahi yasalardır ve Tanrı isterse bu yasaları da değiştirebilir36. Sorgusuz bir imanın, Skolastizmin reddine işaret eden bu düşünüş teolojiyle felsefeyi ayırmış, iradeyi aklın yerine koymuştur. Böylelikle yeryüzü devleti ve Tanrı Devleti ayrımından sonra felsefeyle teoloji ayrımının da ilk adımları atılmaktadır (Tilly, 2000: 206-211). Skolastiğe, dolayısıyla ortaçağ düşüncesine eleştiriler İngiltere’den Ockhamlı William (1288-1348) ve Roger Bacon (1214-1294) tarafından da getirilmeye devam ediyordu. Ockhamlı, teolojiyi ve tümel bilgiyi duyularla deneyimleyemediğimiz, sadece iman edebildiğimiz için tamamen metafizik alana iterken, bireysel deneyimlerle elde edilen bilgiyi gerçek bilgi ilan ederek dünyevi bilgeliği ön plana çıkarıyordu. Bacon ise dünyevi problemlerin çözümünde deneyin önemini ortaya koyarak erken dönem ampirizmin öncülüğü yapıyordu. Çok daha önceleri de insanoğlu problemlerin çözümünde deneye başvuruyordu. Ancak Bacon’ın katkısı deneyi problemden soyutlayarak bir metot haline getirmesinden dolayı yenidir. (Helferich, 2012: 100-101).

Tinsel dünyanın karşıt iki kampa ayrılmasının yanında Papalık ve krallıklar arasında da ciddi siyasi mücadeleler yaşanmış, Papalığın hem manevi otoritesi hem de siyasi konumu sarsılmıştır. Fransa Kralı IV. Philip ve Papa VIII. Boniface arasında 1296 yılında Fransa toprakları üzerinde bir iktidar mücadelesi ortaya çıkmıştı. Fransa Kralı, İngiltere ile içinde bulunduğu savaşı finanse etmek için diğer sınıfların yanında ruhban sınıfına da %10’luk vergi getirmiştir. Papa vergi verecekleri aforoz etmekle tehdit edince, Philip hem İtalya’ya ticari ambargo koymuş hem de Fransa’da bulunan Kiliseyi devletin bir alt unsuru olarak ilan etmiştir. 1303 yılında VIII. Boniface’in ölmesiyle mücadeleden Philip galip gelmiştir. Öncelikle kendisine yakın bir Papa seçtirmiş –V. Celemens-, Papalık kurumunu Avignon’a taşıtmış (1309-1378), Papalık seçimlerinde rolleri olan kardinallerin seçiminde Fransa kralına söz hakkı tanınmıştır. Fransa’nın Papalık Kurumu üzerinde bu kadar etkisinin olması ruhani liderleri rahatsız etmiş, Kilise’nin üst düzey ruhani liderleri, konsilin, Papa’nın üstünde olduğu ve kararların konsil tarafından

59

alınması gerektiğini ifade ederek bir dizi konsil toplamışlardır. Papa’nın bu konsilleri bertaraf etmesine rağmen ortaya çıkan fiili durum artık Vatikan’ın eskisi gibi manevi ve siyasi birliği sağlamasını güçleştirmiştir. 1450’lerden sonra ise Papa birçok monarşiyle, yerel kiliseler üzerindeki iktidarını sınırlayan (Concordato) sözleşmeler imzalamak zorunda kalmıştır (İnalcık, 2013: 14-16).

İngiltere Kralı VIII. Heinrich, eşinden boşanmasına onay vermeyen VII. Clemens’e kızıp, İngiltere’yi Roma’dan ayırmış, kendisini İngiliz Kilisesi’nin başı ilan etmiştir. Kilise’nin uhrevi ve dünyevi üstünlüğünün kurulmasından itibaren yaşanan Papa-krallıklar çekişmesi monarşilerin egemenliklerini güçlendirmeleriyle daha çok gün yüzüne çıkmıştır. Her ne kadar Vatikan, yerel ve dünyevi devletten ayrı bir kurumu ifade etse de –sonuçta Kilisenin dinsel egemenlik alanına girmeyen konuları oldukça kısıtlıdır- iktidar kurumu çift başlılığa, özellikle müdahale dışarıdan geliyorsa, imkân vermemiş, karşı gelmiştir.

Manevi dünyada böyle bir çöküş yaşanırken yükselen iki unsur vardı. Biri ortaçağın ilahi sayılan üç tabakalı, dua edenler, savaşanlar ve çalışanlar (Bloch, 1983: 364), toplumunu kökten değiştirecek olan tüccarlar ki ileride burjuvaziye (kentsoylu) dönüşeceklerdir, diğeri ise yeni ortaya çıkan ve güçlenen tüccar sınıfının ikamet ettiği kenttir.

Bizans’ın Malazgirt Savaşı’nda yenilmesinin ardından Papa II. Urban’ın 1095 yılında yaptığı Haçlı Seferi çağrısı üzerine Avrupa Krallıklarından toplanan güçler Balkanlar ve Anadolu üzerinden Kudüs’e vararak, Kudüs’ü ele geçirmiştir. Böyle uzun bir rotayı takip eden içe kapalı feodal Avrupa insanı –serfi, şövalyesi, din adamı, aristokrasisi ve kralları- uzun zamandır ilk defa farklı kültür, din, sanat ve bilimle karşılaşmış, yeni ufukları görmüş, baharat ve ipek gibi ticari ürünlerle tanışmıştır. Daha sonra düzenlenen haçlı seferlerinin, Selçukluların elinde bulunan Anadolu üzerinden yapılması tehlike arz ettiği için özellikle Napoli, Cenova, Venedik gibi İtalyan şehirleri üzerinden deniz seferleriyle yapılması tercih edilmiştir. Böylece önce Haçlı ordularını daha sonra hacıları taşıyan bir deniz ağı oluşmuştur. İlerleyen zaman içerisinde bu deniz ağı İtalyan devletlerinin ticaret filolarına dönüşmüş ve İtalyan kent devletlerinin önemini arttırırken, kentte yaşayan tüccarları da zenginleştirmiştir. Doğu-Batı arasındaki ticarete dayanan bu gelişme kentlerde sermayenin birikmesiyle sanayileşmeyi de teşvik etmiştir. Artan ticarete mal yetiştirmek için kırsaldan ya da küçük işletmelerden gelecek ürünleri beklemeye razı

60

olmayan yeni sınıf, üretimi kentte büyük atölyelere taşıyarak sanayileşmenin öncülü olmuştur. Kentlerin zenginleşerek kırsaldan bağımsız hale gelmeleri insanları da etkilemiş ve Roma’dan beri ilk defa insanları tekrar kente çekmeye başlamıştır. Kırsalın hem ekonomik hem de insan gücü bakımından zayıflaması kentin kırsala nazaran güçlenmesine, kendi güvenliğini ve yönetimini senyörlerden bağımsız kent meclislerine (cumhuriyetlere) taşıyabilmelerine olanak sağlamıştır (Şenel, 1999: 278-279). Böylece şehrin ve ticaretin önem kazandığı yerde tekrar Antik dönem düşünceleri ve yönetim biçimleri dirilmeye (Rönesans’ın anlamı zaten yeniden doğuş demektir) başlamıştır. Böylece Sombart’ın belirttiği üzere zamanı bir kazanç aracı olarak kullanmayan, yaşamda bir acelesi olmayan, insani ve doğal ihtiyaçlarının karşılanmasıyla yetinen ortaçağ insanının “ekonomik yaşamındaki tinsel unsurları” değişime uğramıştır. Ortaçağ boyunca herkesin toplumsal sınıfına göre ihtiyaçlarını ve tüketimini belirlediği, ona göre ürettiği bir “zümre ekonomisi” hâkimdi. Bir kimse kendi zümresi içerisinde üretip tükettiği zaman sınıflar arası geçişkenlikler ve buna yönelik bir istek oluşmamakta, Platon’dan beri süre gelen sınıfa dayalı toplumsal adalet sağlanabilmekteydi (Sombart, 2008: 17, 22). Ancak ticaret ve sanayileşmeyle ortaya çıkan yeni sınıf –burjuvazi37- sistemdeki üçlü düzeni altüst edecek, yönetime katılmak adına alttan üst sınıflara doğru tazyikte bulunacaktır. Tüm bu gelişmelere rağmen kentler kırsala olan mecburiyetlerinden kurtulamadı. Beslemesi gereken –kentli nüfus tarımsal üretimden ziyade ticaret ve zanaatla uğraşıyordu- kent insanı ve ürettikleri malzemelerin hammaddeleri için hala toprağa ve feodal senyöre ihtiyaç duyuyordu. Böylece kentlerin çevrelerinde büyük araziler oluşmuş, büyüyen ekonomiyi kaldıramayan kentler Hansa Birliği gibi örgütlenmelere başvurmuştu. Buna rağmen şehirlerin gücü askeri, ekonomik vb. gelişmeleri kaldırmaya yetmeyecek, toprak bütünlüğü ve gelişmiş nüfus gücü olan devletler altında örgütlenme ön plana çıkmaya başlayacaktır (Le Goff, 2015: 80-85, 110-111; Moore, 1989: 10). Ancak dönüşümün tek itici gücü ekonomi değildir. Ticaretin hatasız ve eksiksiz yapılmasını sağlayacak muhasebe işlemlerinin bilgisi, doğal olarak

37Terimin ilk kullanışlarının İngiltere ve Fransa’da 1000’li yıllardan sonra olmasına rağmen toplumsal olarak öne çıkması 15. yüzyılı bulmuştur. Feodalitenin toplumsal ve iktisadi bağlarından özgür, köylüler ve aristokrasi arasında bulunan, ortaçağ üçlü sınıfı dışında yer alan burjuvazi, bu konumundan ötürü orta sınıf olarak nitelenmiştir. Burjuvazi genellikle üretim (köylüler/zanaatkârlar) ile tüketim (soylular) arasında aracı konumda yer alarak zenginleşmiş, bu sebeple toplumsal olarak köylüden daha konforlu, temiz ve görgülü bir hayat tarzı sürebilmekte, ancak zenginliğine rağmen soyluların yanında lüks yoksunu ve sonradan görmedir (Wallerstein, 2013: 165-166). Burjuvazi, soylularla olan aradaki asalet farkını aristokrasiden evlenerek kapatmaya çalışmıştır.

61

okuma-yazma öğrenmeyi beraberinde getirmiştir. Böylece eğitimli olma ayrıcalığı ruhban sınıfının tekelinden çıkarak daha alt sınıflara doğru yayılmıştır38. Eğitimli kitlenin genişlemesi ve kutsal metinlere doğrudan ulaşabilme kapasitesi Kilise öğretilerinin sorgulanmasına da yol açmıştır. Ayrıca ticari anlaşmalar yapmak ve yapılan anlaşmaları korumak için seküler yasaların yapılması ve uygulanmadığı takdirde yaptırım gücünün bulunması kamu hukukunun yanında özel hukuk gibi devlet ve Kilise’den görece ayrışan farklı hukukları doğurmuştur. Bu değişimler arasında başlayan Rönesans ve Reform hareketleri günümüze kadar sürecek olan devinimleri tetiklemiştir.

Bunun ilk meyvaları ekonomik değişimin başladığı İtalya’da ortaya çıkar.

Machiavelli’nin düşünceleri toplumda ve zihinlerde yaşanan değişimler açısından önemli bir örnektir. İtalyan bir devlet adamı olan Machiavelli’nin önemi, o zamana kadar birliktelikleri kuramsal anlamda sorgulanmayan ahlak ve siyaset ilişkisini birbirinden ayırmasındadır. Ancak Machiavelli’nin amacının salt ahlakı siyasetten ayırmak olduğunu söylemek indirgemeci ve yaklaşık 500 yıldır süregelen bir klişenin tekrar edilmesi anlamına gelir. Machiavelli’yi kendinden önceki düşünürlerden ayıran tarafı siyasal ahlaktan yoksun olmasından ziyade siyasetin iç dünyasını dışa açmasıdır. O güne kadar devlete, devletin amacına ve hükümdara yönelik yazılan eserlerde veya siyasetnamelerde –Batıdaki adlandırılmalarıyla Hükümdar Aynalarında (Fürstenspiegel)- gözetilen ereksel/teleolojik “iyi” hedefi Machiavelli’de amaç değiştirmiş, devlet erkinin tek elde toplanması ve tutulması yegâne unsur olmuştur39. Bunun yanı sıra insan doğasının iyi ya da iyiye meyilli olma bağlamında yüzyıllardır yapılan tartışma, Machiavelli’de insanın nankör, çıkarcı, değişken ve korkak olarak betimlenmesiyle yitirilmektedir. Böylesine

38 Antik Dönem metinlerinin tekrar gün yüzüne çıkması ve okunmasıyla birlikte Cicero’nun düşüncelerine dayanan dil -mükemmel bir Latince zorunluluktur-, retorik, edebiyat, tarih, ahlak kısacası “insani bilimler eğitimini” (studia humanitatis) içeren bir hümanist eğitim anlayışı ortaya çıkmıştır. Düşünce dünyasında insanın tekrar merkeze konduğu Hümanizm, insanın kendini en iyi şekilde eğiterek zorbalığa, kötü yönetime karşı mücadele etmeyi, devlete ve topluma en iyi hizmetleri verebilecek yöneticileri yetiştirmeyi amaçlıyordu. Bunun için İtalyan Coluccio Salutati tarafından 1375’de bu tarz eğitimler uygulanmaya başlanmıştır. Niccolo Machiavelli (1469-1527) böyle bir hümanist eğitimden geçen siyaset düşünürlerindendir ki bu eğitim sayesinde yüksek düzeyli kamu görevlerinde yer alabilmiştir (Skinner, 2004: 13-16).

39 Bu durumu Machiavelli (1994: 100), şu cümlelerle açıklar; […insanın hayalinde canlandırabileceğinden çok, şeylerin fiili gerçeğine bağlanmak bana gerekli gözükmektedir. Hakikaten, çokları hiç kimsenin fiilen görmediği ya da tanımadığı cumhuriyetler ve prenslikler hayal etmişlerdir. Ama yaşanılan biçim ile yaşanılması gereken biçim arasındaki mesafe öylesine büyüktür ki her kim ki olana gözlerini kapar da yalnızca olması gerekeni görür aslında nasıl yaşamasını değil nasıl canından olmasını öğrenir; zira senin tam karşıtın olan onca insan arasında her zaman ve her şeyde iyi insan örneği olmak istersen kesinlikle yitip gidersin. Demek ki bir prens tahtını elinde tutmak istiyorsa karı yürekli olmasını bilmeyi öğrenmeli ve gerektiğinde bu sanata başvurmalıdır.].

62

kötü huylara sahip olan “kötü” insana karşı da sevgi ve iyilikle hareket etmenin anlamı kalmamaktadır. Düşünüre göre halkının malına, mülküne ve kadınına –ileride ortaya çıkacak liberal teoriler açısından mülke yapılan atıf önemlidir- el uzatmayan bir Prens, iktidarı elinde tutmak için istediği kadar korku salabilir, salmalıdır (Prens XVII. Bölüm s. 106-108). Machiavelli’nin geleneksel siyasi düşünceye dair tabuları yıkan tek düşüncesi bu değildir. Daha önce de bahsedilen sözleşmelere -ki bunlar geleneksel toplumdaki hukuku ve toplumsal bağları oluşturmaktadır- karşı Machiavelli, Prens’e çıkarına göre hareket etmesini ve çıkarıyla çeliştiği yerde sözünden dönmesini, sözleşmeleri çiğnemesini salık vermektedir. Prens yeri geldiğinde kurtlara karşı aslan gibi korku salmalı, yeri geldiğinde ise tilki gibi tuzakları anlayıp kaçabilmelidir. Kendini gerçek olmasa da merhametli, insancıl, namuslu ve dindar göstermelidir (Prens XVIII. Bölüm s. 109-111). Tüm bu tavsiyeler Sokrates’ten başlayıp, Platon, Aristoteles, Augustinus, A. Thomas çizgisinde seyreden, doğruluğun, dürüstlüğün, insanın olduğu gibi görünmesinin en büyük erdem olduğu anlayışından radikal bir kopmayı göstermektedir. Aklın ürünlerinin tek ve değişmez doğrularını savunan geleneksel düşünüşün aksine Machiavelli siyasetin değişken doğasını kabul etmekte ve devleti ele geçirme ve elinde tutma adına Prense, sözünden dönen, değişen, bir söylediğini sonradan yalanlayabilen biri olmayı önermektedir.

14. yüzyılda ticaretin durağanlaşması, ardı ardına çıkan kıtlık ve veba gibi salgın hastalıkların nüfusu kırması (Pirenne, 2009: 213-216), İtalyan şehir devletlerinin iç mücadelesi, Fransa ve İspanya gibi merkezi yönetimlerini tamamlamış (Machiavelli, 1994: 13-17) büyük güçlerin varlığı, Machiavelli’yi, ahlakın “zincirlerinden” kurtarılmış bir siyasal düşünce oluşturmaya zorlamış gözükmektedir. Tanrısal yönetimin en yüce amaç olduğu, dünyevi iktidarın günahla bağdaştırıldığı bir çağda Machiavelli’nin Prensi sert eleştirilere maruz kalmıştır. Ancak modern siyasetin başlangıcı sayılabilecek bu dönem, Batı düşünce dünyasında, insanın değer olarak ölçüt alınmasının, bireyselleşmenin, seküler dünyevi yönetimlerin önemine ve meşruluğuna –ileri de oluşacak milli devletlerin temeli atılmaktadır- dair önlenemez bir fikir değişiminin de başlangıcı olacaktır40. İtalyan şehir devletlerinde çoğul yönetimlerin ortaya çıkmasına rağmen bu dönem, özellikle Fransa’da, monarşilerin önem kazandığı ve devlet-toplum

63

birlikteliğinin giderek daha çok ayrıştığı bir zaman olacaktır. Tüm devlet işleri ve hukuk artık saraya kapanan bir kral ve danışmanları etrafında dönmeye başlayacak, bu kapalılık da Hikmeti Hükümet/Devlet Aklı adı altında meşrulaştırılacaktır.

İç karışıklıklarla uğraşan sadece İtalya değildi. 1562-1598 yılları arasında Katolikler ve Protestanlar (Kalvenistler) arasında gerçekleşen toplam dokuz din savaşı Fransa’yı sarsmaktaydı. Fransa iktidarını ele geçirme adına verilen bu mücadele Fransız hukukçusu Jean Bodin’in (1530-1596) siyaset felsefesini derinden etkileyecektir (Roberts, 2015: 320). Protestan olmakla suçlanan Bodin, Aziz Bartalmay Yortusu Kıyımından41

pencereden atlayarak kurtulmuştur. 1576 yılında yayınladığı Devletin Altı Kitabı (Les

Six livres de la République) adlı eserinde yaşanan iktidar mücadeleleri, din savaşları gibi

iç karışıklıklar çıkmasının önlenmesi ve insanların can ve mal güvencelerini yok eden savaş ortamının engellenerek barış ve huzurun gelmesi adına kralın mutlak egemenliğini savunmaktadır (Voigt, 2015: 7). Bodin’in egemenlik anlayışı krala, toprakları üzerinde Kilise’den, halktan, aristokratlardan, örfi ve dünyevi hukuktan bağımsız sonsuz bir egemenlik alanı vermektedir. Machiavelli, Prense İtalya’yı birleştirmesi amacıyla ahlaki ya da gayriahlaki yetkiler ve sorumluluklar yüklemekte, amacın araçları meşrulaştırdığını belirtmekteydi. Bodin ise devletin, barışı, güvenliği ve huzuru sağlamak adına mutlak egemenlik yetkileriyle donatılmasını isterken, ahlaki anlamda Machiavelli’ye karşı gelmekte, kralın Tanrısal yasalara ve doğal hukuka bağlı kalması gerektiğini savunmaktadır. Hukuk alanında ortaya konan bu bağlayıcılık, Bodin’in krala verdiği örfi ve geleneksel hukuku dilediği gibi değiştirme ya da kaldırma, kimseye karşı sorumlu olmadan tek otorite olarak yeni yasaların üreticisi ve yorumcusu olma, hatta kendi koyduğu yasaları isterse yeniden değiştirme yetkisiyle birlikte oldukça geçirgen bir hal almaktadır. Tanrı’nın yeryüzündeki yansıması olarak meşrulaştırdığı monarka sadece yasa koyucu olarak bu denli yetkiler vermekle kalmıyor, aynı zamanda onu kamu görevlilerin atanması, yetkilendirilmesi, idarenin işleyişi, vergi ve gümrük koyma, savaş ve barış ilan etme, para basımı, siyasi, ekonomik veya kültürel ayrıcalıkların dağıtılması gibi devletle alakalı olan –ki artık her şey devletle alakalı hale gelmektedir- her konuda tek sorumluluk sahibi yapmaktadır. Tanrı nasıl ki gücünü ikinci bir Tanrı yaratarak onunla paylaşmıyorsa/paylaşamazsa kral da gücünü ikinci bir kuvvetle paylaşmamalıdır.

41 23 Ağustos 1572 gecesi Paris’te Katoliklerin Protestan halkını ve önderlerini evlerinde basarak katlettikleri kıyımdır. Paris'te başlayan kıyım tüm Fransa’ya yayılmıştır.

64

Monarkın meşruluğu yasa koyma yetkisini elinde bulunduran tek güç olmasından kaynaklanmaktadır. Bu yetkisini miras yoluyla ya da soyluların seçimiyle hatta zor kullanma ile de almış olabilir. Artık halk krala, Tanrısal ya da doğal hukuku çiğnemediği sürece itaat etmek, onu tek egemen olarak tanımak zorundadır (Gerster, 1995: 151-154). Görüldüğü üzere Bodin, kralı yetkilendirme konusunda Machivalli’den çok daha ileri gitmektedir. Machiavelli, Prense gayriahlaki davranmasını öğütlerken bile kendisini ahlaklı, dindar, sözünün eri olarak tanıtması gerektiğini söylemektedir. Bodin ise hiç dolambaçlı yola girmeden krala mutlak yasa koyma, değiştirme ve ilga yetkisi vererek bir nevi doğru ahlakın ne olduğunu belirleme gücünü de vererek Machiavelli’nin açtığı yolda hızlı adımlarla ilerlemektedir. Geleneksel yasa yapım süreci, yönetim işleyişi ve toplum-devlet ilişkileri Bodin’le birlikte neredeyse tamamen değişime uğramaktadır. Artık kralın buyruğu, yasa olarak adlandırılmaktadır (Kunkel vd., 1955: 36). Yasa yapımı ve yorumu ile idari inisiyatifin tek elde toplanması, İmparatorluk Roma’sı döneminde başlayan,

Ortaçağ Avrupası’nda hız kazanan insan-hukuk-devlet bütünlüğünün yaşadığı

ayrışmanın git gide zirveye ulaştığını göstermektedir. Toplumun dini liderler ya da senyörler aracılığıyla da olsa yönetime ve yasa yapım süreçlerine yapabildikleri kısıtlı müdahaleler dahi mutlakiyetçi yönetim anlayışıyla tamamen ortadan kalkacaktır. Böylece devletin güvenliği ve özerkliği adına bireysel ve toplumsal özerklik feda edilecek, kralın aldığı keyfi ya da rasyonel kararlar Hikmeti Hükümet adı altında meşrulaştırılarak sorgulanmayacak/sorgulanması istenmeyecektir.

Sıradan bir Antik dönem düşünürü bu kadar yetkilerle donatılmış bir önderi “tiran” olarak nitelendirebilecekken, Antik Yunan ve Roma’ya dönüşü simgeleyen, modernitenin başı sayılabilecek bir dönemde Bodin’in getirmiş olduğu yeni siyaset felsefesi, düşünürün yaşadığı çağın ve Fransa’nın içinde bulunduğu iç karışıklıklar ve din savaşlarının yıkıcı etkisine karşı alınmış önlemler olarak görülebilir. Ayrıca erken kapitalizmle birlikte burjuvazinin ticareti geliştirmek adına yerel kent pazarlarını birleştirerek ulusal pazarlara dönüştürme isteği, feodal gümrük duvarlarını kaldırmak için merkezi yönetimlerin yanında yer alarak feodal senyörlerin egemenliklerini sönümlendirme arzusu da göz ardı edilmemesi gereken ekonomik gerçekliklerdir. Egemene yasayı yeniden kurgulama ve üretme hakkı veren Bodin dahi özel mülkiyeti bir doğal hukuk ögesi olarak değerlendirerek egemenin müdahalesine kapatır (Kunkel vd., 1955: 37).

65

Machiavelli ve Bodin, Papalık’ın krallıklar üzerindeki etkisini ve krallıklarda çıkardığı karışıklıkları engellemenin aracını kralı mutlak yetkilerle donatmakta görmüştür. Ancak Bodin’in siyaset felsefesi, kralı hala Tanrı’nın yeryüzündeki yansıması olarak görmesi ve mutlak egemenliğini Tanrının biricikliğiyle özdeşleştirmesi bakımından geleneksel düşünüşten tam bir kopuşu temsil etmemektedir. Meşruluğunu toplumdan/toplum sözleşmesinden alan ve kralın gücünü tanrısallıktan kopararak dünyevileştirmeyi Thomas Hobbes gerçekleştirecektir (Gerster, 1995: 152).

İtalya’da şehir devletleri ve Papalık arasında mücadeleler yaşanması Machiavelli’nin ortaya çıkmasına yol açmış, Fransa’da meydana gelen din savaşları sonucundaki katliamlar ve karışıklıklar Bodin’in fikirlerini doğurmuştur. İngiltere’de ise krallık ile parlamento arasında yaşanan çekişmeler42 sonucu ortaya çıkan ve İngiltere Kralı I. Charles’ın (1600-1649) dahi idam edilmesine yol açan bir iç savaş ortamı Hobbes’un fikirlerini şekillendirmiştir. Önceki iki siyaset düşünüründen gördüğümüz üzere kaos ortamı insanları güvenlikleri ve huzurlarının sağlanması adına birçok haklarından vazgeçmelerine ve amaç odaklı düşüncelere sevk edebilmektedir. Hobbes ile birlikte güvenlik ve hayatta kalma arzusu Antik dönemin mutluluk ereği yerine en yüce amaç olarak geçmektedir (Ottmann, 2006: 265-267). İnsan doğasını, insanların birbirlerine ve mallarına egemen olma isteği olarak rekabet, ölümden korkmanın getirdiği güvensizlik